AHMET ÜNAL
duzeningercekyoneticileri
|
|||
"Bu durumda sorabiliriz: Eğer Dünya Düzeni bugün egemenliği elinde bulunduruyorsa, neden bazı kurumlara ihtiyaç duymaktadır? Cevap açıktır: Dünya Düzeni egemenliğini korumaktadır çünkü egemenliğini reddetmekte, kendi varlığını kabul etmeyip gizlemektedir. Onun gücü heryerde; hükümetlerde, eğitimde, bazı dini gruplarda, incelikle hesaplanan savaşlar, devrimler ve kıtlıklarda görünmesine karşın, Dünya Düzeni, aynı mafya gibi kendi varlığını reddeder. Dünya Düzeni'nin hizmetçileri değişir ama Düzen sabit kalır. Eğer çok fazla kişi CFR'yi (Council on Foreign Relations) farkederse, bu kez güç Bilderberg'e ya da Trilateral Komisyonu'na aktarılır. Ama Düzen'in egemenliği sabit kalmaktadır." - Eustace Mullins. The World Order: Our Secret Rulers, s. 193 |
DÜZEN'İN ARDINDAKİ GÜÇLER
Dünya, 20. yüzyılla birlikte eskisinden çok farklı bir dünya haline geldi. Yüzyılın hemen başlarında tüm güç dengeleri değişti. Bütün güçlü monarşiler yıkıldı ve yerlerine 19. yüzyıldaki anti-monarşik dalganın yeni sonucu olan ulus-devletler kuruldu. İslam dünyası, dünya politikasında son temsilcisi olan Osmanlı'nın yıkılmasıyla gücünü yitirdi. Yeni bir dünya düzeni, aslında bu yüzyılın başında kuruldu. Bu düzen, dünyanın Amerikan egemenliği altına girmesiyle başlıyordu. Ve bu nedenle de, 20. yüzyıl giderek Amerikan yüzyılı haline geldi.
20. yüzyıl hakkında okunabilecek milyonlarca sayfalık "resmi tarih" bilgisi bulunabilir. Ancak, biz yine resmi olmayan, örtülü tarihe bakacak ve bu tarihin içinde Mesih Planı'nın, ya da bir başka deyişle İsra Suresi'nin başında haber verilen "İsrailoğullarının ikinci yükselişi"nin yerini bulmaya çalışacağız. Kitabın 2. bölümünde, Yahudi önde gelenleri ve Tapınakçı geleneği koruyan masonlar arasında kurulan İttifak'ın, Batı toplumlarını politik ve kültürel yönden büyük bir değişime uğrattığını görmüştük. İttifak, kendisine en büyük düşman olarak belirlediği dini otoriteye karşı büyük bir mücadeleye girişmiş ve sonuçta hem dini otoriteyi zayıflatmış, hem de onun yeniden güç bulmasını engelleyecek biçimde Batı toplumlarını sekülerleştirmiş, dinden koparmıştı. 4. bölümde ise İttifak'ın, arkasına Püriten geleneği koruyan Hıristiyan Siyonistleri de alarak, Vaadedilmiş Topraklar'da bir Yahudi devleti kurma çabasına giriştiğini inceledik. Bu hedefin önündeki en büyük engellerden birinin, yani Osmanlı sorununun yine İttifak tarafından ortadan kaldırıldığını gördük. Yahudi önde gelenlerinin karşılaştığı diğer bir büyük sorunun, yani Vaadedilmiş Topraklar'a göç etmek istemeyen kendi halklarının, "Nazi kartı"nın sayesinde acımasızca çözüldüğünü ise 5. bölümde konu edindik.
Vaadedilmiş Topraklar'da bir Yahudi devleti kurulması ise, İspanya sürgünü ile başlamış olan Mesih Planı'nın büyük bir başarı ile son aşamalarına gelmiş olması demekti. Çünkü, Mesih'in gelmesinden, yani umulan dünya egemenliğinin kesin olarak gerçekleşmesinden önce, Yahudi önde gelenlerinin yapması gereken üç şey vardı: Vaadedilmiş Topraklar'a dönmek, Kudüs'ü almak ve Tapınak'ı yeniden inşa etmek. Ve bunların ilki, 4. ve 5. bölümlerde incelediğimiz aşamalar sonucunda gerçekleşti. Kudüs, 1967'de alındı. Tapınak'ın yeniden inşa edilmesi ise bugün İsrail'deki dinci gruplar tarafından an meselesi olarak görülüyor. Hükümet ise, Tapınak'ı inşa etmek Mescid-i Aksa'nın yıkılmasını gerektirdiği için, "henüz zamanı değil" düşüncesini koruyor ve önce "İslami muhalefet"in susturulması gerektiğine inanıyor. Tüm bunlar, Yahudi önde gelenlerine göre, Mesih'in gelişinin ve dünya egemenliği hedefinin an meselesi olduğunu göstermektedir.
Bu durumda, 20. yüzyılda dünyayı etkileyen büyük politik gelişmelere de göz atmak ve İttifak'ın bu gelişmelerdeki rolünü incelemek gerekir. Eğer Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasında kurulmuş olan İttifak bir dünya egemenliği öngörüyorsa, kuşkusuz bu hedefe bu denli yaklaşıldığı 20. yüzyılda da İttifak'ın yeni politik manevraları yaşanmış olmalıdır. Mesih geldiğinde kesin olarak kurulacağı umulan dünya egemenliğinin altyapısı Kabalacılar'ın geliştirdikleri "Mesihi dönem insan eliyle başlayacaktır" kuralına uygun olarak 20. yüzyılda kurulmaya çalışılmış olmalıdır. Dünya egemenliğinin altyapısı, dünyadaki güç merkezlerinin İttifak'ın eline geçmesi olarak yorumlanabilir. İttifak, 19. yüzyılın bitimiyle birlikte, Katolik ve İslam dini otoritelerinin gücünü ortadan kaldırmıştı. 20. yüzyıl ise İttifak'tan bağımsız diğer güç merkezlerinin de ele geçirilmesi, ya da en azından etkisiz hale getirilmesine sahne oldu. İlerleyen sayfalarda İttifak'ın 20. yüzyılda doruğa çıkan gücünü birlikte göreceğiz. Ancak bir noktaya dikkat etmek gerekir. Önceki yüzyıllarda, masonluk, tek başına uluslararası dengeleri kontrol etmeye yetiyordu. Fakat 20. yüzyıl, dış politika kavramını ve ülkeler arasındaki ilişkilerin doğasını çok daha karmaşık bir hale getirdi. Artık büyük ülkelerin dış politikaları son derece kapsamlı bir kadro elinde şekillendirilmeye başlandı. Artık yalnızca zeki bir kral ya da bir-iki devlet adamı değil, ancak uzman bir kadro tarafından yönlendirilebilecek bir diplomasi tarzı doğmuştu.
İşte İttifak bu nedenle yeni mekanizmalar üretti. Böylece İttifak'ın karar merkezleri, klasik loca atmosferinden çıkarak daha gelişmiş ve modern "think-tank"lere kaymaya başladı. Masonluk hala önemliydi ve ülke-içi kontrolün sağlanması için birebirdi (P2 örneğinde açıkça görüldüğü gibi). Ancak dış politika alanı, masonluğun mistik görünümünden ve ritüellerinden soyutlanmış bu yeni kurumların denetimine geçti. İlerleyen sayfalarda, bu kurumların en önemlilerini, Council on Foreign Relations, Chatham House, Bilderberg Group ve Trilateral Commission gibi örgütleri ve bu örgütlerin İttifak'ın hedeflerine olan katkılarını inceleyeceğiz. Önce bu örgütlerin kimler tarafından kurulduğuna ve 20. yüzyılın en önemli ifadelerinden biriyle, kimler tarafından "finanse" edildiğine değinelim. "Finansman", 20. yüzyıl politikasının anahtar kelimesiydi. Ve ellerinde dev miktarda "finans" bulunan Yahudi önde gelenleri, Mesih Planı'nı gerçekleştirmek için can atıyorlardı.
Yahudiler ve 'Finansman'
Yahudilerin ekonomik gücü, oldukça ünlü bir konudur. Önceki bölümlerde Mesih Planı'nın aşamalarından söz ederken yeri geldiğinde bu ekonomik gücün etkisine değinmiştik. 20. yüzyıldaki gelişmelerin perde arkasını araştırmak içinse, sözkonusu ekonomik gücü biraz daha yakından incelemekte yarar var. Yahudi toplumunun parayla olan ilişkisi, büyük ölçüde İbrani öğretisinden kaynaklanır. Kitabın 3. bölümünde de vurguladığımız gibi Yahudi dini, dünya-merkezli ve maddeye yönelik bir dindir. Bu nedenle, İslam ve Katolik dinlerinde uzak durulması söylenen "para hırsı", tam aksi bir şekilde, Yahudilikte meşru, hatta teşvik edilen bir dürtüdür. Bu nedenle de sözkonusu iki dinde yasaklanan faiz, Yahudilikte serbest bırakılan, hatta tavsiye edilen bir kazanç yöntemidir. Max Weber de, Yahudi-para ilişkisinin dini boyutunu özenle vurgulayarak, "Yahudilerin parasal işlemler konusundaki tercihlerinin nedeni ritüel telakkileriydi" der.
