AHMET ÜNAL
turkiyedetapinaksovalyeleri
Masonluğun Türkiye'de ortaya çıkışı 19. yüzyılın ortalarına kadar uzanmaktadır. Türkiye'de masonluk tarihi konusunda yapılan ciddi çalışmalarda genellikle 5 dönemden söz edilmektedir. Bunların birincisi "1909 yılı öncesi" dönemdir. Bu dönem, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde bir takım locaların kurulduğu, ancak özellikle Sultan Abdulhamid'in sistemli çalışmaları dolayısıyla bunların bir türlü toparlanamadıkları dönemi kapsamaktadır. Mason locaları bu dönemde dışa bağımlıdır ve yönetim mekanizmaları da yabancı localar tarafından belirlenmektedir. Türk masonluğunun ikinci dönemi "1909-1935 yılları arası"nı kapsar. 31 Mart (13 Nisan 1909) ayaklanmasının ardından Abdulhamid'in tahttan indirilmesi ile başlayan bu dönemde masonlar siyasi iktidarı ele geçirmiştir. Yurt dışından yönetilen mason locaları, halktan gelen tepkiyi hafifletmek amacıyla göstermelik olarak ilk kez milli bir kimliğe bürünmüşlerdir. Bu dönemin başlarında masonların kontrolündeki İttihat Terakki Cemiyeti ön plana çıkmıştır.
Üçüncü dönem "1935-1948 yılları arası" dönem olarak bilinir. 1935 yılında Atatürk'ün, kökü dışarıda ve zararlı kuruluşlar olduğunu söyleyerek locaları kapatması üzerine masonluk Türkiye'de "uyku" dönemine girmiştir. Ancak bu 13 senelik uyku döneminde masonlar faaliyetlerini Halkevlerinde sürdürmüşlerdir. Türkiye'de masonların örgütlenmeleri "1948-1966 yılları arası"nda yeniden canlanır, ancak masonlar bu dönemde Fransız ve İskoç ritleri paralelinde ikiye bölünmüşlerdir. Son dönem olarak da kabul edilen ve "1966 yılı ve sonrası"nı kapsayan dönemde masonlar, bölünüp iki farklı çatı altına girdikten sonra, faaliyetlerini sürdürmeye devam ederler. Günümüzde de hala bu durum geçerlidir.
Tanzimat, Mustafa Reşit Paşa ve August Comte
Koyu bir ateist olan Fransız düşünür Auguste Comte, masonluk kanalıyla Osmanlı toplumunu dinden uzaklaştıracak telkinlerde bulunmuştu.
Masonluğun Osmanlı topraklarında ilk ciddi çıkış denemesi, 1839 Tanzimat Fermanı dönemindedir. Gerçekte mason localarının ilk kuruluşları biraz daha gerilere gitmekle beraber bunlar pek etkili olamamış, ilk localar iyi bir örgütlenmeye ve ciddi bir faaliyet içine girememişlerdir. Bu dönemde masonluğun parlayan yıldızının ise, Tanzimat Fermanı'nın da mimarı olarak bilinen Mustafa Reşit Paşa olduğu söylenir. Masonik kaynakların bildirdiğine göre, Mustafa Reşit Paşa, ilk kez Londra'da masonlarla bağlantı kurmuş ve 1830'lu yıllarda tekris edilerek örgüte katılmıştır. Hangi locada tekris edildiği ise tam olarak bilinmemektedir. Türkiye'deki masonların yayın organı Mimar Sinan dergisi, Mustafa Reşit Paşa'dan şöyle söz eder:
"Doğru gördüğünüz yolda sizden daha kudretli olanlarla mücadele etmeniz gerekiyorsa rahat ve fütur gerektirmeksizin, düşünceye karşı savaşınız. Hak bellediğimiz yolda tek başına olsanız ilerleyeceksiniz. İçtihatlarınızı hiçbir zaman gizlemeyeceksiniz." (Bu) Telkin, Mithat Paşa ve daha pek çok masonun kabul ettiği gibi Koca Reşit Paşa'nın da yaşantısının önderi, buyruğu değil midir? Kendi idam talebini padişaha götürürken, Hattı Hümayun'u okumaya giderken, Hattı Hümayun'u okurken, dimdik, kendine güven içinde, kendini bilen, yaptığını, yapmak istediğini bilen, gerekirse başını verebilecek kararlı Koca Reşit Paşa, yukarki ritüelik emirlerin insanı değil midir? 135 yıl önce Gülhane Meydanı'nda Hattı Hümayun'u tam bir cesaretle okuyarak insanlık ve millet yolunu aydınlatmak üzere yaktığı nurun aydınlığını hala görmekte olduğumuz büyük kardeşimiz Koca Reşit Paşa'nın hatırası önünde saygı ile eğiliyoruz.
Aynı derginin bir başka sayısında ise şöyle denir:
Koca Reşit Paşa, masonluğun yontup is'ad eylediği bir ulu yurtseverlik anıtı, tarihin vefalı koynunda ölümsüzlük uykusuna dalmış bulunuyor; bu uyuyuşta, bir mabetten aldığı nur ve ziya ile vatan mabedini aydınlatmış olmanın derin huzuru var. Peki Mustafa Reşit Paşa'nın mimarı olduğu Tanzimat'ın anlamı ve sonucu nedir? Tanzimat'ın hem olumlu hem de olumsuz sonuçları vardır ve bu, 150 yıllık bir tartışma konusudur. Gerçekte Tanzimat'ın çıkış noktası, yani Osmanlı'nın Batılı güçler karşısında geri kaldığı, dolayısıyla bir reform süreci başlatması gerektiği doğru bir tespittir. Ancak Tanzimat'la birlikte sadece gerekli teknik reformlar değil, aynı zamanda o dönemde Avrupa düşüncesine egemen olan materyalist felsefenin Osmanlı'ya ithali de başlamıştır. Konu incelendiğinde, Avrupalı masonların, localar aracılığıyla, Mustafa Reşit Paşa gibi Tanzimat erkanına materyalizm telkini yaptıkları görülmektedir. Mustafa Reşit Paşa'nın bu anlamda çarpıcı bir bağlantısı, ünlü ateist Fransız düşünür Auguste Comte ile kurmuş olduğu yakınlıktır. Ateizmin ve din aleyhtarlığının doruk noktası olan "bilim dini" pozitivizmi ortaya atan Auguste Comte, Mustafa Reşit Paşa'yı etkisi altına almaya çalışmış, hatta bu yakınlık Padişahın, Reşit Paşa'yı ilk Sadrazamlığı döneminde görevden almasına sebep olmuştur. Sık sık Mustafa Reşit Paşa'ya mektup yazarak ona ateist ve din aleyhtarı bir felsefe aşılamaya çalışan Auguste Comte, bir mektubunda şunları yazmıştır:
Dirayetle başarmış olduğunuz görevinizden geçici olarak ayrılmak sureti ile elde ettiğiniz boş zamanlarınız bugün bana şunu ümit etmek imkanını vermiştir ki, önce kendi doktrinimin genel hatlarını size arzeden pozitivist kateşizmaya, sonra da onu değişmez bir şekilde kuran pozitif politika sistemine gereken dikkati esirgemeyeceksiniz.. Birçok yüzyıldan beri, gerek Doğu gerekse Batı, bugüne kadar bir türlü elde edilemeyen evrensel bir din aramaktadır... Halbuki tek dine inanış, muayyen hümanite duygularına hareket getirmektedir. Bununla beraber tecrübe ve akıl böyle bir ümidin boş olduğunu ispat etmiştir. Hiçbir metafizik intikal devresine lüzum hasıl olmadan doğrudan doğruya İslamlıktan Pozitivizme geçerken, Müslümanlar, din inancıyla ve hümanite anlayışı ile evrensel muzafferiyeti sistemleştirecek olan büyük peygamberlerine mahsus olağanüstü değerde yüksek fikirlerinin gerçek devamcılarını anlamakta gecikmeyeceklerdir. Müslümanlar böylelikle esasen faydasız olan bir siyasi birlik fikrinden vazgeçerlerse Osmanlı İmparatorluğu'nun lüzumlu görünen dağılışından üzüntü duymayacaklar, tersine olarak, geçici hakimiyetlerinin vermiş olduğu kazançlarını sınırlayan sosyolojik kanun tatbikatını görmüş olacaklardır. Aynı zamanda Osmanlı şefleri hala kendilerinden daha az mütecanes bir devletin müstakbel istilaları ile ilgili ve kendiliğinden bir dağılmaya tamamen boyun eğmiş olarak hayali de olsa felaketli ve korkunç endişelerden milletlerini kurtulmuş göreceklerdir. Politik tesirler, ancak İslam dini'nin temel ruhuna göre, umumi efkarın ve örflerin beraberliğini sağlamak ve sağlamlaştırmak gayesine mutaf olduğu içindir ki, Osmanlılar yakın bir gelecekte Tanrı yerine hümaniteyi benimsemek sureti ile bu büyük gayenin hedefine en kısa yoldan ulaşacağını göreceklerdir.