Faiz, Ortaçağ'daki Yahudi ekonomik gücünün de temelini oluşturmuştur. Kimsenin tefecilik yapmadığı bir ortamda, bunu bir dini emir olarak gören Yahudiler tefecilikle özdeşleşmişlerdir. Judaica, Ortaçağ'da Yahudi tefecilerin genelde % 30 civarında faizle borç verdiklerini ancak bu oranın zaman zaman % 100'lere bile vardığını yazıyor (enflasyonsuz bir ortamda bu rakamın büyüklüğü elbette çarpıcıdır). Ortaçağ boyunca "Yahudi" ve "tefeci" kavramları o kadar özdeşleşmiştir ki, bazı dillerde aynı anlamda kullanılır olmuştur. O dönemdeki bazı Almanca kitaplarda "wucherer" (tefeci) kelimesinin "Yahudi" anlamında; "judaizare" (Yahudileşme) sözcüğünün de "faiz alma" anlamında kullanıldığına rastlanır. Yahudi tefecilerin önemli bir özelliği de, mesleklerini sürekli olarak babadan-oğula aktarmaları ve bu şekilde sürekli katlanan bir sermaye ile büyük bir ekonomik güce ulaşmalarıdır. Bu nedenle Ortaçağ'da pek çok Kral Yahudilerden borç almışlardır. Bunun çarpıcı bir örneğini kitabın ilk başlarında incelemiştik: İspanya Kraliçesi İsabella'nın Granadalı Müslümanlara karşı girişip 1492'de kazandığı savaşı, (aynı zamanda da bir Kabalacı olan) Isaac Abrabanel adlı tefecinin finanse ettiğini görmüştük. Kolomb'un yolculuğu da Abrabanel ve diğer başka bazı Yahudilerce finanse edilmişti. Bunlar, "finansman" kavramının, en başından beri Mesih Planı'nda önemli bir yer tuttuğunun işareti olarak yorumlanabilir. Kitabın önceki bölümlerinde, Yahudilerin 16. ve 17. yüzyıllardaki ekonomik güçlerine değinmiş ve köle ticareti, sömürgecilik gibi alanlardaki büyük rollerini vurgulamıştık. Amsterdam'da kapitalizmi doğuranların da Sefarad Yahudileri olduğunu konu edinmiştik.
17. ve 18. yüzyıllarda doğan yeni bir sınıf ise Yahudilerin ekonomik gücünü siyasi alana da taşıdı. Bu sınıf, "Saray Yahudileri" (Court Jews) olarak adlandırılıyordu ve yeni kurulmaya başlanan merkezi mutlak devletin finansman ihtiyacından doğmuşlardı. Bu Yahudiler, özellikle Protestan reformunun ardından Papa'nın otoritesinden bağımsız olarak kurulan yeni merkezi devletlerin yardımına koşan varlıklı tefecilerdi. Özellikle Avrupa'nın Protestan ve Katolik güçleri arasındaki kanlı Otuz Yıl Savaşları, hem savaş sırasında hem de sonrasında büyük bir finansman açığı doğurmuştu ve bu açık Yahudilerce kapatıldı. Bunun yanında yeni kurulan merkezi devlet mekanizması, tüm yetkileri elinde toplamak istiyordu ve bunun için de öncelikle büyük bir finansman ihtiyacıyla karşı karşıya kalmıştı. Yeni devlet aygıtının; ordu toplayıp beslemek, bürokrasi oluşturmak, otoritesini sağlamlaştırmak için ihtiyaç duyduğu parayı karşılayan Yahudiler, doğal olarak yeni mutlak yöneticilerin yanında büyük bir güç ve saygınlığa kavuştular.
Merkezi devletlerin giriştiği savaşların finansmanı da, sözkonusu "Saray Yahudileri"nden sağlanıyordu. Judaica, örneğin Osmanlı'ya karşı giriştiği savaşlar sırasında Avusturya'nın tüm bütçesinin üçte birinin Yahudilerden alınan borçlarla karşılandığını bildiriyor. Bu "savaş finansörlüğü", Saray Yahudileri'nin başta gelen işlevlerinden biri haline geldi. Öyle ki, çoğu zaman karşılıkla savaşan her iki devlet de, masraflarını Yahudilere borçlanarak karşılıyordu. Bu nedenle de, savaş finanse etmek ve bu kirli işten kar yapmak, kısa sürede Yahudilerle özdeşleşen bir "meslek" halini aldı. (Bu "savaş finansörlüğü", Kuran'da bildirilen, Yahudilerin yeryüzünde "savaş amacıyla ateş alevlendirdikleri" ve "yeryüzünde bozgunculuğa çalıştıkları" [Maide Suresi, 64] haberine de uygundu kuşkusuz.) "Saray Yahudileri"nin en önemli özelliği ise yüksek bir "ırk bilinci"ne sahip olmalarıydı.
Judaica, hem Protestan hem de kimi zaman Katolik kral ve prenslerin yanında büyük bir güce ulaşan bu Yahudilerin tamamına yakınının, kendi çıkarlarını değil, Yahudi toplumunun genel çıkarlarını koruduğunu anlatıyor ve bu nedenle de Yahudi toplumlarının lider ve temsilcileri (İbranice Shtadlan) haline geldiklerini bildiriyor. "Yahudi Ansiklopedisi", ayrıca Saray Yahudileri'nin Yahudi politik eşitliğinin sağlanmasının öncüleri olduğunu da vurguluyor. Avrupa'nın politik ve sosyal gelişimini konu eden kaynaklar, merkezi devletlerin kurulmasının, ticari çıkarlarını koruyacak bir otorite (elbette "seküler" bir otorite) arayan "burjuvazi"nin desteğiyle olduğunu söylerler. Buna göre, "burjuvazi", merkezi monarşilerin kurulmasıyla birlikte ekonomik konumunu güçlendirmiş, Fransız Devrimi ile de, aristokrasiyi ve dini otoriteyi ortadan kaldırarak, doğrudan iktidarı ele geçirmiştir. İşte "burjuvazi" olarak adlandırılan bu sınıfın en ilginç fakat dikkat çekilmeyen özelliği, büyük bölümünün Yahudilerden oluşmasıdır. Tefecilik yoluyla asırlardır katlanarak büyümüş bir sermaye birikimine onlardan başka kim sahipti ki? Fransız Devrimi'nin ardından Saray Yahudileri devri kapandı ve yeni bir dönem, Yahudi bankerler dönemi başladı. Bu bankerlerin gücü, eski Saray Yahudileri'nden çok daha fazlaydı. Goldschmidt, Oppenheimer, Seligmann hanedanlarının kurduğu finans imparatorlukları bu dönemde, 19. yüzyılın başında doğdu. Bu finans imparatorluklarının en ünlüsü ve kuşkusuz en önemlisi ise Rothschildlar'dı.
Rothschild Hanedanının Öyküsü
"Bir ulusun parasının denetimi elimde olsun, onun kanunlarını kimin yazdığını umursamam artık" (Mayer Amschel Bauer (Rothschild)
Judaica, "19. yüzyıldaki Yahudi bankacılığı, Rothschildlar'ın Frankfurt'taki yükselişiyle başladı" diyor. Kuşkusuz Rothschildlar'la birlikte yalnız 19. yüzyıldaki Yahudi bankacılığı değil, yeni bir devir de başlamış oluyordu. Alman tarihçi Prof. Wilhem bu konuda şöyle der: "Rothschildler Avrupa politikasına paranın hükmünü getirmiştir. Dünyayı paranın ve onun fonksiyonlarından ibaret hale getirmek için çalışmışlardır." Frederic Morton ise, The Rothschilds adlı kitabının önsözünde "son yüzelli yıldır, Rothschild hanedanının Avrupa tarihindeki perde arkası rolü şaşırtıcı boyutlardadır" diyor ve ekliyor, "yalnızca bireylere değil, uluslara da borç vermeyi başardıklarından dolayı inanılmaz karlar elde ettiler." Belki de bazılarının dediği gibi, Rothschildlar'ın zenginliği, ulusların çöküşüne bağlıydı." Hanedan 1800'lü yılların hemen başında Almanya'da doğmuştu. Frankfurt'ta 1744'te doğan Aşkenaz Yahudisi Mayer Amschel Rothschild, hanedanın kurucusuydu. Önceleri Mayer Amschel, Frankfurt'ta faizle borç para veren fırsatçı bir tefeciydi. Gittikçe zenginleşen Amschel, Avrupa ekonomisinin merkezi haline gelmeye başlayan Frankfurt'taki en güçlü banker oldu ve beş oğlunu, Avrupa'nın diğer finans merkezlerine göndererek Rothschild hanedanını kurdu. Beş ok ile sembolize edilen Rothschild hanedanının varisleri, finans dünyasında izledikleri yayılmacı politika sonucunda Avrupa ekonomisini büyük ölçüde kontrol altına aldılar. Bu beş oğuldan Amschel Mayer Frankfurt'ta kaldı. Solomon Mayer Viyana'ya, Karl Mayer Napoli'ye, James Jacob Mayer Paris'e ve Nathan Mayer de Londra'ya gitti. Bu beş Rothschild da gittikleri finans merkezlerinde büyük güce ulaştılar. 1816'da Viyana'ya giden Salomon Mayer, Habsburg hükümet bankacılığında kilit kişi oldu. Bu arada Avusturya'nın ünlü devlet adamı Metternich'le çok yakın ilişkiler kurdu (hatta 1848 devrimi sırasında Metternich'in kaçmasına yardım ettiği söylenir). Avusturya sınırları içinde Yahudilere yapılan her türlü yasal kısıtlamaların kalkmasını sağladı. Salomon Mayer'in ikinci oğlu Anselm Salomon ise Viyana'da, beş Yahudi ailesi; Arnstein, Eskeles, Geymuller, Stein ve Sina tarafından paylaşılan banka tekelini devraldı 1821'de Napoli'de bir şube açan Karl Mayer ise İtalya'nın en önde gelen bankeri oldu. Sardunya, Sicilya, Napoli'ye hatta Papa devletine büyük miktarlarda borç verdi. Diğer dört oğlu da Rothschild ailesi üyeleriyle evlendiler. Beş kardeşin en küçüğü olan James Jacob Mayer, 1812 yılında Paris'e gitti ve Rothschild Frères şirketini kurdu. Fransa'daki Yahudi toplumuyla yakın ilişkiler geliştirdi. Yönetimle de iyi bağlar kurarak, Fransa'yı İngiltere'yle birlikte Rothschild'lerin en önemli kalesi durumuna soktu. Öyle ki, 27 Temmuz 1844'te Mazzini şöyle diyordu: "Eğer Rothschild isterse Fransa'nın kralı olabilir."1909 baskılı Jewish Encyclopedia'da ise Rothschild'lerin Fransa'daki gücü şöyle açıklanıyordu: "1848 yılında Paris bankacıların toplam 352 milyon frankı olduğu halde, yalnızca Rothschild, Paris'te 600 milyon franka sahipti."
Bankerlik işine girmeden önce, ünlü bir haham ailesi olarak tanınan Rothschildlar, genelde "kirli" yollardan elde ettikleri dev servetle büyük bir ekonomik ve politik güce ulaştılar. Hanedanın en önemli özelliği ise bu büyük gücü, yalnızca ailevi çıkarlar için değil, tam tersine asıl olarak, bağlı oldukları ırkın çıkarlarına uygun olarak kullanmalarıydı. Bu nedenle Siyonist harekete ve İsrail Devleti'ne çok büyük yardımlar yaptılar. Ancak en büyük "icraatları, Yeni Düzen'i kontrol edecek olan politik kurumları oluşturmak" olacaktı. Yanda, 1898'de Fransız basınında yayınlanan bir Rothschild karikatürü.
İngiltere'ye giden Nathan Mayer ise 1806'da Hannah Barent Cohen ile evlendi. Bu ilişki onu İngiltere'nin Sefarad cemaatine de dahil etti. Judaica, Nathan Mayer'in, henüz 1810 yılında, Londra para piyasasındaki en büyük güç haline geldiğini bildiriyor. 1815'te, Nathan Mayer, Waterloo'daki İngiliz zaferini, kurduğu erken istihbarat ağı sayesinde çok önceden öğrendi ve Londra borsasına koşarak aldığı hisseleri ertesi gün çok büyük miktarla satarak bir gecede inanılmaz bir servet elde etti. 1836'da hanedanın Londra'daki temsilcisi Nathan Mayer Rothschild ölünce en büyük oğlu Lionel Nathan Rothschild başa geçti ve sadece Londra bölümünün iş bağlantılarını sağlamakla kalmadı, ayrıca İngiliz Yahudi toplumunun 30 yıl liderliğini de yaptı. Mali operasyonlarından bazıları; Kırım Savaşı'nı devam ettirecek 16 milyon poundluk borcun sağlanması ve 1875'te İngiltere'de "İngiliz asilzadesi" ünvanını kazanan ilk Yahudiydi. Rothschildlar'ın kurdukları bu hanedan ağı, onlara büyük bir ekonomik güç getirdi. Alman tarihçi Werner Sombart, Jews and Modern Capitalism adlı kitabında şöyle der: "1820 sonrasındaki dönem 'Rothschildler'in çağı' olarak bilinir. Öyle ki yüzyılın ortasında finans çevrelerinde şu yargı genel bir inanç haline gelmişti: Avrupa'da tek güç vardır, bu da Rothschild'lerdir." John Reeves ise, The Rothschilds; The Financial Rulers of Nations adlı kitabında şöyle yazar. Nathan Rothschild'ın İngiliz Hükümetine ilk yardımı 1819'daydı ve 60 milyon dolarlık borç verdi; 1818-1832 arasında 105.400.000 dolar miktarında sekiz adet borç daha verdi; aşağı yukarı 700 milyon dolarlık 18 adet hükümet borcu oluşturdu. Etkileri o kadar güçlüydü ki, hiçbir savaş Rothschild'lerin yardımı olmadan gerçekleşemezdi. Politika ve ticaret dünyasında öyle güçlü bir pozisyona yükseldiler ki bir anlamda Avrupa'nın diktatörleri oldular.
Ünlü Amerikalı Yahudi yazar Hannah Arendt, The Origins of Totalitarianism (Totaliterizmin Kökenleri) adlı kitabında Rothschildlar'ın gücüne değinirken, 19. yüzyılda pek çok devlet adamının günlüklerine, yeni bir savaş çıkmayacağını, çünkü Rothschildlar'ın şimdilik böyle bir şey istemediklerini yazdıklarına dikkat çekiyor. Arendt, özellikle Tarihçi J. A. Robson'ın Imperialism adlı kitabında yazdığı şu satırları da vurguluyor: "Eğer Rothschild ailesi buna karşı koyarsa, herhangi bir Avrupa ülkesinin ciddi bir savaşa girebileceğine inanan var mı gerçekten?" Arendt, Metternich'in şu tespitini de aktarıyor: "Rothschild ailesinin Fransa devleti üzerindeki etkisi, başka herhangi bir yabancı devletin etkisinden daha fazladır. Bu, Rothschildlar'ın tek başlarına bir devlet kadar güç elde ettikleri anlamına geliyordu. İşin bir başka ilginç yanı da, Rothschildlar'ın bu kazançlarının çoğu kez başkalarının yıkımını getirmesiydi... E. C. Knuth, The Empire of the City adlı kitabında, bu konuya dikkat çekerek şöyle diyor: "Şu tartışmanın ötesinde bir gerçektir ki, Rothschildlar, servetlerini, tarihteki büyük çalkantılar ve büyük savaşlar sırasında, yani başkalarının büyük paralar yitirdiği zamanlarda oluşturmuşlardır."
Gerçekten de, Avrupa ülkelerin içinde bulunduğu savaşlar dolayısıyla meydana gelen ekonomik krizler ve her türlü kargaşa ortamı en fazla Rotshchildlar'ın işine geliyordu. Rothschildlar'ın en çok sözü edilen özelliklerinden biri de, eski Saray Yahudileri'nin geleneğine uyarak, savaşan iki tarafı birden finanse etmeleriydi. Napolyon Savaşları sırasında, hanedanın Paris'teki kolu James Jacob Mayer Fransız ordularını, kardeşleri ise karşı taraftaki orduları finanse etmişlerdi. Napolyon Savaşlarının ardından Fransa'nın ödediği 120 milyon poundluk tazminatın ödenmesinde de Rothschildlar aracılık etmişti. Bu "kirli" yöntemleri kullanan Rothschildlar, yüksek faizle borç vererek çok büyük miktarda karlar elde ettiler. Judaica'nın bildirdiğine göre, yalnızca 1815-1828 yılları arasında Rothschild serveti 3.332.000 franktan 118.400.000 Franka çıktı. Böylece tefecilik/faiz yöntemini kullanarak insanları sömüren Rothschild imparatorluğu doğdu. Kullanılan bu yöntem, tam olarak Kuran'da dikkat çekilen yöntemdi: Kuran, Yahudilerin, "ondan (faizden) nehyedildikleri halde faiz aldıklarını ve insanların mallarını haksız yere yediklerini" bildiriyordu. (Nisa Suresi, 161)
Yahudi Bankerler; Mesih Planı'nın Yeni Uygulayıcıları
Tüm bunların ötesinde dikkat çekici olan bir şey daha vardı: Rothschildlar'ın elde ettikleri güç, yalnızca bir ailenin elde ettiği güç değildi. Ailenin son derece dindar bir geleneği vardı ve elde ettikleri gücü de bu geleneğe, yani Yahudiliğin genel çıkarlarına uygun olarak kullanıyorlardı. The Universal Jewish Encyclopedia şöyle diyor: "Ailenin 17. yüzyıl kayıtları bazı hahamların isimlerini içermektedir. Rothschildlar'ın yaşantılarında Yahudi kurallarına olan dikkat çekici bağlılıkları, her nesilde bir Rothschild'ın Yahudi faaliyetlerinin organizatörü olmasını sağlamıştır." Zaten hanedanın kurucusu olan Mayer Amschel, güçlü bir "ırk bilinci"ne sahipti. Bu nedenle de, Tevrat'ın "kızlarınızı onların oğullarına vermeyeceksiniz ve oğullarınıza ve kendinize onların kızlarını almayacaksınız" hükmü gereği, oğullarına "ırk-dışı evlilikler" yapmamalarını vasiyet etmişti. Bu kural, hanedanın üyeleri tarafından titizlikle uygulandı. Rotschildlar, ya başka Rothschildlar'la, ya da Warburg, Oppenheimer gibi başka Yahudi hanedanlarla evlendiler.
Rothschildlar'ın İbrani öğretisine bu denli bağlı olmaları kuşkusuz çok önemliydi. Çünkü İbrani öğretisi,Yahudilere diğer uluslar ve dinler üzerine bir egemenlik vaad ediyordu. Ve, kitabın önceki bölümlerinde de incelediğimiz gibi, Kabalacılar da bu egemenliği gerçekleştirmek için çalışıyor, Mesih Planı uyarınca "tarihin akışını değiştirme"ye uğraşıyorlardı. Güç istiyorlardı. Rothschild gibi "ırk bilinci" yüksek bir ailenin böylesine dev bir ekonomik güce ulaşması ise kuşkusuz Mesih Planı için dev bir destek anlamına geliyordu. Rothschildlar dev Yahudi bankerlerin belki en ünlüleriydiler, ancak tek değildiler. Onlarla aynı dönemde yani 19. yüzyılın başında yükselişe geçmiş olan Goldschmidt, Oppenheimer gibi soydaşlarına, yüzyılın sonlarına doğru yeni finans imparatorlukları kuran Warburg, Schiff, Lehman, Kahn gibi yeni hanedanlar da eklenmişti. Bunların oynadıkları role ilerleyen sayfalarda yeniden değineceğiz. Yalnız bu büyük finansörlerin sahip oldukları "ırk bilinci"nin verdiği dayanışma ile, çok büyük bir güce ulaştıklarını vurgulamakta yarar var. Öyle ki, 19. yüzyılın ünlü sosyalistlerinden Bruno Bauer, "Viyana'da ancak müsamaha gören Yahudi, sahip olduğu mali güç sayesinde bütün imparatorlukların kaderini belirliyor. Alman devletlerinin en küçüklerinde hakları olmayabilen Yahudi, Avrupa'nın kaderine karar veriyor" diyordu. Amerikalı yazar Eustace Mullins, The World Order: Our Secret Rulers adlı kitabında, sözkonusu Yahudi bankerler arasındaki ilişkilere de değiniyor. İlk dikkat çeken, hemen hepsi Alman kökenli olan bu Aşkenaz hanedanların, az önce de vurguladığımız gibi birbirleriyle de büyük bir dayanışma içinde olmaları, hatta bir tür kapalı toplum oluşturmalarıdır. Çünkü sürekli birbirleriyle iş yapar, birbirlerini destekler ve birbirlerinden kız alıp-verirler. Yahudi yazar Nathan Ausubel de bu önemli bağlantıya değinerek, "Yahudiler Batı Avrupa'ya kapitalizmin yerleşmesini, çok geniş akrabalık bağları ve pazarları kontrolleri altında tutmaları sayesinde sağladılar" diyor.