Comte'un Mustafa Reşit Paşa'ya yazdığı bu metindeki telkinler son derece dikkat çekicidir: Osmanlı halkının İslam'ı bırakıp din olarak pozitivizmi benimsemesi tavsiye edilmekte, böylece "faydasız olan siyasi birlik fikrinden", yani Osmanlı'nın ve dünya Müslümanlarının birliği düşüncesinden vazgeçecekleri ümid edilmektedir. Comte, Osmanlı halkına "Allah yerine hümaniteyi" benimsemelerini de tavsiye etmektedir ki bu, masonluğun temel felsefesi olan "seküler hümanizm" adlı çarpık inanışın bir ifadesidir. (Seküler hümanizm için bkz. Harun Yahya, Global Masonluk, 2002) Comte'un satırlarında geçen bu telkinlerin son derece akıl dışı olduğu ise kolaylıkla görülebilir. Tüm insanlar Allah'ın yarattığı ve dolayısıyla O'na karşı sorumlu olan kullardır. İnsanların Allah'tan yüz çevirerek "hümanite"yi, yani birbirlerini bir yaşam gayesi haline getirmeleri ise, toplu bir cehalet ve aldanıştan başka bir şey değildir. Peygamberler tarih boyunca bu cehaletle savaşmışlardır. Kavmine "Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah'tan daha mı üstündür ki, O'nu arkanızda-unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp-kuşatandır" diyen Hz. Şuayb gibi. (Hud Suresi, 92) Comte ve benzeri 19. yüzyıl ateistleri, (örneğin Darwin, Marx, Freud veya Durkheim) en eski çağlardan beri var olan bir yanılgıyı "yeni" gibi sunmak ve sistematize etmekten başka bir şey yapmamışlardır. Bu yanılgının tüm Avrupa'da, sonra da diğer medeniyetlerde hızla yayılmasının en önemli nedenlerinden biri ise, masonluk örgütüdür. Pozitivizmi ve diğer her türlü materyalist felsefeyi bir din gibi benimseyen masonluk, bunları önce elitlere sonra da onlar aracılığıyla kitlelere empoze etmek için sistemli bir mücadale yürütmüştür. Masonluğun Osmanlı ve Türkiye içindeki misyonunu da asıl olarak bu çerçevede değendirmek gerekir. Örgüt, bir tür "dine karşı propaganda ve dine karşı mücadele" birliği gibi çalışmıştır. Yerli masonların tarihinden bazı önemli kesitlere baktığımızda karşımıza anlamlı bir tablo çıkmaktadır.
Jön Türkler, İttihat Terakki ve Masonlar
Tanzimat devrinden sonra I. Meşrutiyet gelir. Bu kısa dönemin hemen ardından da, 36 yıl sürecek olan Sultan Abdülhamid devri başlar. Abdülhamid meşrutiyet yönetimini kaldırmış ve ülkeyi kendi yönetimi altında tutmuştur. Bazı tarihçiler bu nedenle Abdülhamid devrini "istibdat" (baskı) dönemi olarak kabul etmeye ve kötülemeye eğilimlidirler. Oysa gerçekler farklıdır. Sultan Abdülhamid, dağılmanın eşiğine gelmiş olan imparatorluğu, 1876'den 1909'a dek büyük bir diplomatik denge politikası ile ayakta tutmuş ve ölümcül savaşlara girmekten korumuştur. Dahası, yönetimi boyunca Osmanlı'nın idari sisteminde, yargısında, eğitim sisteminde, askeri düzeninde ve daha pek çok alanda çok önemli reformlar gerçekleştirmiştir. Sonradan İstanbul Üniversitesi haline gelecek olan Dar-ül Fünun (Bilim Yurdu) onun zamanında açılmıştır. Ülkedeki telgraf ve demiryollarının temeli onun zamanında atılmıştır. Cumhuriyeti kuran kuşak, Büyük Önder Atatürk de dahil olmak üzere, Abdülhamid'in açtığı modern okullarda eğitim görmüş ve yetişmiştir. Abdülhamid'in rejiminin "kanlı" olduğu iddiası ise gerçek dışıdır. En şiddetli muhaliflerine bile idam değil, sürgün cezası öngören bir padişah için böyle bir tanım yapmak, en hafif ifadeyle haksızdır. Bütün bu gerçekleri göz ardı eden "Abdülhamid düşmanlığı"nın gerçek nedeni ise, bu büyük Sultan'ın dindar bir Müslüman oluşu ve Osmanlı'yı İslam ahlakının gereğine göre yönetmiş olmasıdır.
Abdülhamid'in 40 yılı bulan rejimi sırasında ona muhalefet eden aydınlar ise "Jön Türkler" (Genç Türkler) olarak bilinirler. Jön Türkler ortak bir fikriyata sahip değildirler, aralarında İslami duyarlılığa sahip olanlar da vardır. Ancak çoğu, Batılı felsefe, ideoloji ve sistemleri benimsemiş ve Osmanlı'nın kurtuluşunun bunları benimsemekten geçtiğini sanan kimselerdir. Çoğu iyi niyetli olmasına, ülkeyi kurtarma hayaliyle yola çıkmasına rağmen, savundukları fikirlerin önemli bir bölümü yanlıştır ve nitekim Abdülhamid'i devirdikten sonra ülkeyi sadece bir on yıl içinde yıkmaları, bunun tarihsel bir kanıtı olmuştur. Jön Türkler'in bir fraksiyonu olmasına karşın, 1910'dan itibaren bu hareketin tümüne egemen olan, 1913'ten itibaren de ülkenin tek gerçek yöneticisi haline gelen İttihat ve Terakki Partisi, "Abdülhamid karşıtlığı"nın Osmanlı'yı iyiye götürmediğinin ispatıdır. Jön Türkleri ve İttihatçıları yukarıda sözünü ettiğimiz "Batılı felsefe, ideoloji ve sistemlere" yönelten etkenlerin başında ise, bu hareketlerin içindeki masonik etken gelmektedir.
Paris'te yayınlanan Le Temps gazetesinin 20 Ağustos 1908 tarihli sayısında, Selanik'teki iki önemli İttihatçı, yani Refik Bey ve Binbaşı Niyazi ile yaptığı röportajda verilen bilgiler, masonluğun bu hareket içindeki etkisini göstermektedir: Mülakatı yapan gazeteci İttihad-ı Terakki'nin 1905 ila 1908 tarihleri arasında masonluktan ne kadar yardım gördüğüm ve etkilendiğimi sordu. Verilen cevap ilginçtir ve şu şekilde özetlenebilir. Masonluk ve bilhassa İtalyan masonluğu bize manen destek oldu. Selanik'te Müteaddit localar faliyette idi. Hakikatte İtalyan locaları İttihat Terakki'ye yardımcı oldular ve bizleri korudular. Çoğumuz mason olduğumuz için genelde teşkilatlanmak için localarda toplandık. Üyelerimizi de genelde localardan seçmeye çalışırdık. Localardaki faaliyetlerimizden İstanbul şüphelenmeye başladı ve birkaç hafiye localara sızmayı başardı. 2. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a gelen Balkan Komitesi'nin kurucusu Roden Buxton ise, İttihat Terakki Cemiyeti'ne giriş töreninin, masonluğa giriş töreninin bir kopyası olduğuna dikkat çekmiştir:
Cemiyete katılmak isteyen adaya, önce büyük bir sır açıklanacağı bildiriliyor ve güvenilirliği araştırıldıktan sonra yemin ettiriliyordu. Bundan sonra kabul safhası geliyordu. Üye adaylarının gözleri bağlanıyor, ardından adaylar bilinmeyen bir odaya götürülüyor ve gözleri açıldığında kendilerini loş bir odada, kara maskeli üç yabancı karşısında buluyorlardı. Burada her aday yemin ediyor, kılıca elini basıyordu. Bu yeminde sırları gizleyeceği ve cemiyete ihanet edenler yakınları, sevdikleri bile olsa öldüreceği gibi hususlar vardı. Haberleşme ise kuryeler arasında sağlanıyordu.