Böylece bu Yahudi bankerler, 20. yüzyılın başında ellerindeki ekonomik güç ve kurdukları "ırk dayanışması" sayesinde çok büyük politik sonuçlar elde edecek hale geldiler. Elbette dünyanın tüm büyük sermayedarları, Yahudilerden oluşmuyordu. Ama Yahudi sermayedarların özelliği diğer "meslektaş"larından farklı olarak politik sistemi yalnızca "daha çok kar" etme amacına uygun olarak değil, bir de "Siyon idealini gerçekleştirme" hedefine, ya da bir başka deyişle Mesih Planı'na uygun olarak yönlendirmeye çalışmalarıydı. Rothschild hanedanı, Mesih Planı'na uygun olarak çalışan bu finansörlerin kuşkusuz en önemlisiydi. Her şeyden önce, Rothschild hanedanı, Yahudi bankerler arasındaki hiyerarşinin en tepesindeydi; yani Yahudi ekonomik gücünün lideriydi. Bu nedenle de Siyasi Siyonizm akımının lideri Theodor Herzl, ilk olarak Rothschildlar'dan destek istemeye gitmişti. Hanedan kısa süre sonra Siyasi Siyonizmin ve Filistin'e yapılan Yahudi göçünün en önemli destekçisi haline gelmişti. Daha sonra da Rothschildlar, İsrail'in en önemli ekonomik dayanaklarından biri oldular. Örneğin, Rothschildlar, İsrail'in ünlü Dimona Nükleer Santrali'ni de finanse ettiler. Ancak burada Rothschildlar'ın Siyasi Siyonizm projesine ve daha sonra da İsrail Devleti'ne verdikleri desteği değil, daha başka "icraat"larını konu edineceğiz. Çünkü Mesih Planı, önceki bölümlerde de incelediğimiz gibi yalnızca Vaadedilmiş Topraklar'la sınırlı kalmıyordu. Sonuçta umulan bir dünya egemenliği olduğu için, Plan, tüm dünyayı dönüştürmeyi ve Mesih geldiğinde kesin olarak kurulması beklenen dünya egemenliğinin altyapısını kurmayı amaçlıyordu.
Kitabın 2. bölümünde de değindiğimiz gibi bu altyapı, dini otoritenin ve monarşilerin ortadan kaldırılması ve bu sayede doğan boşluğun Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasında kurulu olan İttifak tarafından doldurulması ile sağlanacaktı. 2. bölümde, bu hedeflere nasıl ulaşıldığını, 20. yüzyılın başına dek incelemiştik. Bu arada, 20. yüzyılın başında bir yandan da Siyasi Siyonizm projesinin uygulamaya konmuş olduğunu hatırlayalım. Kısacası, 20 yüzyılın başında, Yahudi önde gelenleri ki artık bu önde gelenlere ağırlıklı olarak Yahudi bankerler de dahildi için yerine getirilmesi gereken üç büyük hedef vardı.
1- Dini otoritenin tam olarak yenilgiye uğratılması (ki artık bu dini otorite Papa değildi, o 19. yüzyılın son çeyreğinde politik yönden İttifak tarafından yok edilmişti. Bu dini otorite, Halife, yani Osmanlı'ydı.)
2- Kalan monarşilerin de yok edilmesi. (İttifak'ın hiçbir zaman çok güvenmediği ve "istikrarsız" bulduğu monarşilerden zaten üç tane kalmıştı: Avusturya-Macaristan, Rusya ve Osmanlı)
3- Vaadedilmiş Topraklar'ın, Yahudilerin, ya da şimdilik orayı sonradan Yahudilere verecek bir gücün eline geçmesi. Ne ilginçtir ki, I. Dünya Savaşı, tam da bu hedefleri yerine getirdi.
I. Dünya Savaşı ve Rothschild Gölgesi
Savaşla birlikte, dünyanın son imparatorlukları da yıkıldı. Avusturya-Macaristan ve Rus İmparatorlukları dağıldı. Bir de, en önemlisi, asırlardır Vaadedilmiş Topraklar'ı elinde bulunduran Osmanlı İmparatorluğu da parçalandı. Tapınakçı geleneğin koruyucusu olan masonlarla Yahudi önde gelenleri arasında kurulan İttifak için, savaşın bu denli uygun sonuçlar doğurması acaba yalnızca bir raslantı mıydı? Asırlardır devam eden anti-monarşik hesapların tam olarak gerçekleşmesi ve o dönemde Siyonist liderlerin en büyük hedefi olan Osmanlı'nın parçalanması, yalnızca savaş şartlarının "kendiliğinden" oluşturduğu bir sonuç muydu? Yoksa İttifak, bu sonuçları elde etmek için savaşı yönlendirmiş miydi?
Özellikle Osmanlı'nın parçalanmasına baktığımızda, İttifak için çıkan bu olumlu sonuçların "kendiliğinden" değil, büyük ölçüde İttifak'ın çabalarından kaynaklandığını görebiliyoruz. Kitabın önceki sayfalarında, 4. bölümde, Osmanlı'nın parçalanmasında İttifak'ın oynadığı rolü incelemiştik. Hıristiyan azınlıkların çıkardıkları isyanların, özellikle de Sırp isyanının, locaların büyük yardımı ile gerçekleştiğini hatırlatmıştık. Bunun da ötesinde, devleti yaşatabilecek tek mümkün proje olan Pan-İslamizm hareketinin, ulusçuluğun körüklenmesiyle baltalandığına değinmiştik. Osmanlı'nın bir olup-bittiyle savaşa sokulması ise yıllardır süren parçalama çabasının son fitilini de ateşlemiş oldu.
Siyonist hareketin en büyük rüyasını gerçekleştirip, Vaadedilmiş Topraklar'ı Osmanlı yönetiminden koparan savaşta, Yahudi önde gelenlerinin oynadığı önemli rol sanırız bir rastlantı değildi. Evet, savaşta Yahudi önde gelenlerinin büyük bir rolü vardı, hem de çok ünlü bir ismin, Rothschild'ın... Hanedan, 19. yüzyılda başarı ile gerçekleştirdiği "savaş finanse etme" mesleğini iyice geliştirmiş ve koskoca bir "dünya savaşı"nı organize edebilecek güce ulaşmıştı. Eustace Mullins, savaşta her iki tarafı da besleyen finansörlerin oynadığı rolü şöyle anlatıyor.
I. Dünya Savaşı yaşanırken, ABD'nin bankacılık sistemini, Federal Reserve'in (Özerk Merkez Bankası) başkanlığını yapan Paul Warburg yönetiyordu. Savaş Endüstrisi Kurulu'nun (War Industries Board) başındaki Bernard Baruch, Amerikan endüstrisini yönlendiriyordu. Eugene Mayer, Savaş Finans Kurumu'nun (War Finance Corp.) başkanıydı. Kuhn-Loeb şirketinin ortağı Sir William Wiseman, İngiliz ve Amerikalılar'ın istihbarat bağlantılarını kuruyordu. Kuhn-Loeb'in diğer ortağı Lewis L. Strauss, Amerikan gıda sanayisini elinde tutuyordu. Bu arada Paul Warburg'un kardeşi olan Max Warburg, Alman casusluk sisteminin başındaydı. Warburglar'ın bir diğer kardeşi, Stockholm'de Alman ticari ateşeliğini yapıyordu. Jacob Schiff'in Almanya'daki iki kardeşi de Alman ordusunu finanse ediyordu. Bu aslında klasik bir 'kontrollü karmaşa' örneğiydi. Rothschildlar, perde arkasında her iki tarafı da manipüle ediyorlardı. Versay Barış Konferansı'nda Onarım Komisyonu'nun Başkanı Bernard Baruch oldu. Max Warburg Almanya adına onarım şartlarını kabul etti; bu arada başta kardeşi Paul Warburg 'ın geldiği Wall Street bankacıları, Wilson'a 'Amerikan çıkarları'nın ne olduğunu anlatıyorlardı.
I. Dünya Savaşı 10 milyon insanın ölümüyle sonuçlandı. Savaş, büyük güçlerin çıkar çatışması ve sömürgeleri paylaşma kavgasıydı. Ama bunların da ötesinde savaşta hedeflenen bir başka amaç, bir başka misyon daha vardı: Yahudi önde gelenleriyle masonların kurduğu İttifak'ın asırlardır peşinde koştuğu, "Yahudi diyarını kurtarma" misyonu.(Solda) I. Dünya Savaşı'nda çarpışan ülkelerin finansmanı, tepesinde Rothschild hanedanın oturduğu Yahudi finans imparatorluğunca karşılanmıştı. İttifak'ın beklentilerinin tümünü yerine getiren savaştaki liderler de ilginçi kişilerdi. Fransız lideri Clemenceau ile ingiliz Başbakanı Lloyd George, "biraderlik" bağı ile birbirlerine bağlıydılar. Wilson gibi bir "Hıristiyan Siyonist" de bu üçlünün öteki üyesiydi.(Sağda)
Mullins'in verdiği bilgilerden "Rothschildlar'ın her iki tarafı da yönettiği" gibi bir sonuç çıkarması ilk başta anlamlı gelmeyebilir. Ama Mullins, Rothschildlar'ın savaşan her iki tarafı da yönlendirdiğini, alıntıda adı geçen finansörler arasındaki hiyerarşik ilişkiye dayanarak söylüyor. Alıntıda ismi geçenlerin neredeyse hepsinin Paul Warburg, Bernard Baruch, Max Warburg ve Jacob Schiff Yahudi oluşu, Kuhn-Loeb şirketinin de Yahudi sermayeli olması sözkonusu ilişkinin temelini oluşturuyor. İlişkinin hiyerarşik olması ise Yahudi finansörler arasında asırlardır süren bir gelenek. I. Dünya Savaşı'nın geçtiği yıllarda ise hiyerarşinin tepesinde Yahudi finans dünyasının bir numarası olan Rothschild oturuyordu. Bu arada, 2. bölümde de yoğun olarak incelediğimiz bir gerçeği, yani Yahudi önde gelenlerinin politik manevralarını masonlarla kurdukları İttifak sayesinde gerçekleştirdiklerini unutmamak gerekiyor. İttifak'ın I. Dünya Savaşı'ndaki rolünü incelediğimizde ise oldukça anlamlı bir tablo ile karşılaşıyoruz. Görünen, İttifak'ın bir kanadının savaşa bu tür bir finansman gücü ile katılırken, diğer kanadın da doğrudan politik gücü elinde tuttuğu: Savaşın galip ülkelerinin tüm liderlerinin masonik bağlantılara sahip olması sanırız bir rastlantı değildir... İngiliz Başbakanı Llyod George ve Fransız lideri Clemenceau birer masondu. Wilson'ın ilginç bağlantılarını ise ilerleyen sayfalarda inceleyeceğiz.
Zaten savaşın başlaması bile masonik bir manevra ile olmuştu. Savaşın kıvılcımı, yani Avusturya veliahtı Arşidük Ferdinand'a yapılan suikast, Sırp milliyetçisi Kara El örgütüne bağlı mason bir militanın, Gavrilo Princip'in tabancasından çıkmıştı. Princip'e "Arşıdük'ü vur" emrini veren ve onu bu iş için silahlandıran örgüt ise Fransız Büyük Locası (Grand Orient) idi. Yaygın bir görüşe göre, Sırp milliyetçisi Kara El örgütünün temsilcileri, Ocak 1914'de Toulouse'daki St. Jerome Oteli'nde Fransız masonluğunun önde gelen isimleri ile gizlice görüşmüşler ve bu toplantıda Avusturya-Macaristan Arşıdükü'ne yapılacak suikast kararlaştırılmıştı. Suikastin amacı, Avusturya-Macaristan'ı Sırbistan'ı işgale zorlamak ve topyekün bir savaşın fitilini ateşlemekti. İttifak'ın yönetiminde bu denli etkin olduğu I. Dünya Savaşı'nın, tüm monarşileri ortadan kaldırması ve daha da önemlisi Vaadedilmiş Topraklar'ı Siyonist liderlere vermeye bir türlü yanaşmayan Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkması elbette bir rastlantı değildi. Masonların asırlardır başlıca misyonu olan "Yahudi diyarını kurtarma" hedefi, böylece yerine getirilmiş oluyordu. "Yahudi diyarı"nda bir Yahudi Devleti kurmak içinse, II. Dünya Savaşı'nı beklemek gerekecekti.
Savaşın Ardından Gelen Yeni Düzen
I. Dünya Savaşı'nın bitmesiyle birlikte yeni bir dünya düzenine adım atılmış oluyordu. Fransız Devrimi'yle birlikte gelişen ulus-devlet modeli, artık kesin olarak geçerlilik kazanmıştı. Hele İslam dünyası ve Afrika, ulus-devletten de küçük parçalara ayrılarak, "cetvelle sınır çizme" yöntemiyle ufalandı. Ulus-devlet modelinin tam olarak yerleşmesi, politik sistemde de büyük bir değişiklik yaptı. Avrupa, 1814'de toplanan Viyana Konferansı'nın ardından politik yönden "güç dengesi" sistemine bağlı olmuştu. Beş büyük devlet; İngiltere, Fransa, Avusturya, Rusya ve Prusya arasındaki ittifaklarla güç dengesi korunmaya çalışılmıştı. I. Dünya Savaşı'nın ardından, "güç dengesi" sistemi yerine, "kollektif güvenlik" sistemine geçilecekti. Bu sistem, ülkelerin her birinin, kendi güvenliğini sağlamak için diğer ülkelerle gücünü dengelemeye çalışması yerine, ortak güvenlik mekanizmaları kurulmasını öngörüyordu. Ortak güvenlik mekanizmalarının kurulması ise ilk kez savaşın hemen ardından 1919'da toplanan Paris Barış Konferansı'nda gündeme geldi. Burada Milletler Cemiyeti'nin kurulmasına karar verildi. Böylece ilk kez dünya politikasını tek bir merkezden yönlendirecek bir mekanizma kurulmuş oluyordu. Bu mekanizma kurulurken, acaba dünya politikasını yönlendirmeye çalışan güç odakları ne durumdaydılar? Tapınakçı geleneği sürdüren masonlarla, Mesih hesapları yapan Yahudi önde gelenleri, bu mekanizmanın dışında kalamazlardı herhalde. Kalmadılar da. Tam tersine, bu oluşumun başını onlar çekiyorlardı:. Yüksek dereceli Üstad mason Pierre Mariel şöyle diyor: "Milletler Cemiyeti masonik bir oluşumdur. İlk başkanı da Fransız Büyük Locası'na bağlı olan Leon Bourgeois idi."
Ama Milletler Cemiyeti fazla güçlü ve etkili bir organizasyon değildi. "Kollektif güvenlik" sisteminin ve tek noktadan yönlendirilen dünya politikası tasarısının ancak fazla başarılı olmayan bir denemesi olarak işlev gördü. Dolayısıyla dünya politikasını yönlendirmek isteyenler, Milletler Cemiyeti'yle yetinemezdi. Bu nedenle, dönemin "süper güç" konumundaki ülkelerini yönlendirmek için yeni mekanizmalar üretme yoluna gittiler. Böylece Tapınakçı geleneğinden kaynaklanan masonluk ve Yahudi önde gelenleri, ortaya çıkan bu yeni sisteme egemen olmak için yeni örgütler oluşturmaya başladılar. Bölümün başında da değindiğimiz gibi bu örgütler, masonluğun mistik görünümünden ve geleneksel törenlerinden soyutlanmış ve asıl olarak politik ve ekonomik egemenlik elde etme amacına yönelmiş örgütlerdi. Ama-şekil olarak mistik gelenekten kopmuş olsalar da-hiçbir zaman masonluğun asıl misyonu olan "judaizer" (Yahudici/Yahudi sempatizanı) çizgisinden ayrılmadılar. Masonluğun, 20. yüzyıldaki ortama uygun olarak düzenlenmiş türevi olan bu örgütler, hep Yahudi önde gelenleriyle, özellikle de finansörleriyle "ittifak" içinde olmayı sürdürdüler. Masonluğun bu türevleri arasında, CFR ve Chatham House gibi düzene hakim ülkelerin dış politikalarını yönlendirici kuruluşlar, Bilderberg gibi Batı dünyasının politik ve ekonomik liderlerini ortak amaçlara yönlendirmeye çalışan "kulüp" şeklindeki örgütler ve Trilateral Komisyonu gibi ekonomik gelişmeleri denetleme amacını güden birlikler yer alır. Ve ilginç olan, bu örgütlerin önceki sayfalarda sözünü ettiğimiz "ırk bilinci" yüksek Yahudi bankerler kurdurulup finanse edilmiş olmalarıdır. Özellikle de Rothschild hanedanı, bu örgütlerin ardındaki bir numaralı güçtür. Ancak Rothschildlar, bu işi açıktan açığa yapmamışlar, "taşeronlar" kullanmışlardı. Bu nedenle de önce önemli bir Rothschild "taşeronuna", Lord Alfred Milner'a göz atmakta yarar var.
Lord Milner; Bir 'Rothschild Ajanı'
Rothschild hanedanının, Dünya Savaşı'nın ardından oluşan yeni düzeni kontrol etmek için oluşturduğu politik kurumlar, hanedanın önemli bir "ajanı", bir "sağ kolu" tarafından kurulmuştur: Lord Alfred Milner. Milner, kariyerini Rothschild hanedanına hizmet ederek yapmıştı. Hanedana verdiği ilk büyük hizmet, Rothschildlar'ın Güney Afrika'daki temsilcilerine, yani Cecil Rhodes'a yardım etmek olmuştu. Rhodes, Rothschildlar'ı temsil etmek için gerekli özelliklere sahipti: Irk bilinci yüksek bir Yahudi olan Rhodes, aynı zamanda üst dereceli bir masondu da. Güney Afrika'daki İngiliz sömürgesinin Genel Valiliğine atanan Milner'ın Rhodes'a yaptığı "yardım" ise ülkedeki elmas yataklarının Rothschildlar'ın kontrolü altına geçmesini garantilemek için yapılan soykırımı organize etmekten ibaretti. Eustace Mullins, Rothschild "ajanları"nın Güney Afrika'daki icraatlarından şöyle söz ediyor: Güney Afrika'da sömürgeci İngiliz yönetimine karşı koyan 'Boer'lere (Boerler, Güney Afrika'ya İngilizlerden önce yerleşen Hollandalılardır) yönelik savaş, Rothschild tarafından organize edildi. 1889'da Güney Afrika'daki zengin altın ve elmas yatakları keşfedilince, Rothschild, 400 bin İngiliz askeriyle, 30 binlik köylü birliğine ('Boer'ler) saldırılmasına karar verdi. Savaşı başlatan, Rothschild'ın ajanı konumundaki Lord Alfred Milner idi. Milner'a bir başka Rothschild ajanı Cecil Rhodes da yardım etti.
İngilizler "esir almama" prensibine dayalı bir savaş yürüttüler: Ele geçirilenler, esir alınmıyor, hemen öldürülüyorlardı. Boerler acımasızca öldürüldü, tarlaları yakıldı. Dünya tarihinde "toplama kampı" terimi ilk kez bu savaşta kullanıldı: Boerler'i destekledikleri belirlenenler, çok kötü şartlardaki kamplara toplandılar. Kamplara konan binlerce kadın ve çocuk işkenceye varan koşullardan dolayı öldü. Lord Milner, bu vahşeti Rothschild hanedanın yüksek çıkarları için organize etmişti. "Ajan"ın kariyeri ise 1864'de Londra'da kurulan Colonial Society (Koloniler Derneği) ile başlamıştı. 1868'de dernek, Royal Colonial Institute (Kraliyet Koloniler Enstitüsü) adını aldı. Milner'ın aktif olduğu enstitü, Barclays Bank ve Asya'daki uyuşturucu pazarını kontrol eden Hong Kong Shanghai Bank tarafından finanse ediliyordu. 1884'de Milner, Royal Colonial Society'i, sömürgelerle ilgili bir başka kuruluşla, Imperial Federation League (Emperyal Federasyon Birliği) ile birleştirdi ve böylece Royal Empire Society (Kraliyet İmparatorluk Derneği) kurulmuş oldu. Lord Milner and the Empire kitabının yazarı, Vladimir Halperin, Milner'ın bir sonraki icraatını şöyle anlatıyor.