İlhami Soysal da masonluk ile İttihatçılık arasındaki ilişkiye ayrıntılarıyla değinmiştir:
Selanik'teki Makedonya Rizorta Locası ve Veritas Locası başlangıçta içindeki Türkler azınlıkta olmasına karşılık giderek Türklerin denetimine geçmiş ve İttihat Terakki Cemiyeti'nin bir noktada kaynakları olmuşlardı. İttihat Terakki Cemiyeti'nin önderleri Talat Paşa, Mithat Şükrü Bleda, Kazım Paşa, Manyasizade Refik, Kazım Nami Duru, sonradan Muş milletvekili olan Binbaşı Naki, Drama Jandarma Komutanı Hüseyin Muhittin, Maliye müfettişi Ferit Aseo, Makedonya Rizorta locasındandırlar. Emmanuel Karasu, sonradan Bahriye nazırı olacak Cemal Paşa, Faik Süleyman Paşa, İsmail Canbolat, Gümülcine Mebusu Hoca Fehmi Efendi, Mustafa Doğan, sonradan Babıali baskınında vurulan Mustafa Necip ise Veritas locasında uyanmışlardır. Sonradan Sadrazam olacak Talat Paşa ile Binbaşa Naki Bey hem Makedonya Rizorta Locası'nda hem de bu Veritas Locası'nda çalışmalara katıldılar. Selanik'te bu gelişmeler olurken, masonlardan büyük bir tehlikenin geleceğini hisseden Abdülhamid, mason localarını denetim altına almaya çalışmıştır. Localarda neler konuşulduğu ve oradaki yapılan faaliyetlerin içeriği konusunda bir haber alma sistemi kurmuştur. Üstad mason Kemalettin Apak, o dönemleri kendi bakış açısından şöyle yorumlar: Masonluk ve masonlar aleyhindeki sistemli takibat 2. Abdülhamid zamanında çok sıkılaşmıştır. Sultan Abdülhamid masonlardan korkmakta idi. Şunu da ilave edeyim ki Abdülhamid'in masonlardan korkması haksız çıkmadı. Filvaki fani mason olan Beşinci Sultan Murad, 28 senelik mahbes hayatından sonra 1904 yılında ebediyet maşrıkına intikal etti. Böylelikle Sultan Abdülhamid bu kabustan kurtulmuş oldu. Fakat birazdan arzedeceğim veçhile, üç dört sene sonra Rumelideki masonların büyük bir rol oynadıkları yeni bir hareket hürriyet ve meşrutiyet nurunu memleket ufuklarında parlattı. 1908 yılında Abdülhamid'e zorla kabul ve ilan ettirilen ikinci meşrutiyetin nurlu meşalesini tutan eller ve öncüler birer masondu... Şunu da belirtmek lazımdır ki, Abdülhamid yalnızca İstanbul'da masonları takip edip buralara serbesti vermiş değildi. Tazyikler bu bölgeye (Rumeli'ye) de şamildi. Bilhassa Selanik'te locaların kapılarında kıyafet değiştirmiş memurlar bekletilir ve kimlerin girip çıktığı kontrol edilirdi. Fakat ne de olsa sarayın İstanbul'daki nüfuzu ve ceberrutu buralarda sökmüyordu. Çünkü Selanik, Kosova ve Manastır vilayetlerinde ecnebi kontrolü mevcut idi. Kısacası masonluk, Osmanlı'nın son yarım yüzyılına damga vuran Abdülhamid-Jön Türk çatışmasında Jön Türklerin yanında yer aldı ve bu hareketin içinde büyük bir güce ulaştı. Bu, masonluğun siyasi etkisi-daha doğrusu zararı-idi. Örgütün daha kalıcı olan etkisi ve zararı ise, Avrupa'daki biraderlerinden öğrendiği materyalist felsefeyi Türk toplumuna empoze etmek oldu. Bir "örnek" üzerinde incelemede bulunmak, masonluğun söz konusu materyalist felsefesinin ne boyutlara uzandığını gösterebilir.
Osmanlı Döneminden Din Karşıtı Bir Mason: Abdullah Cevdet
İttihat ve Terakki'nin kurucuları arasında yer alan Abdullah Cevdet, dine karşı yürütülen savaşın Türkiye'deki ilk öncülerinden biriydi. Toplumu dinden koparmak için kapsamlı bir "dünya görüşü" oluşturmuştu. Ona göre, modern uygarlığın temeli din dışı bir kültüre dayanmalıydı. İslam ise, sözde "ilerlemeye engel olduğu" için toplumsal yaşamın tümüyle dışına çıkarılmalıydı. Abdullah Cevdet, adını asıl olarak İttihat Terakki Cemiyeti'nin kuruluş aşamasında duyurdu. Kendisi gibi İttihat Terakki'nin kurucularından olan mason İbrahim Temo'nun görüşlerinden etkilendi. Temo'nun kendisine vermiş olduğu Felix Isnard'ın Ruhçuluk ve Maddecilik ve Louis Büchner'in Madde ve Kuvvet adlı kitaplarını okuyarak materyalizme ilk adımı attı. "Biyolojik materyalizm" konusunda yazmış olduğu yazılardan dolayı dindar kesimden kuvvetli tepkiler aldı. Cevdet, Darwin'in evrim teorisinin büyüsüne de kapılmış ve o dönemlerde Avrupalı ırkçılar arasında çok popüler olan "öjeni" (bir ırkın seçmeli çiftleşme yönetimiyle genenik olarak iyileştirilmesi) kavramından etkilenmişti. Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Türkiye Ansiklopedisi Abdullah Cevdet'in görüşlerini şu şekilde özetler: Abdullah Cevdet'in biyolojik materyalizminin diğer bir özelliği de, toplumsal elit yaratmada elverişli bir teorik açıklığa sahip oluşudur. Ernest Haeckel'in tüm canlıların evrimleşmesi sürecindeki eşitsiz gelişim ilkesi ve Darwin'in doğal eleme teorisi, Abdullah Cevdet'e bazı insanların eğitim yoluyla diğerlerinden farklılaşarak seçkinleşebileceği ve toplumsal ilerlemenin ancak bu seçkin kadronun öncülüğünde gerçekleşebileceği inancını vermiştir.
Abdullah Cevdet 1903 yılında 25 sene boyunca aralıksız olarak yayınlanacak İçtihat dergisini çıkarmaya başladı. Bu dergi aracılığıyla İslam'a ve Hz. Muhammed'e sürekli sözlü saldırılar ve iftiralar içeren yazılar yayınladı. Abdullah Cevdet Şubat 1909'da masonların desteği ile "İçtihat Evi" adında bir yayınevi kurdu. Bu yayınevinde çıkarmış olduğu bir dizi kitap, halk arasında büyük reaksiyonun oluşmasına neden oldu ve önce yayınevi, ardından da İçtihat dergisi kapatıldı. Abdullah Cevdet'in mahkumiyeti ve derginin kapatılması dönemin bir gazetesine şu şekilde yansımıştı: "Dinimize tecavüz edenlere ibret-i müessire: Abdullah Cevdet Bey, bir makalesinde Din-i Mübin-i Muhammediye'ye tecavüz ettiğinden dolayı iki sene hapse mahkum oldu." Kapatılma kararının hemen adından İştihat, İşhad, Cehd dergilerini çıkardı. Bir süre İkdam ve Hak gazetelerinde başyazarlık yaptı. Yapmış olduğu İslam'a saldıran yayınlar yüzünden Meşrutiyet döneminde Şeyh-ül İslam'dan birkaç kez uyarı aldı. Abdülhamid'in tahttan indirilmesine yardımcı oldu. Fakat kendisi açısından ortamın hala güvenli olmadığını düşünerek uzun süre ülkeye geri dönmedi. Döndüğünde ise İttihatçılar tarafından Sağlık Umum Müdürlüğü'ne getirildi. Ancak bu görevinde de aykırı fikirleri ile kısa sürede göze battı. Kadınlara ilk kez genelev vesikası verilmesi uygulamasını başlatınca, halktan gelen tepki üzerine hükümet tarafından görevinden azledildi. Abdullah Cevdet'in telif ve tercüme 70'e yakın eseri vardır. Bunların arasında din aleyhtarı propagandanın en yoğun olduğu kitap, Fransızca'dan tercüme ettiği Aklı Selim'dir. 19. yüzyılın tüm köhne ateist safsatalarının ısrarla işlendiği bu kitabın önsözünde Cevdet, tapındığı "ilah"ın "hürriyet", "fazilet" gibi Hümanist kavramlar olduğunu şöyle anlatır: Aklı Selim, kudsi bir isyandır ve bunu gönüllerde gezdirmek aşkının ateşi hiçbir zaman söndürülemeyecektir. Promethe, Kafkas dağlarında değil, gönül dağlarındadır ve zincirlerini kırmıştır. Mabudumuz (İlahımız) fazilettir. Amali fazilet ise hürriyetsiz mümkün değildir. Hürriyetlerin akdem ve akdesi fikir ve vicdan hürriyetidir. Bu tercümenin mevzuu bir ubudiyet ve ibadettir; hürriyet ilahına bir ubuduyet ve ibadettir.
Abdullah Cevdet Fransız materyalistlerin görüşlerini incelerken Fransız yazar Gustave Le Bon'un etkisinde kaldı. Le Bon'un fikirleri doğrultusunda geliştirdiği "Türk ırkının damızlık erkek yolu ile ıslah edilmesi projesi" ise onu tekrar ülke gündemine getirdi. Abdullah Cevdet'in inançlı bir aileden gelmesine rağmen, ömrünü dine karşı mücadele etmekle geçirmesi son derece ilginçtir. Osmanlı'nın son devrinde masonik öğretiyle zehirlenen bir neslin en radikal temsilcisi olan Abdullah Cevdet'in cenaze namazı da kıldırılmamıştır. Şu anda hayatta olmayan tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı, Abdullah Cevdet'in cenaze törenini şu sözler ile anlatır: Abdullah Cevdet Allah'a inanmadığını söylüyordu. İslam harflerinin şiddetle aleyhinde bulunuyordu. Dini değerlerin çoğuna karşı olduğunu yazıp söylüyordu. İşte bu adam ölünce cenazesi Ayasofya Camii'ne getirildi. Öylece musalla taşında duruyordu. Hocalar da namaz kıldırmaya yanaşmıyorlardı. Bunun üzerine cenaze, belediyenin bir arabasına konularak götürüldü.