Milner ve bazı arkadaşları Round Table Group'u kurdular. Bu örgüt, kurulduğu günden sonra ekonomik konularda büyük etki sahibi olmuştur. Milner Round Table'ı kurmak için, Lord Astor'dan 30.000, Lord Rothschild'dan 10.000, Bedford Dükü'nden 10.000 ve Lord Iveagh'dan 10.000 sterlin almıştı. Ekonomik bir lobi örgütü sayılabilecek olan Round Table'ı kuran Milner'ın, bu iş için kullandığı 60 bin sterlinin 40 binini Yahudi finansörlerden, yani Lord Rothschild ve Lord Astor'dan alması dikkat çekiciydi elbette. Vladimir Halper, ayrıca Milner'ın bir başka yanını daha bildiriyor ve şöyle diyor: "Aralık 1917'de yayınlanan Balfour Deklarasyonu'nda Milner'in büyük rolü vardır. Şu bir gerçektir ki, Milner, deklarasyonu Balfour'la beraber yazmıştır. Milner, zaten 1915'ten itibaren Filistin'de bir Yahudi devleti kurulmasına büyük destek vermiştir." Milner'a "Rothschild'ın ajanı"' denmesi boşuna değildi. Rothschild imparatorluğunun çıkarlarını koruyan Milner, aynı zamanda Siyonizmin İngiltere'deki en büyük destekçilerinden biriydi. Siyonizme destek çıkan Balfour Deklarasyonu'ndaki rolü bunun bir göstergesiydi yalnızca. Eustace Mullins, Milner-Rothschild arasındaki "Siyonist" ilişkiyi şöyle bildiriyor. Milner-Rothschild ilişkisi, Terence O'Brien'ın yazdığı 'Milner' adlı biyografide şöyle anlatılır: 'Milner, Alphonse de Rothschild'le bir iş görüşmesi için Paris'e gittiğinde, hafta sonunu da Rothschild'ın Tring'deki villasında geçirdi. Tring'de Rothschild'la birlikte geçirdiği uykusuz bir gecede O'Brien daha ayrıntılı bilgi vermiyor saatlerce konuştular. Sonra Lord Rothschild, Milner'ın da katıldığı ve Siyonizm konusu üzerine düzenlenen bir yemekli toplantı düzenledi. Toplantıda Milner'a, Kral Faysal'la konuşması için Arabistanlı Lawrence tercümanlık ediyordu.
Rothschildlar'ın kurduğu dev finans imparatorluğu, hanedanının "ajanları" aracılığıyla farklı ülkelerde temsil ediyordu. Güney Afrika'daki temsilci ise, ırk bilinci yüksek bir Yahudi ve üst dereceli bir mason olan Cecil Rhodes idi (yanda). Rhodes, Rotshchild's Bank'den aldığı büyük destek sayesinde Güney Afrika'daki dünyanın en zengin elmas madenlerini 1887'de ele geçirdi. Bölgeye o denli hakim oldu ki, kendi adına bir devlet bile kurdu: Rodezya!...Yandaki karikatür, Rhodes'un kara kıta üzerindeki egemenliğinin boyutlarını yansıtıyor. Bölgeyi ele geçirmek için uyguladığı soykırımda Rhodes'e en büyük yardımı ise bir başka "Rothscild ajanı", Güney Afrika'daki İngiliz Genel Valisi Lord Alfred Milner yapmıştı. |
Kısacası Milner, Rothschild'la çok yakın ilişkiler içinde olan ve Siyonizme büyük destek veren bir kişiydi. Ama bu destek, yalnızca Rothschild İmparatorluğunun çıkarları için Güney Afrika'da yapılan soykırımla, ya da Siyonizme resmi İngiliz desteği olan Balfour Deklarasyonu ile sınırlı kalmayacaktı. Milner, asıl büyük icraatını, Chatham House olarak da bilinen Royal Institute of International Affairs'ı kurmakla yapacaktı.
İlk 'Think-Tank'ler: Chatham House ve CFR
I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından toplanan Paris Barış Konferansı, çok önemli gelişmelere sahne oldu. 30 Mayıs 1919'da Paris Barış Konferansı'na katılan delegeler, Paris'te Hotel Majestic'te uluslararası bir grup kurmak amacıyla toplandılar; böylece uluslararası ilişkilerde hükümetlerine tavsiyede bulunacaklardı. Bu toplantıda oluşturulan organizasyona Institute of International Affairs (Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) adı verildi. 5 Haziran 1919'daki bir toplantıda ise bunun tek bir organizasyon değil, birbiriyle yardımlaşan ayrı kuruluşlar olarak düzenlenmesine karar verildi. Sonuçta merkezi New York'ta olan ve Amerikan dış politikasıyla ilgilenecek olan Council on Foreign Relations (CFR) kuruldu. Londra'da da Royal Institute of International Affairs (RIIA) oluşturuldu. Bu, aynı zamanda Chatham House olarak da biliniyordu ve görevi İngiliz hükümetinin dış politikasını belirlemekti. Yan kuruluşu olan The Institute of Pacific Relations (Pasifik İlişkiler Enstitüsü) sadece Uzakdoğu ilişkilerini düzenlemek için kurulmuştu. Enstitünün benzerleri Paris ve Hamburg'ta da oluşturuldu. Hamburg kolu Institut für Auswartige Politik, Paris kolu da Centre d'Etudes de Politiques Etrangeres olarak biliniyordu. Kısacası, bir anda, Batı'nın büyük güçlerinin dış politikalarını yönlendirecek yeni kurumlar oluşturulmuştu. Ve dikkat edilmesi gereken, dünyanın lider ülkelerinin dış politikalarını yönlendirmek amacını güden bu kuruluşların kimler tarafından kurulduğu ve finanse edildiğiydi. Kuruluşların başını çeken kişi, bir Rothschild'ın "ajanı" ve Balfour Deklarasyonu'nun ikinci yazarı olan kahramanımızdı: Lord Alfred Milner! Örgütleri Milner aracılığıyla organize eden asıl güç ise elbette Lord Rothschild idi. Eustace Mullins şöyle yazıyor:
Milner'ın kurmuş olduğu Round Table, Paris Barış Konferansı'nda İngiltere ve Amerika'nın ekonomik ve dış politikasında bir numaralı belirleyici faktör durumuna gelecek olan Royal Institute of International Affairs (RIIA) ve Council on Foreign Relations'a (CFR) dönüştü. Aslında Paris Barış Konferansı'na hakim olan Lord Rothschild, yeni bir düzenin kuruluşunun bu örgütlerden geçtiğini düşünmüş ve bu örgütleri kurmanın hayatının en önemli başarısı olacağına karar verilmişti. Zaten RIIA'nın ve CFR'nin kurucuları çoğunlukla Rothschild'ın 'adamları'ydı: CFR'nin fahri başkanı Elihu Root, Kuhn, Loeb Co'den Rothschild'a bağlıydı. Ayrıca Alexander Hempill ve Otto Kahn gibi Rothschild şirketlerinde çalışan kişiler yer alıyordu kurucular listesinde. RIIA kurucuları arasındaki Rothschild'ın 'adamları' bunlardan ibaret değildi. Rothschild'ın Güney Afrika temsilcileri de listede yer alıyordu: British South Africa Co. Müdürü Otto Beit, Cape kolonisinin yöneticisi Percy Alport Molteno, Transvaal madenlerinin sahibi ve Boer savaşında Milner'la birlikte çalışmış olan Sir Abe Bailey, daha sonra Başkan Eisenhower'ın politik danışmanı olacak olan John W. Wheeler-Bennett, Sir Julien Cahn ve Transvaal madenlerinin kolonyal sekreteri Lionel Curtis. RIIA'nın diğer kurucuları arasında da, Astor ailesinden dört kişi vardı: Viscount Astor, Hon. F. D. L. Astor, M. L. Astor ve H. J. J. Astor.
RIIA Konseyi'nin başında bulunan Yahudi Astor ailesinin büyükbabası John Jacop Astor, ise 1816'dan itibaren İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (East India Company) ile uyuşturucu ticaretine giren ilk Amerikalı'ydı. Görüldüğü gibi RIIA'nın ve CFR'nin ardında başta Rothschild olmak üzere Yahudi finansörler vardı. Bu örgütlerin oluşumunda en büyük rolü oynayan Rothschild'ın o yıllarda Siyasi Siyonizm hareketinin de en önemli destekçisi olduğunu düşünürsek, RIIA ve CFR'yi de bu hareketin asıl hedefine, yani Mesih Planı'na uygun olarak tasarladığını görmek pek zor olmaz sanırız. Rothschild hanedanı, İngiliz dış politikasını yönlendiren kuruluş olan RIIA'yı finanse ve kontrol etmeye devam etti. Mullins şöyle diyor: RIIA'nın 1936'daki 400.000 dolarlık bütçesi şu şirketlerce oluşturulmuştu: N. M. Rothschild Sono, British South Africa Co, Bank of England, Reuter News Agency (Haber Ajansı), Prodential Insurance Co, Sun Insurance office Ltd. ve Vickers-Armstrong Ltd; tümü Rothschild şirketleri olarak biliniyordu. Diğer destekçiler ise J.Henry Schroder Co, Lazard Freres, Morgan Grenfell, E. Mangers Ltd ve E. D. Sassoon Co'ydi. Amerikan dış politikasını yönlendirmek için kurulmuş olan CFR ise Rothschild'ın Amerika'daki uzantıları, yani Yahudi bankerlerce finanse ve kontrol edilecekti. Paris Barış Konferansı'nın ardından kurulan iki kuruluşun asıl önemli olanını, yani CFR'yi birazdan ayrıntılı olarak inceleyeceğiz ama önce ötekine, Chatham House'a kısaca değinelim.
Chatham House, Kürt Devleti ve Uyuşturucu Ticareti.
Chatham House, ya da uzun adıyla Royal Institute of International Affairs, bugün de İngiltere dış politikasında büyük bir etkiye sahip olmasına rağmen Türkiye'de pek bilinmiyor. Ama her ne kadar Başbakan Tansu Çiller'in danışmanlarından birisi, bu bilgisizliğin bir sonucu olarak Chatham House'ın adını duyunca "whose house is that?" (kimin eviymiş o ev?) demişse de, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Chatham House'ın öneminin farkındadır. O nedenledir ki, Cumhurbaşkanı "bir Kürt Devleti olgusu geliyor, hazırlıklı olmak lazım..." dedikten sonra, "... Bayan Mitterand ve Lord Awebury, İngilizlerin think-tank kuruluşu olan Chatham House'da açıkça Kürt Devleti'ni savundular. Bunun belgeleri var. İngiltere Dışişleri Bakanı Hurd'e söyledim. Dışarda başka, kendi aralarında başka konuşuyorlar. Irak'ta bir Kürt Devleti olayı geliyor. Buna hazır olmalıyız, bu konuda her ihtimali göz önünde bulundurmalıyız" şeklinde bir açıklama yapmıştı.