Halkevleri, Köy Enstitüleri ve Masonik Öğretinin Kitlelere Empoze Edilmesi
Cumhuriyetin kurulmasının ardından masonlar CHP kadroları içinde örgütlenmeye başladılar. Atatürk 1935 yılında bu masonik örgütlenmenin farkına vararak locaları kapattı. Ancak yine de masonik felsefe yaşamaya ve dahası dönemin Halkevleri ve Köy Enstitüleri gibi kurumlarıyla kitleselleşmeye devam etti. Halkevleri'nin kuruluşunda tüm yetki, birçok masum insanın asılmasından sorumlu olan Ankara İstiklal Mahkemesi'nin mason reisi Dr. Reşit Galip'e verilmişti. Dr. Galip, Halkevleri'nin açılışı ile ilgili TBMM'de yapmış olduğu konuşmada İslam dininin Türkiye için yol gösterici olamayacağını iddia etmişti. Halkevleri dergisinin sahibi Doç Dr. Anıl Çeçen, bu fikirleri şöyle aktarıyordu: Dr. Reşid Galip... Türk ulusunun ulusal amacının artık değiştiğini, İslamcılık ve Osmanlıcılığın ulusal hedef olamayacağını ancak çağdaş uygarlık yolunda Türk ulusunun hakettiği yeri alabilmesinin yeni ulusal amaç olabileceğini, Orta Asya'nın kuraklık içine girmesinden sonra Türklerin dünyanın her köşesinde uygarlığı yakalamaya çalıştıklarını, Türklerin tarihinin belirli dönemlerinde bilim ve uygarlık açısından en üstün devletleri kurduklarını...(açıkladı)
Halkevleri'nin açılmasında adı geçen bir diğer tanıdık isim, mason İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ydı. Behçet Kemal Çağlar, 1935 Halkevleri adlı kitabının önsözünü Kaya'ya ayırmıştı. Şükrü Kaya, Halkevlerini şöyle anlatıyordu bu önsözde: Halkevlerinin kültürel, sosyal ve ekonomik bakımlardan az zamanda yaptıkları tenvir, irşat hizmetlerini anlamak için kitaptaki yazılar ve rakamlar sağlamca şahittir. Halkevleri vatandaşların medeni, bedii irfan ve zevk ihtiyaçlarını tatmin edecek müesseselerdir. Her yurttaş orada bildiğini öğretir, bilmediğini öğrenir. Her Türk münevveri bilgisini istidadından ziyade bu milletin onu yetiştirmek için sarfettiği emeği borçludur. Hiçbir makam, hiçbir memuriyet, hiçbir eser bu borcu tam ödeyemez. 1934 yılına gelindiğinde Halkevlerinin sayısı 103'e çıktı. İlk olarak 1941'de açılan ve Halkevlerinin köy şubesi konumundaki Halkodalarının toplam sayısı 4322'yi bulmuştu. Üye sayısı 55 bini bulan Halkevlerinde 2 milyondan fazla kişi "eğitim"den geçirilmişti bu süre zarfında. 1935 yılında Atatürk mason localarını kapattığında ise, masonlar kendilerine ilginç bir teselli buldular. Ülkedeki en yüksek dereceli masonlardan biri olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, mason localarının kapatılması kararını basına açıklarken Halkevleri'nin mason localarının işlevini yerine getirdiğini ve bu yüzden mason localarının kapatılmasında bir sakınca görmediklerini söylüyordu. Üstad-ı Azam Kemalettin Apak Türkiye'de Masonluk Tarihi adlı kitabında Kaya'nın bu yaklaşımını şöyle anlatıyor: Bu 33 dereceli kardeşin toplantısında Şükrü Kaya birader, masonluğun istihdaf eylediği sosyal ve kültürel faaliyetlerin bir müddetten beri Halk Evleri ve Halk Odaları tarafından yapılmakta bulunduğu gözönünde bulundurularak masonluğun artık faaliyetlerini tatil etmesi lazım geldiğine partice karar verilmiş olduğunu, Hükümetin de bu kararı tatbik mevkiine koymak zorunda olduğunu bildirdi. Yani Şükrü Kaya'ya göre masonluk ile Halkevleri aynı felsefenin temsilcileriydi. Halkevleri projesi ilerleyen yıllarda geliştirilmiş ve "Köy Enstitüleri" adıyla daha da geniş ve kapsamlı bir program başlatıldı. Mason Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in yönetiminde kurulan Köy Enstitüleri de aynı Halkevleri gibi, masonik felfeseyi topluma aktarma amacına yönelikti. Bu felsefenin içeriği kısa sürede ortaya çıktı. 1945 yılında Ankara'daki Hasanoğlan Köy Enstitüsü bünyesinde kurulan Köy Enstitüleri Dergisi, İslam dinine ve islam dininin kutsal saydığı tüm değerlere gizli ve açık saldırmaya başladı. Marksist eğilimleri ile tanınan İsmail Hakkı Tonguç'un, adı geçen dergide yazmış olduğu bir makalede şu satırlar dikkat çekiyordu: Ümid edelim ki, yarının dünyası imanını göklerden gelecek görünmez kuvvetlerle ve fizik ötesi fikirlerle beslenmesin. Eğer onun kuvvetli ve mesut bir temeli olsun istiyorsak biz insanlar yeni dünyaya şamil, ihtirassız, yalansız, insani, rasyonel ve reel taze bir din vermeliyiz. Köy Enstitüleri'nde yetiştirilen çocuklar, skolastiğe köle olmaktan kurtarılmaya çalışılmıştır. Bu alıntıdaki "insani, rasyonel, reel ve taze din" gibi içi boş kavramlar, da masonizmin temeli olan seküler hümanizmin terimleridir.
Köy Enstitüleri'nin yayınlarında: Nazım Hikmet'in materyalist felsefeyi savunan şiirleri, öğrencileri Allah'ın varlığını inkara sürüklemeye yönelik mısralar, dinle ve kutsal değerlerle alay eden hikayeler de yer alıyordu. Türkiye Gizli Komünist Partisi'nin ilk Merkez Komitesi Azası Ethem Nejat'ın ve Mustafa Suphi'nin fikirlerine dahi başvurulmuştu. Dönemin güçlü kalemlerinden Peyami Safa, Köy Enstitülerindeki Marksist propagandayı bir makalesinde şu şekilde yorumlamaktadır.
Çocuklara Nazım Hikmet'in şiirlerini ezberleten, marksizm hakkında konferanslar verdiren, dergilerinde de marksizm hakkında makaleler neşreden Köy Enstitülerinin komünist yuvaları olduğunu bilmeyen bir tek şuurlu Türk aydını yoktur. Köy Enstitüsü mezunlarından yazı hayatına girenleri Moskova Radyosu öve öve bitiremez. Daha geçen gün bir lisede Komünist propaganda yaparken yakalanıp ağır ceza mahkemesine verilen bir öğretmen de, yazıldığı gibi filoloji mezunu değil, Köy Enstitüleri yetiştirmelerindendir. Köy Enstitülerinin kapanması Kara Kuvvet'in zaferi ise, 30 Ağustos zaferine benzetilen kuruluşları Kızıl Kuvvet'in zaferi midir? Kızıl olmayan mutlaka Kara mıdır? Hür milletler camiası, kara milletler camiası mıdır?. Bu ters mantık sistemine ve Moskova iddiasına göre Köy Enstitülerinin yerini alan öğretmen okullarımız da kara öğretim okullarıdır. Çünkü bu okullarda Marx'a kasideler okunmaz, Moskof hademesi Nazım Hikmet'in plakları çalınmaz, şiirleri okutulmaz, şehirli ile aynı hak ve imkanlara sahip köylü ayrı bir sınıf sayılmaz, milli birlik parçalanmaz, sınıf kategorilere ayrılmaz. Köy Enstitüleri'ndeki bu Marksist propagandanın ortaya çıkması üzerine TBMM üzerinde büyük bir kamuoyu baskısı oluştu. CHP saflarından da Köy Enstitüleri'ne karşı eleştiri okları fırlatılmaya başladı. mason Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in yerine Milli Eğitim Bakanlığı'na getirilen R. Şemsettin Sirer'in Bakanlık müfettişleri tarafından hazırlatmış olduğu Köy Enstitüleri raporu ise ahlaki açıdan utanç vericiydi. İşte bu rapordan bazı alıntılar.
1-12 Numaralı Belge: .... Enstitüsünün kuruluşundan 1947 senesine kadar muhtelif zamanlarda kız öğrencilerin büyük bir kısmı Enstitü öğretmenleri tarafından rahatsız edilmiştir. Küme öğretmenlerinin, disiplin kurulu üyelerinin, bakanlık müfettişi Ziya Karamuk'un imzalarını taşıyan bu belgede, kız öğrencilerin öğretmenleri tarafından bizzat öpülüp sıkılmak sureti ile çirkin muamelelere zorlandığı ve ahlaksızlığa zorlandığı tesbit edilmiştir. Bu ahlaksız ilişkiler sonucunda bazı öğretmenler, kız öğrencileri ile kanun zoru ile evlenmek durumunda kalmıştır.
2-13 Numaralı Belge: ..... Köy Enstitüsünde kız ve erkek öğrenciler enstitü civarındaki Kalaycı civarında ve enstitü yatakhanesinde uygunsuz vaziyette yakalanmıştır.
3-14 Numaralı Belge:.... Köy Enstitüsü mezunu bir köy öğretmeni, kendi okulu öğrencilerinden bir kızı iğfal etmiştir. Ahlaki durumları arzedilen öğretmenlerin yetiştirmiş olduğu öğrencilerin mezun olduktan sonra tayin edildikleri okullarda öğretmenlerinden gördükleri gibi hareket ettiklerinin delili olmak bakımından bu belge ayrıca bir önem taşımaktadır.
Köy Enstitüleri ile ilgili raporda anlatılanlar bu kadar değildir. Cinsel serbestliğin yanısıra öğretmen ve öğrencilerin modernlik adına sabahlara kadar süren içki alemleri raporda yeralan diğer örnekler arasındadır. Ayrıca 47 Numaralı belgede Enstitülerde gizli ve açık olarak ahlaksız yayınlar yapıldığından ve Köy Enstitüleri Dergisi'nde bu ahlaksız yayınlara çanak tutulduğundan, aile içi (ensest) ilişkilere kadar vardırılan cinsel sapkınlıklara yer verildiğinden bahsedilmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı Başmüfettişi Fethi İsfendiyaroğlu, Köy Enstitüleri'nde yapmış olduğu incelemeler sonucu elde ettiği izlenimlerini şu sözleri ile ifade ediyor:
Umumiyetle sureti mahsusada köyden, köy çocuğunun ailesi muhitinden çok uzaklarda, adeta dağ başlarında kurulup, gerek köylülerin ve gerek şehirlilerin çevresinden ayrı bulundurarak her türlü muzir telkinlere kolayca imkan ve fırsat bulacak ıssız yerlerde işler hale getirilen ve 40 binden fazla köylümüzü milli ruhtan mahrum, muzir ve solcu fikirlerin telkinine memur birtakım köy öğretmeni yetiştirmeye çalışmışlar ve bunların vatan sevgisi ile dolu olmayanlardan bir takımını maalesef tamamıyla zehirlemişlerdir. Bereket versin ki bir çoğu, temiz köylülerimizin tertemiz kanlı evlatları olduğundan bu menfi ve muzir propagandalar ve yıkıcı telkinler onların asil ruhlarında bir iz bırakmamışlardır. Hatta bir nevi reaksiyon husule getirmiştir.
Halkevlerinde ve Köy Enstitüleri'nde yürütülen tüm bu ateist ve materyalist propaganda ile ahlaki dejenerasyon sürecinin, masonların Türkiye için öngördükleri stratejinin bir parçası olduğuna dikkat etmek gerekir. Bu nedenledir ki, Köy Enstitüleri'nin kapanmasından yıllar sonra bile mason yazarlar ve gazeteciler Köy Enstitüleri'ni savunmuş ve hatta bunların yeniden hayata döndürülmesi için çaba harcamışlardır. Masonların yayın organlarından Mason Dergisi'nde yer alan bir makalede, Köy Enstitüleri için "Türk eğitim tarihinin en görkemli projesi" ifadesinin kullanılması, yeterince açıklayıcıdır: Orta eğitimin başlıca nitelikleri, evrensel, insancıl, laik, pozitivist bir anlayıştan kaynaklanan, ulusal bilinç veren eğitim program ve politikalarıydı. Din dersleri kaldırılmıştı. Kırsal Kesimin eğitimi T.C'nin karşılaştığı en önemli sorunlarından biriydi. Köyün her açıdan kalkınmasını sağlayacak, öğretim biçiminin geliştirilmesi ve bu ereğe ulaşmaya yönelik eğiticilerin yetiştirilmesi hızla gerçekleştirilmeliydi. Köy Enstitüleri bu amaçla kuruldu. Kanıma göre Türk eğitim tarihinin en görkemli projesidir Köy enstitüleri. Aynı makalede mason yazar, Halkevleri için de "misyoner bir anlayışın ürünü" ifadesini kullanmaktadır. Söz konusu misyonerlik, kökeni Tapınak Şövalyelerine uzanan, din düşmanlığını kendisine en büyük görev kabul etmiş bulunan masonik misyonerliktir.
Masonların Dine Karşı Savaşı
Kitabın önceki bölümlerinde incelediğimiz gibi, masonluk, dine ve dini kurumlara karşı cephe alan bir geleneğin temsilcisidir. Tapınak Şövalyeleri, Hıristiyanlık'tan çıktıktan ve sapkın bir öğretiye kapıldıktan sonra Hıristiyanlarla tarihsel bir mücadele içine girmiştir. Avrupa'da asırlar boyunca dine karşı yürütülen mücadelede, öncülüğü Tapınakçıların mirasçısı olan masonlar yapmıştır. Türkiye'de de masonluk, pozitivist ve materyalist fikirleri kitlelere empoze eden ve dindarlara karşı düşmanlık körükleyen bir örgüt olarak işlev görmüştür. Türk masonlarının kendi metinlerine baktığımızda, dine karşı olan bu garip husumetlerinin ve bundan kaynaklanan eylem planlarının ifadeleri ile karşılaşırız. Örneğin Mason Mahfili'nin yayınlarındaki bir ifadede, "medreseler ve minareler yıkılmadıkça, yani skolastik düşünceler, dogmatik inanışlar ortadan kalkmadıkça, fikirlerdeki esaret, vicdanlardaki ızdırap kalkmayacaktır" denmektedir. Dini kurumların masonları ne kadar rahatsız ettiği ise, Üstad-ı Azam Haydar Ali Kermen'in aşağıdaki ifadelerinden anlaşılacaktır:
Nasıl ki Milli Meclis'te, hiç münasebet almadığı halde caminin sıralarından yükselen ezan sesi "ben yaşıyorum, ölmedim, ölmeyeceğim" diyen onun 'essela'sından başka bir şey midir?... Memleket aydınlarının kulaklarını tırmalayan bu ses, hepimizin ikaz ve basiret görevini ihtar eden bir hatırlatmadır. Görüldüğü gibi ezan sesi masonların "kulaklarını tırmalamakta" ve onlarca masonik görevlerini hatırlatan bir uyarı gibi algılanmaktadır. "Ben ölmedim, ölmeyeceğim" diyen dinin susturulmasını masonlar en büyük görev olarak kabul etmişlerdir. Masonlar din ahlakının yaşanmasını engellemek için çeşitli yöntemler kullanırlar. Halkevleri veya Köy Enstitüleri gibi kurumlar bu yöntemlerin sadece biridir. Bir başka yöntem, masonların kontrolündeki medya kuruluşları yoluyla dine ve dini değerlere karşı yürütülen aleyhte propagandadır. Mason yazarların kitapları bir başka önemli yöntemdir. Abdullah Cevdet ile başlayan bu gelenek, Cumhuriyet döneminde Cemil Sena Ongun veya Orhan Hançerlioğlu gibi en üst derecelere ulaşmış üstad masonlar tarafından sürdürülmüştür. Cemil Sena Ongun'un Hz. Muhammed'in Felsefesi adlı kitabında, İslam'ın (tenzih ederiz) güya peygamberimizin bir icadı olduğu iddiası üstü kapalı ama çok ısrarlı şekilde dile getirilir. Büyük Üstad Orhan Hançerlioğlu ise, Toplumbilim Sözlüğü, İslam İnançları Sözlüğü gibi, pek çok üniversitede kaynak olarak okutulan kitaplarında yine ateist ve din-dışı bir propaganda yürütmüş, dindarlara karşı asılsız suçlama ve iftiralar dile getirmiştir. Bu gibi mason teorisyenler, ateizmi ve materyalist felsefeyi "bilimsellik" zanneden, din-dışı bir dünya görüşüne sahip olarak "ilerici" olduklarını sanan, Darwin'in evrim teorisine adeta bir din gibi inanan ve tüm bu cehaletlerin içinde yaşarken de kendisini çok akıllı ve kültürlü sanan bireyler yetiştirmişlerdir. Masonluk Türk milletini bu şekilde inançlarından koparmaya çalışırken, dindarlara karşı da yoğun bir baskı politikası organize etmiştir. Bir loca kitapçığında yer alan aşağıdaki ifade, bu konuda oldukça açıklayıcıdır: Toplumumuzda İslam medeniyetinden kalma ve onu medeniyete bağlamaya çalışan gizli kuvvetler vardır. Bunun varlığını kabul etmekten kaçınmak lazımdır. Ama onu ezecek tedbirleri düşünmek ve uygulamak şarttır.