Evet, Chatham House, kurulduğundan bu yana, İngiltere dış politikasında büyük bir etkiye sahiptir. Ünlü İngiliz politikacılarının büyük kısmı Chatham House'a üyedir. Kuruluşun 1934 yılı üye listesi; Başbakan Sir Austin Chamberlain, Dışişleri Bakanı Harold MacMillan, Maliye Bakanı Lord Privy Seal, Northumberland Dükü Lord Eustace Percy gibi önemli isimleri içermektedir. 1942 yılı üye listesinde ise; Reuters Başkanı Sir Roderick Jones, G. M. Gatheren-Hardy, North British Borneo Şirketi Başkanı ve Paris Konferansı'nda İngiliz maliye temsilcisi olan Sir Andrew McFadyen, Lazard Bros. adlı Yahudi şirketinin yöneticisi Lord Brand, Dışişleri eski Bakanı Lord Derby, Amerika eski büyükelçisi Phyllis Lanhorne, Bank of England'ın başkanı George Gibson, Hambros Bank'ın sahibi John Hambro ve Lord Cromer gibi isimler yer alır. Eustace Mullins'in bildirdiğine göre, RIIA bu yıllarda da Rothschild hanedanı tarafından finanse edilmektedir. Rothschildlar, Sir Abe Bailey ve Bir Alfred Beit kanalıyla, kuruluşa yılda en az 100 bin dolar aktarmaktadır. Mullins, ilerleyen yıllarda, Rockefellerlar'ın da örgütün finansmanına büyük katkıda bulunduğunu yazıyor. Chatham House, gücünü daha sonraki yıllarda da, günümüze kadar korumuştur. Örgüte, Arnold Toynbee gibi isimlerden, Bosna-Hersek'te sözde "arabuluculuk" yapan ve Sırp taraftarı tutumuyla tanınan Lord Carrington ve Lord Owen'a kadar pek çok önemli kişi üye olmuştur.
Örgütün önemli "faaliyet"lerinden biri de uyuşturucu ticaretiyle olan bağlantısıdır. Amerika'da Executive Intelligence Review (EIR) adlı grubun yayınladığı ve tüm dünyadaki uyuşturucu trafiğini konu edinen Dope Inc. (Uyuşturucu Şirketi) adlı kitapta, Chatham House'ın uyuşturucu ağındaki önemli rolü uzun uzun anlatılıyor. Kitapta, Chatham House'ın Uzak Doğulu afyon lordları ile kurduğu bağlantılar detaylı olarak inceleniyor. Örgütün, uyuşturucu bağlantısı bilinen Hong Kong ve Shanghai bankalarıyla ve ünlü uyuşturucu şebekesi Jardine Matheson'la ortaklaşa gerçekleştirdiği afyon satışları konu ediliyor. Buna göre, Chatham House, Uzak Doğu ile ilgili kolu olan Institute for Pacific Relations (IPR) kanalıyla, uyuşturucu alım-satımı yapar ve kuruluşun yöneticileri bu yolla büyük karlar elde ederler. Kitapta, Amerikan Senatosu tarafından konuyla ilgili olarak yapılan bir araştırmanın sonucunun da Chatham House-uyuşturucu ticaretini ortaya koyduğu şöyle not ediliyor. Institute for Pacific Relations'la (IPR) ilgili olarak yapılan Senato soruşturması, RIIA'nın (Chatham House) dolaylı yollardan uyuşturucu ağı ile ilişki içinde olduğunu ortaya koymuştu. Daha sonra toplanan McCarran Komitesi de, IPR Genel Sekreteri William Holland'ın uyuşturucu bağlantısını ortaya çıkardı. Holland'a, 1946'da IPR'nin başına geçmeden önce, Çin'de uyuşturucu mafyası ile ilişkiler kurmuştu. Bunun ardından Holland Royal Institute yönetimi tarafından IPR'nin başına getirildi ve uyuşturucu mafyasıyla bağlantı için kuryelik yapmaya başladı. Chatham House'la ilgili bu bilgilerin ardından, "asıl konu"ya, yani CFR'ye geçebiliriz.
Amerika'nın Dış Müdahale Geleneği
Amerikan dış politikasında büyük etkisi olduğu hemen herkesçe kabul edilen CFR'den söz etmeden önce, Amerika'nın dış müdahale geleneğinden söz etmekte yarar var. Bugün pek çok kişi için Amerika'nın dış ülkelere müdahale etmesi normal ve olağan bir şeydir. Çünkü Amerika, Amerika'dır; süper güçtür, ulusal çıkarları dünyanın her köşesine uzanır, kimilerine göre de "dünya polisi"dir. Ama Amerika ilk bölümde de değindiğimiz gibi, bir zamanlar böylesi bir dış müdahale geleneğine sahip değildi. 19. yüzyılın sonlarına dek, Amerikalılar'ın kendileri de dünyayı egemenlikleri altına alma gibi bir "hak"ka sahip olduklarına (!) inanmıyorlardı. Amerika'nın "dünyayı düzenleme" gibi bir "misyon"a sahip olduğu fikri ise güçlü bir biçimde ilk kez 1800'lü yılların ortalarından sonra belirmeye başladı. Dış müdahale fikrine etik temel oluşturan en önemli unsur ise kitabın ilk bölümünde de değindiğimiz, Manifest Destiny olarak bilinen teoriydi. Teori, Amerika'nın dünya üzerinde "Mesihi bir misyon" sahibi olduğunu ve yayılmayı "hak" ettiğini iddia ediyordu. Eski Ahit ayetlerini dayanak alan teorinin en güçlü savunucusu ise, ilk bölümde incelediğimiz gibi, Püriten kökenli bir aileden gelen mason Senatör Albert J. Beveridge idi.
Amerikalı yazar John B. Judis, Amerikan dış politikasındaki farklı ekolleri değerlendirirken, Püriten geleneğin etkisine dikkat çekiyor. Judis'e göre, Başkan Bush'un Amerika'nın "tarihte özel bir yere ve misyona" sahip olduğu şeklindeki sözleri bile, Amerika'yı bir "Yeni İsrail" olarak kurmayı hedefleyen Püritenlerin geleneğinden esinlenmişti. Yazara göre, ilk Amerikalılar (Püritenler), Yeni Dünya'yı "Yeni İsrail" bakış açısıyla kurmuşlar ve daha sonra da tüm Eski Dünya'yı kendi örneklerine uygun bir biçimde dönüştürmeyi hedeflemişlerdi. Judis'in yazdığına göre. 19. yüzyılda Amerika'da dış politika konusunda iki farklı ekol oluştu. Bu iki ekolden ilki, sonradan Başkan olan Theodor Roosevelt ve Albert Beveridge ile Henry Cabot Lodge adlı iki senatör tarafından savunuluyordu. Bu üçlünün ısrarla savundukları düşünce, Amerika'nın dış ülkelere yayılmasının şart olduğu düşüncesi, yani emperyalizmdi. Buna karşılık anti-emperyalist düşünceyi savunan, yani Amerika'nın da kendi halinde normal bir devlet olması gerektiğini savunan ikinci ekolün en belirgin iki savunucusu ise, William Jennings Bryan ve sonradan Başkan olan Grover Cleveland idi. Yazara göre, Roosevelt, Beveridge ve Lodge tarafından savunulan yayılmacı görüş açıkça Püriten gelenekten kaynaklanıyordu.
Buna biz de bir kaç bilgi ekleyelim: Emperyalist ideolojiyi, yani Püriten-Yahudi geleneğini savunan üçlünün bir başka özelliği de mason olmalarıydı. Beveridge'in masonluğuna 1. bölümde değinmiştik. Diğer iki isim, yani Başkan Roosevelt ve Senatör Lodge 10.000 Famous Freemasons adlı kitapta bildirildiğine göre masondular. Buna karşılık, anti-emperyalist kanadın iki ünlü savunucusu da mason değildi; masonik kaynaklarda Bryan'ın ismi geçmiyor, Başkan Cleveland'ın mason olmadığı ise özellikle vurgulanıyor (Amerikan Başkanlarında nadir rastlanan bir özellik olduğu için herhalde.) Yalnızca bu tablo bile, Amerika'nın yayılmacı bir çizgiyi benimsemesinde, Püriten-Yahudi geleneğinin ve bu geleneğin örgütlü temsilcisi olan masonluğun büyük rol oynadığının işaretidir. Judis de, makalesinin devamında, Püriten (Evanjelik) geleneğin, Amerika'nın I. ve II. Dünya Savaşları'na girmesinde ve Soğuk Savaş'ı başlatmasında önemli rol oynadığını vurgulamaktadır. Kısacası, ilerleyen sayfalarda da başka örneklerle göreceğimiz gibi, Amerikan emperyalizmini doğuran güç, Püriten geleneği ve son tahlilde bu geleneğin asıl içeriğini oluşturan Yahudilik'tir.