Dindarları ezmeye yönelik bu "masonik tedbirler"; geçmiş yüzyıl içinde Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hamdi, İskilipli Atıf Hoca, Bediüzzaman Said Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan gibi büyük İslam alimlerine yapılan baskıların da perde arkasını oluşturmaktadır. Bediüzzaman Said Nursi'nin eserlerinde bu gerçeğe atıfta bulunan bazı kısımlar da vardır. Bediüzzaman, Nur Risaleleri'nin değişik yerlerinde, masonluğun dine karşı olan düşmanlıklarını şöyle vurgular: "Şimdi anlaşıldı ki, millet, vatan ve İslamiyete en dehşetli zarar veren komünistlik, masonluk ve dinsizliktir." Çünkü masonluk, komünistlik, dinsizlik doğrudan doğruya anarşistliği doğurur. Ve bu dehşetli duruma karşı ancak ve ancak Hakikat-i Kuraniye etrafında İttihad-ı İslam dayanabilir. Bir başka yerde Bediüzzaman, masonların din düşmanlığını şu şekilde ifade eder: "Bin yıllık Müslüman Türk'ün manevi bağlarını koparıp onu başka bir yola sürüklemek isteyen bir güruh şöyle diyor: "Biz artık Allah'ı hayat gayesi olarak tanımayacağız. Biz bir gaye yarattık; o gaye Allah değil beşeriyettir." Mason ritüellerini incelediğimizde Bediüzzaman'ın dikkat çektiği "biz artık Allah'ı hayat gayesi olarak tanımayacağız. Biz bir gaye yarattık; O gaye Allah değil beşeriyettir" ifadesinin, 1923 yılında yayınlanan Meşrik-i Azam İçtimai Zabıtları adlı masonik dergide yayınlandığı görülür. Yani, Bediüzzaman'ın "Türk'ün manevi bağlarını koparıp onu başka bir yola sürüklemek isteyen güruh" derken kasdettiği kişiler, "seküler hümanizm" dinine inanan masonlardır. Bediüzzaman, Risale-i Nur'da masonların kendisine olan özel düşmanlıklarını da ifade etmiştir. Bu büyük alime yapılan haksız baskı ve zulümlerde masonların büyük rolü vardır: Burada bir günde çektiğim sıkıntı ve azabı, Eskişehir'de bir ayda çekmezdim. Dehşetli masonlar, insafsız bir masonu bana musallat etmişler, ta ki hiddetimden ve işkencelerine karşı "artık yeter" dememden bir bahane bulup, zalimane tecavüzlerine bir sebep göstererek yalanlarını gizlesinler.
Bediüzzaman'ın hayatını anlatan Son Şahitler adlı kitapta, bu büyük İslam alimine karşı masonların çektirdiği sıkıntı ve eziyetler anlatılmaktadır. Bediüzzaman'ın kendi ağzından masonların suçsuz yere kendisini hapse attırdığı bildirilmektedir. Bediüzzaman kendisine ait suçlamaları cevaplandırdığı Ondördüncü Şua'da da masonların düşmanlığını bir kez daha ortaya koyar. Mahkemenin Bediüzzaman'ın gizli düşmanları olduğunu reddetmesine karşılık, Bediüzzaman bu iddianın yanlış olduğunu, komünistlerin ve masonların kendisine büyük düşmanlık beslediklerini ifade eder. Bununla birlikte, Bediüzzaman, Nur Risaleleri'nde kendi görevinin yalnızca Allah'ın varlığını anlatmak ve dinsizlik akımına karşı imanı korumak olduğunu bildirmiştir. Bir mektubunda bu durumu açık şekilde anlatmaktadır. Olaylar detaylı bir şekilde incelendiğinde, kendisine eziyet eden ve geniş ölçüde hakim olan gücün masonluk ve komünist ideoloji olduğunu şu sözleriyle ortaya koyar. Ben de beş on gün içinde üç defa siyaset dünyasına baktım. Müdafaatımda dediğim gibi masonlar ve komünistler hesabına çalışan iki yüzlü cereyan, baskı ve rüşvet kullanarak bizi böyle işkencelerle ezmeye çalışmış. Şimdi o kuvveti kıracak başka bir cereyanın bu vatanda tezahüre başladığını gördüm. Fazla bakmak mesleğimce iznim olmadığından daha bakamadım. Kendi görevinin, dinsizliğe karşı yerine getirilmesi gereken üç büyük vazifeden birisi olan iman-ı tahkiki kurtarmak olduğunu ve dinsizlikle, masonlukla yapılan mücadelenin daha sonra tam olarak hedefine ulaşacağını anlatan Bediüzzaman, talebelerine şu ünlü sözünü söylemiştir: "Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabatı içerisinde en yüksek ve gür seda İslam'ın sedası olacaktır." İslam'ın "en yüksek ve gür seda" olmasından endişe eden masonlar ise, Bediüzzaman devrinden bu yana din aleyhtarı propagandayı ve dindarlara karşı baskı politikasını sürdürmektedirler. Örgüt, 14. yüzyıl Avrupası'nda Tapınak Şövalyeleri tarafından başlatılmış olan "dine karşı savaş"ı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de yürütmektedir. Tapınakçı-mason örgütlenmesinin bir diğer önemli yönü ise, daha önceki bölümlerde incelediğimiz gibi, siyasi ve ekonomik menfaatlere yönelik illegal faaliyetlerdir. Türkiye'deki masonluk, bu konuda da yabancı biraderleriyle uyum içindedir.
Türkiye'deki P2'ler: Gizli Localar
Masonluğun en temel prensibi kendini gizlemek, gerçek faaliyetlerini gizli tutmaktır. Bu, Tapınak Şövalyeleri'nden bu yana değişmeyen bir yöntemdir. Tapınakçılar; Hıristiyanlık'tan çıkıp sapkın bir inanca kapıldıklarını, Bafomet adlı bir puta taptıklarını, Hz. İsa'ya düşman olduklarını veya sapık cinsel ilişkiler kurduklarını gizlemişler ve kendilerini son derece masum bir keşiş tarikatı gibi göstermişlerdi. Masonluk ise bu gizlilik geleneğini devralmış, kendisini hiçbir siyasi amacı olmayan bir ahlak okulu ve hayır kurumu gibi göstermiştir. Oysa sahip oldukları gizlilik prensibi, bunun inandırıcı bir tablo olmadığını göstermek için tek başına yeterlidir: Masum bir "ahlak okulu", neden dünyanın en gizli örgütlenmesi için çalışmaya ihtiyaç duysun? Türk masonlarının yayın organlarından birinde yer alan aşağıdaki ifade, "hayır kurumu" imajının bir kamuflaj olduğunu göstermektedir. Mimar Sinan dergisinde, mason Üner Birkan tarafından kaleme alınan bir makaledeki ifade şöyledir: "Masonluk da, toplum hizmetlerine el atarak, kendini topluma hayırlı bir kuruluş olarak tanıtabilir." Masonların bu kamuflajı kullanırken gerçek amaç ve faaliyetlerini gizlemek için başvuracakları ketumiyet ve gizlilik yöntemleri ise yine masonik yayınlarda açıklanmaktadır. Örneğin masonların bir nevi "anayasası" olan Anderson Yasası, Davranış Maddesi, dördüncü fıkrası şöyledir: "Mason olmayan yabancılar bulunduğunda, sözleriniz ve tutumunuzla öyle ketum ve ihtiyatlı olunuz ki, en ince zekalı yabancı bile duyulması uygun olmayan şeylerin farkına varmasın." Şakül Gibi adlı mason dergisi de örgütün bu gizlilik emrini "biraderlerine" şöyle aktarmaktadır:
Arılar karanlık olmazsa çalışamazlar... Sol elinizin yaptığını sağ eliniz bilmesin. Gizliliğin sayılmayacak çok etkileriyle ilgili olarak ve daha büyük şeylerle alakalı olarak sembollerin gizemli işlevleri vardır. Mason Dergisi'nin 1993 yılının Mart ayında yayınlanan sayısında "mabette yapılan Ritüel çalışmalarının dışarıda konuşulmasının yasak olduğu" açıkça söylenmektedir. Yine masonların yayın organı olan Büyük Şark Dergisi'nin 11. sayısında "sembolleri ve localarda geçen olayları, tartışmaları açıklamak ahlak dışı bir harekettir; davaya ve yemine ihanettir" denmektedir. Mason örgütünün kendi üyelerine yaptırdığı "Ketumiyet Yemini" ise gizliliğin örgüt içerisinde ne denli önemli olduğunu açıkça ispatlamaktadır. "2. Derece Çırak Ritüeli"ndeki bu yemin şöyledir: "Şimdi veya daha sonra öğretilecek Kadim Masonluk Misterleri ile bunlara ait gizli sanatları, yönleri ve noktaları, bu dereceye usulüne göre kabul edilmiş olanların dışında hiç kimseye, kim olursa olsun hiçbir surette açıklamayacağım, veya yalnız tam, kusursuz, muntazam bir locada iken ve onların da kendim gibi düzenli olduklarına tam bir kanaat getirdikten sonra usulüne göre açıklayacağım." Yine söz veririm ve şerefim üzerine yemin ederim ki, bu sırları, hareketli veya hareketsiz hiçbir şeyin üzerine yazmayacak, basmayacak, kazımayacak, işaretlemeyecek, resmetmeyecek, kesmeyecek veya elimden gelip gücümün yettiğince de başkalarına yaptırmayacak, yapmalarına engel olacak, yapmalarına göz yummayacağım ki, bu hareketli ve hareketsiz şeyler üzerinde herhangi bir kelime, hece, harf, işaret veya şekil, yahut bunların en küçük izi bile, benim ihmal veya liyakatsizliğimden dolayı sırlarımız ile misterlerimizin usulsüz olarak başkasının okuyup anlamasına, öğrenmesine, ortaya çıkmasına sebep olmasın.
Peki nedir masonların gizlemekte bu kadar hassas oldukları sırlar? İtalya'daki P2 locası bu sorunun cevabını ortaya çıkarmıştır: Topluma bir hayır kurumu ve ahlak okulu gibi gözüken mason localarında, gerçekte siyasi ve ekonomik menfaatlere yönelik pek çok illegal faaliyet yürütülmektedir. Ancak bu faaliyetlerin yürütüldüğü localar göz önünde değildir. Yani masonluğun geleneksel gizliliğine ilave olarak, bir de "bilinen localar" ve "gizli localar" şeklinde ikinci bir gizlilik prensibi vardır. P2, söz konusu gizli localardan biridir. Bir önceki bölümde incelediğimiz gibi, bu loca diğer mason locaları gibi yeri ve adresi belli bir binada değil, Licio Gelli'nin gözlerden uzak villasının gizli bir bölümünde yer almıştır. İtalya'nın pek çok ünlü siyasetçi, bürokrat, iş adamı veya medya patronunun P2 toplantılarına katılması, bu gizlilik sayesinde mümkün olmuştur. Aksi takdirde P2 locası faaliyetlerini yürütemez, kısa sürede deşifre olurdu.
İşte Türkiye'deki P2'lerin sırrı da burada gizlidir.
Türkiye'deki masonların faaliyetlerinin sadece çok küçük bir kısmı resmi makamların ve kamuoyunun bilgisi dahilindedir. Masonlar resmi olarak bilinen bir kaç ünlü loca merkezine sahiptirler. (İstanbul Nuru Ziya Sokak ve Tepebaşı'ndaki localar.) Oysaki Türkiye'deki masonik yapılanmanın beyni, gizli localardadır. Bunlar, mason locası olduğu hiçbir şekilde bilinmeyen ve anlaşılamayan adreslerde yer alan özel ve gizli mabedlerdir. Bu gizli localar, ya büyük mason üstadlarının müstakil evlerinin yer seviyesinin altında kalan gizli mahzenlerinde veya fabrikalarının ve holding binalarının yine gizli olan bodrum katlarında yer almaktadır. Bu gizli salonların bazıları, ayna görüntülü duvarların veya gardrop kapağı gibi gözüken kapıların ardında gizlenmiştir. Son derece lüks ve ihtişamlı bir şekilde döşenen bu localara giden masonlar, sanki sıradan bir iş toplantısına veya dost meclisine gider gibi hareket etmekte ve böylece şüphe çekmemektedirler. Toplantılara katılanlar arasında, Türkiye'nin en üst düzey masonları olduğu gibi, Tel-Aviv, Chicago veya Paris locası gibi yabancı merkezlerden gelen ve hem uluslararası masonik kararları yerli "biraderlerine" aktaran hem de onlarla görüş alış-verişinde bulunan bazı yabancı masonlar da yer almaktadır. Eğer bu mekanlarda detaylı bir araştırma yapılırsa, örgütün illegal faaliyetlerine, yurtdışı bağlantılarına dair pek çok belge ortaya çıkacaktır. Söz konusu gizli locaların sis perdesini biraz olsun aralayan önemli bir gelişme ise, bu localarda yapılan bazı garip ayinlerin medyaya yansıması olmuştur. Bu ayinler, bundan 6 yüzyıl önce Kilise tarafından yasaklanan "Tapınak Şövalyeleri" tarikatının, günümüz Türkiyesi'nde halen yaşadığını ve 6 yüzyıl önceki sapkın ritüelleri hala uyguladıklarını göstermektedir.
Tapınakçıların Gizli Ayinleri Ekranda: Mason Locası Çekimleri
1997 yılı masonlar açısından zor bir dönemdi. İlk defa mason mabetlerinde gizli çekimler gerçekleştirildi ve bu görüntüler Kanal 7 Televizyonu'nda günlerce yayınlandı. İki ayrı locada çekilmiş olan gizli kamera görüntüleri hem Türk halkını, hem de yüksek derecelere ulaşmamış masonları şok etti. Bu gizli kamera görüntülerinin birisinde, yalnızca 33. dereceden masonların katılabildiği "şeytana tapma ayini" icra edilmekteydi. Ayini yöneten Büyük Üstad, locanın ortasında kesilen bir keçinin kanını içiyor ve İbranice bazı dualar okuyarak şeytana tapma ayinini sonuçlandırıyordu. Diğer görüntülerde ise masonluğu kabul edilen iki yeni kişinin göğsüne, masonik ritüellere göre kılıçlar dayanıyor, bunlar açıkça ölümle tehdit ediliyordu. Aynı locada kaydedilmiş diğer bir görüntüde ise masonlar tarafından sürekli olarak inkar edilen masonik nikah töreni vardı. Masonlarla ilgili gizli kamera görüntülerinin yayınlanması ile birlikte masonluk, gündemin en üst sıralarına yükseldi. Konunun üzerine giden diğer bazı gazete ve dergiler önemli yorumlarda bulundular. Aşağıda bu yorumların bazılarını aktarıyoruz:
7 Ocak 1997 Pazartesi... Kanal 7 Haber Saati'ne bakıyoruz. Günün önemli olayları sıralanıyor ve günün bombası patlıyor: 'Türkiye'deki 33. dereceden masonların ayin törenlerinden ilginç görüntüler.' ...Masonların ne oldukları, kime hizmet ettikleri, ne tür faaliyet gösterdikleri biliniyor. Fakat çok gizli çalışma metodu uyguladıkları için teşhir edilemiyorlardı. ... Masonlar gün ışığına çıktı. Üst düzey bürokratlar ve seçkinlerin girebildiği mason localarının ayinlerini izlerken dehşete düştük. Şeytana tapanların dinlediği müzik, baştan aşağı beyaz giysiler, kılıçlar, altı köşeli yıldız ve kesilen keçi. Kesilen keçinin kanının bir tasa doldurulması, kafasının bir çubuğa geçirilerek yakılması ve baş masonun İbranice duaları. Bütün bu garip sahneler Türkiye'nin göbeğinde ve İstanbul'da yaşandı. Törene katılanlara ettirilen yeminler ve kullanılan kelimeler içinden çıkılamayacak cinsten... 'Yüce Kadoş Şövalyeleri, verdiğin sözü yerine getirmezsen, kalbin, vücudun vahşi atlar tarafından parçalansın. Bedenin kül haline gelsin. Bu küller dört taraftan esen rüzgarlarla dağılsın..." Ellerine geçen, rahatlıkla "Dünyada ilk defa gerçekleşen bir gazetecilik olayı" diyebilecekleri gizli kamerayla çekilmiş bir filmi, cuma gününden bu yana ekranlara taşıyan Kanal 7 yönetimi başlarına geleni anlamakta zorlanıyor. Nasıl zorlanmasın; bir mason locasında gizlice çekilmiş, üç adayın örgüte girişiyle ilgili tören ve bir başka mason nikah töreni, medyada hiç ilgi görmedi. Ne bir başka kanal çekimden görüntüler yayınladı, ne de bir gazete ve dergi, konuyu sütunlarına taşıdı. Tam bir sessizlik. Halbuki dini nikahın tartışıldığı bir ortamda mason nikahı ilgi çekmeliydi. Aslında sessizliğin sebebi Kanal 7'nin gizli çekimlerinde de anlaşılıyor. Mason örgütüne girerken adeta dini bir ritüel yaşıyorlar. Gizli kameranın giremediği bir düşünce odasında bir süre tutuluyor, sonra eğilmeye zorlanarak bir çıtanın altından geçiyorlar. İçeride gözleri bağlıyken, elleriyle yoklamaları istenen bir kılıç göğsüne dayanıyor. "Burada öğrendiklerini dışarıda açıklarsan sonucuna katlanırsın" mesajı bir kez daha sözlü olarak aktarılıyor. Gözlerini açar açmaz gördükleri 'biraderler' her hareket ve konuşmalarından önce ellerini boğazlarına götürerek kesme işareti yapan insanlar.
Kanal 7 kaç gündür masonluk ile ilgili görüntüler yayınlıyor. Dünya tarihinde ilk defa gerçekleşen bir gazetecilik başarısı bu. Bir masonun locaya kabulü gizli kamera ile elde edilmiş görüntüler aracılığıyla kamuoyuna aktarılıyor... Medyamızda, ya da alanen çağrı yapılmasına rağmen masonlarda en ufak bir kıpırdama yok... Yeryüzünün bilinen en eski ve en sürekli tarikatı ile ilgili görüntüler Kanal 7 ekranlarında yer almasına rağmen, henüz bir televizyon kanalı, bu görüntülere... ilgi göstermedi... Kanal 7'nin günlerdir açıklama beklemesine, masonluk ayininden inanılmaz görüntüleri ekrana getirmesine rağmen hiç ses çıkmamasında, tepki verilmemesinde, hele medyanın olayı tamamen görmezden gelmesinde, bu dünyanın içinde var olan etkili isimlerin, localarına karşı ettikleri sadakat yemininin payı var mı dersiniz? Bu görüntülerin televizyonlarda gösterilmesinin ardından masonluktan daha önceki yıllarda ayrılan, ancak kendilerine ayrıldıklarına dair hiçbir belge verilmeyen Mümin Kılıç ve Önder Aktaç, kameraların karşısına geçerek mason localarındaki kirli işler hakkında önemli açıklamalarda bulundular.
Konu TBMM çatısı altında da gündeme geldi. Tokat Milletvekili Ahmet Fevzi İnceöz, mason locaları konusunda İçişleri Bakanlığı'na soru önergesi verdi. Önergede, televizyonlara yansıyan görüntülere dayanılarak şu yorum yapılıyordu: Görüldüğü gibi, Büyük Mason Mahfili Derneği adı altında faaliyet gösteren mason derneği, devletimizin güvenliğini ve milli menfaatlerimizi tehdit eden, insanların açıkça tehdit edildiği, emniyet birimlerinin kontrol ve denetiminden kaçan, içinde yasadışı nikahların kıyıldığı, usülsüz paraların toplanıp harcandığı, izinsiz silahların bulunduğu bir merkez durumundadır. Gerçek yönetim merkezi yurtdışında olan, enternasyonal yapısı olan, milli çıkarlarımız ve devlet güvenliğimiz açısından çok tehlikeli olan bu teşekkülün faaliyetlerinin durdurulması gerekmektedir. Ancak başta belirttiğimiz gibi tüm bu çağrılar yanıtsız kaldı. Masonlar konu hakkında hiçbir açıklama yapmayarak ve kontrolleri altındaki medyayı konudan uzak tutarak gündemin değişmesini sağladılar. Birbirlerine "Kadoş Şövalyesi" (İntikam Şövalyesi) olarak hitap eden bu günümüz Tapınakçıları, asırlardır yaptıkları gibi yine yeraltında kalmaya başladılar.
Mafya ve Tapınak Şövalyeleri
Bir ülkedeki masonik faaliyetleri anlamak için kullanılabilecek araştırma yöntemlerinden biri, diğer ülkelerde ortaya çıkmış olan masonik faaliyetlerle kıyas yapmaktır. Masonluk enternasyonal bir örgüt olduğu ve her ülkede aynı sisteme sahip olduğu için, bir ülkede ortaya çıkan bir "masonik skandal" diğerleri için de aydınlatıcı olabilir. İtalyan masonlarının mafya ile olan yakın ilişkileri, söz konusu "aydınlatıcı" gerçeklerden biridir. P2 mason locası skandalı ve ardından yapılan diğer bazı adli soruşturmalar, ülkedeki mason locaları ile mafyanın pek çok yönden içiçe olduğunu göstermiştir. İtalya'da 1990'lı yıllara damgasını vuran ve mafya örgütlenmesinin büyük ölçüde temizlenmesiyle sonuçlanan ünlü "Temiz Eller Operasyonu" çerçevesinde de, masonluk ile mafya arasındaki önemli bağlantılar bir kez daha kanıtlanmıştır. İtalya'daki mafya örgütlenmesi hakkında soruşturma yürüten İtalyan Parlamentosu'nun ilgili komisyonu (Commissione Parlamentare Antimafia) masonluk ile mafya arasındaki ilişkiyi 1993 tarihli bir raporda şöyle açıklamıştır:
Cosa Nostra (Mafya) ile bazı resmi görevliler ve özel sektördeki profesyoneller arasındaki ilişkilerin kurulduğu ve yürütüldüğü en temel kanal masonluktur. Masonluk bağı, (mafya ile resmi görevliler arasındaki) ilişkinin daimi ve organik şekilde yürütülmesini sağlamaktadır. Masonların mafya mensuplarını kendi aralarına, hem de en üst derecelere kadar kabul etmeleri, tesadüfi veya istisnai bir durum değil, stratejik bir tercihtir... Masonluk örgütleri, mafyaya kendi güçlerini yaymak için çok önemli bir araç oluşturmakta ve her alanda avantajlar ve imtiyazlar elde etmelerini sağlamaktadır. Peki İtalya ile kültürel, tarihsel ve sosyolojik benzerlikler taşıyan Türkiye'de acaba durum nedir? Masonluk ile mafya arasındaki ilişki, Türkiye için de geçerli midir? Bu soruya yanıt veren bazı açıklamalar son yıllarda resmi ağızlar tarafından dile getirilmiştir. Örneğin TBMM Susurluk Komisyonu üyelerinden milletvekili Hayrettin Dilekcan yaptıkları araştırmalar sonucunda elde ettikleri bilgiler ışığında şu açıklamayı yapmıştır: "...İtalya'da P2 locası vardı. Türkiye'de İtalya'daki P2 locası gibi bir olayın olduğunu artık rahatlıkla söyleyebiliriz... Mevcut durumu mafya olarak tabir etmek olayı küçümsemek olur. P2 locasını basit bir mafya olarak değerlendiremezsiniz. Türkiye'de loca hakimiyeti söz konusu. Türkiye'de birileri bir yere gelmek istiyorsa bu localarda karar veriliyor. Bu locaları Türkiye aşamadığı müddetçe çözmemiz uzun zaman alacak demektir... P2 locasna baktığımız zaman Başbakanı ve bakanları belirleyen bir konuma ulaşmış... Türkiye'de parti genel başkanlarının belirlenmesi konusunda dahi etkili olmuşlar, artık gerisini siz tahmin edin." Aynı şekilde, Susurluk Komisyonu'nun sözcüsü olan milletvekili Bedri İncetahtacı da, yaptığı bir açıklamada "mafya" olarak tanımlanan örgütlenmenin masonlukla olan ilişkisine dikkat çekmiştir: Geçen sene "Gladyo" adıyla İtalya'da ortaya çıkan " Derin Devlet" adını verdiğimiz organizasyon ile -ki arkasından mason locaları çıkmıştır, İtalya'dakinin- Türkiye'deki şu anda adını tam olarak koyamadığımız, ama sadece yaptıklarından anladığımız ve varlığından haberdar olduğumuz organizasyon arasında çok büyük benzerlik olduğunu biliyoruz..." Kısacası, Türkiye'deki yolsuzluk olaylarının üzerine giden milletvekileri, bu karmaşık olayların ardından mason localarının bulunduğuna dair güçlü kanıtlar elde etmiş ve bunu ifade etmiş durumdadırlar.
Gerçekten de Türkiye'deki yolsuzlukların, haksızlıkların, masum insanlara karşı yapılan baskıların ardında çağdaş Tapınak Şövalyelerinin, yani masonların büyük bir rolü vardır. Bunlar, ülkemizi kendi siyasi ve ekonomik menfaatlerine göre yönledirmeye çalışmakta, bunun için her türlü kirli ve karanlık yöntemi kullanmaktadırlar. Dindarlara, özellikle de masonik felsefeye karşı çıkarak dini savunanlara karşı her türlü baskı, iftira, karalama yöntemini kullanmaktadırlar. Bu nedenle Türkiye'yi seven, Türk Milleti'nin milli ve manevi değerlerine inanan, inanç sahibi her insanın "Tapınak Şövalyeleri"nin etkisine karşı tavır alması gerekmektedir. Bu din alehytarı menfaat odağına karşı hem felsefi hem de adli bir mücadele yürütülmeli, bu odağın kışkırtmalarına karşı da çok uyanık olunmalıdır. İnanıyoruz ki bu fikri mücadele başarıya ulaşacak ve Türkiye, milli ve manevi değerlerine bağlı, çağdaş ve güçlü bir devlet olarak önümüzdeki 21. yüzyıla damgasını vuracaktır.