Amerikan savaş gemisi Maine'in batışını hiçbir delil olmamasına karşın İspanyol komplosuna bağlayarak İspanyol-Amerikan savaşını kışkırtan New York Journal'ın 17 Şubat 1898 tarihli sayısı. Gazete, oluşturduğu "toplumsal histeri" ile, Amerikan emperyalizminin ilk adımı olan İspanya savaşını ateşlemişti. |
Başkan Wilson'ın Akıl Babaları ve CFR'nin Kuruluşu
20. yüzyılın başına gelindiğinde, Amerika'daki pek çok entellektüel, yayılmacı politikayı benimsemişti. Ancak Amerikalıların bir bölümü, Püriten-Yahudi geleneğinden kaynaklanan yayılmacı politikaya karşı çıkıyor ve Amerika'nın da dünyanın hemen hemen bütün diğer ülkeleri gibi asıl olarak kendi sorunlarıyla uğraşması gerektiğini, başka toplumların içişlerine karışmak gibi bir "misyon" ya da hak sahibi olmadığını söylüyorlardı. Bu görüşü savunanlar "isolationist" (izolasyoncu), Amerikan yayılmacılığını savunanlar ise "internationalist" (uluslararasıcı) olarak tanımlandı. "İzolasyoncu"larla, "uluslararasıcı"lar arasında onyıllarca süren tartışma, 1917 yılında ikinci grubun zaferiyle sonuçlandı. Bu tarih, Amerikan emperyalizminin resmen doğduğu tarih olarak da kabul edilebilir. O yıl, Başkan Woodrow Wilson, her ne kadar seçim öncesinde Amerika'yı savaşa sokmayacağını vaad etmiş olsa da, Amerika'nın I. Dünya Savaşı'na girmesi gerektiği ile ilgili olarak Kongre'ye çok önemli bir mesaj yolladı. Ve o tarihten sonra da Amerikan yayılmacılığı ülke dış politikasının asıl amacı haline geldi. Bugün Amerika'da izolasyoncu görüşü savunmaya devam edenlerin çoğu, Wilson'ı, Amerika'yı normal bir devlet olmaktan çıkarıp, "dünyanın başına bela" haline getiren adam olarak görürler. Sözkonusu izolasyoncu entellektüellerin arasında birisi, Dan Smoot ise konuya daha farklı bir yaklaşım getirerek, Wilson'ın bu kararı kendi başına almadığını ve onun da "arkasında" birileri olduğunu yazar. Smoot'un, CFR'yi konu edinen The Invisible Government (Görünmeyen Hükümet) adlı kitabında yazdığına göre, Amerika'yı savaş sokan ve de kesin olarak yayılmacı yapan bu güç, CFR'dir.
Smoot, CFR'nin Wilson politikaları üzerindeki büyük etkisinden sözederken, Wilson'un özel danışmanı Albay Edward Mendell House üzerinde çokça durur. Çünkü rütbesinden çok daha büyük bir güce sahip olan House, CFR'nin önde gelen kurucularından birisidir ve Wilson üzerinde de büyük bir etkiye sahiptir. Smoot, Wilson'ın ve House'un anılarından bu gerçeğin açıkça belli olduğunu anlatıyor ve şöyle diyor: "House, Wilson'ın çoğu iç ve özellikle de dış politikalarını üretti, kabine üyelerinin seçiminde büyük rol oynadı ve Wilson'ın Dışişleri Bakanlığını büyük bir ustalıkla yönetti."House'un Başkan üzerindeki olağanüstü etkisi, Britannica'nın İngilizce baskısında da şöyle vurgulanıyor. House, kabinede herhangi bir görev almayı reddetmesine rağmen, Wilson'un 'sessiz partneri' konumuna geldi. Kabine ve Kongre üyeleri üzerindeki kişisel etkisi, Wilson'ın politikalarını denetlemesini sağladı. Özellikle dış politika konularında çok etkiliydi ve yakın ilişkiler kurduğu Avrupalı liderle birlikte Amerikan dış politikasını koordine etme şansı buldu.
Wilson başbakanlık için seçilmeye çalışırken, ABD'yi savaşa sokmayacağını vaad etmişti. Ancak yaptığı bunun tam tersi oldu. Amerika'yı hem savaşa, hem de 20. Yüzyılın akışını belirleyecek olan yayılmacı/emperyalist çizgiye soktu. Ancak bu kararı kendi başına almamıştı. Onu, Amerika'yı yayılmacı hale getirmesi için zorlayan "birileri" vardı. CFR'nin kuruluşunu da finanse eden bu "birileri", "ırk bilinci" yüksek Yahudi bankerlerden başkası değildi. Bu bankerler, Amerika'nın açılmasını, "yayılmasını", dünya politikasına egemen olmasını istiyorlardı. Haksız da sayılmazlardı; bu ülke zaten bu iş için tasarlanmamış mıydı?
Böyle bir tablo karşısında, doğal olarak, "House'un gücü nereden geliyordu?" diye sormak gerekiyor. Bu noktada, House'ın çok yakın ilişki içinde olduğu bazı New York bankerlerini adlarını öğreniyoruz. Smoot, Albay House'un; Paul ve Felix Warburg, Otto H. Kahn, Henry Morgenthau, Jacob ve Mortimer Schiff, Herbert Lehman gibi büyük finansörlerle yakın ilişki içinde olduğunu, hatta bir anlamda onların Washington'daki temsilciliklerini yaptığını söylüyor. House'un büyük gücü de arkasındaki bu sermaye desteğine dayanıyor. House'un bu "banker bağlantısı" başka kaynaklarda da vurgulanıyor. Örneğin, Amerikalı yazar George Sylvester, 1932 yılında yazdığı ve House-Wilson ilişkini konu alan The Strangest Friendship in History; Woodrow Wilson and Col. House (Tarihteki En İlginç Dostluk: Wilson ve House) adlı kitabında şöyle diyor: "Schiff, Warburg, Kahn, Rockefeller gibi dev finansörler, House'a çok güveniyorlardı. House, bu finansörler ile Beyaz Saray arasındaki aracıydı." İşte bu noktada çok ilginç bir şeyle karşılaşıyoruz. Çünkü, The Invisible Government'ın yazarı Dan Smoot ya da başka yazarlar bu isimler arasındaki ortak noktaya pek değinmiyorlar ama bu büyük bankerlerin çok önemli bir ortak özelliği var: İstisnasız hepsi Yahudi! (yalnızca Rockefeller'ın özel bir durumu var; biraz sonra inceleyeceğiz). Encyclopaedia Judaica, sözkonusu bankerlerle ilgili önemli bazı bilgiler veriyor. Paul Warburg; Hamburg doğumlu bir Alman Yahudisi, sonradan ABD'ye göç ediyor, büyük bankerlerin arasına giriyor. Yahudi bankerlerin geleneksel tavrına uygun olarak, bir başka Yahudi banker ailenin kızıyla, Kuhn, Loeb şirketinin sahibi Solomon Loeb'in kızı Nina Loeb ile evleniyor. Serveti gittikçe büyüyor. "Bilinçli" bir Yahudi; sayısız Yahudi örgütüne finansal destek sağlıyor. Paul Warburg, ayrıca bir de "bir dünya hükümeti ister istemez kurulacak; tek sorun bu sonuca güzellikle mi yoksa zorla mı ulaşılacağıdır" şeklindeki ünlü sözüyle de tanınıyor. Felix Warburg ise en az kardeşi Paul kadar "bilinçli". O da "ırk-içi" evlilik yaparak, Jacob Schiff'in kızı Frieda ile evleniyor. Pek çok Yahudi örgütüne destek veriyor. Filistin'e yapılan Yahudi göçünü ve Siyonist hareketi destekliyor. Filistin'deki Yahudi göçmenlere ve Kudüs İbrani Üniversitesine büyük destek veriyor. Siyonist lider ve ilk İsrail devlet başkanı Chaim Weizmann ile işbirliği içinde.
Wilson'ı, Amerika'yı I. Dünya Savaşı'na sokmak, ya da daha geniş bir perspektifle, "yayılmacı" hale getirmek için ikna edenlerin üçü; Jacob Schiff, Felix Warburg ve Henry Morgenthau. |
Kısacası, Başkan Wilson üzerinde büyük etkiye sahip olan Albay House, sözkonusu Yahudi bankerlerin, ya da "Yahudi önde gelenleri"nin adamıydı. Dolayısıyla House'ın Wilson'a yaptığı telkinlerin, gerçekte bu Yahudi liderlerin amaçları doğrultusunda olduğunu anlamak pek zor değildir. Bir başka deyişle, Wilson'ın gerçek akılhocaları, devrin önde gelen Yahudileridir. Wilson'ın da böyle bir ilişkiye uygun bir düşünce yapısına sahip olduğunu, Püriten geleneğini izleyen bir Protestan olarak Yahudilere olağanüstü bir sempati beslediğini ve "ben, bir Protestan papazın oğlu olarak, Vaadedilmiş Topraklar'ın oranın gerçek sahiplerine verilmesine destek olmalıyım" dediğini 1. bölümde incelemiştik.Dan Smoot, House'un Wilson'a yaptığı telkinlerden söz ederken, onu "Amerika'nın tüm dünya üzerinde 'demokrasi'yi korumak gibi kutsal misyonu olduğuna" ikna ettiğini yazıyor. House'un telkinleri, Amerika'nın resmi olarak 121 yıldır süren "izolasyoncu" geleneğinin kesin bir sona erişi ve Amerikan yayılmacılığının resmen onaylanmasıyla sonuçlanmıştı. Wilson'ın Almanya'ya karşı savaşa girmesindeki en büyük etken ise, yine Albay House'du; Yahudi önde gelenlerinin Washington'daki adamı. House'ın ilginç bir başka icraatı ise, Başkan Wilson'a bir yandan da Siyonizm lehinde lobi yapmasıydı. Yahudi yazar Joshua B. Stein, o yıllarda İngiltere'de Siyonizmin en önemli savunucularından olan Josiah Wedgwood'un, Başkan Wilson'la görüşerek, ona uzun uzun Siyonizmin önemi ve bu işi için gereken Amerikan desteği konusunda telkinde bulunduğunu bildiriyor.Wedgwood'u Başkan'la tanıştıran ve görüşmeleri ayarlayan kişi ise kahramanımız Edward House!... House'un bir başka ilginç ilişkisi ise Siyonizme resmi İngiliz desteği anlamına gelen Balfour Deklarasyonu'nu yazan kişiyle, yani bir Hıristiyan Siyonist olan Lord Balfour'la çok yakın bir dostluk kurmuş olmasıydı.
Wilson'ın Amerika'nın I. Dünya Savaşı'na girdiğini duyuran açıklaması, Creel Komisyonu'nun beyin yıkayıcı propagandası sayesinde büyük sevinç gösterilerine neden olmuştu. Ancak Püriten gelenekteki Tevrat ruhuna dayadırılan veYahudi önde gelenlerinin öncülük ettiği bu yayılmacılık politikası, ne "sokaktaki" Amerikalılar ne de dünyanın geri kalan bölümü için iyi sonuçlar doğurmayacaktı.
House'un Yahudi patronlarına verdiği hizmetler Siyonizme destek olmakla sınırlı değildi... Asıl büyük icraat CFR'nin kuruluşu olacaktı. Wilson, House'un "tavsiye"si üzerine, Eylül 1916'da çeşitli entellektüellerden oluşan bir komite, bir tür "think-tank" oluşturdu. Smoot, komitenin en önemli isimleri olarak şu dört kişiyi sayıyor: Walter Lippmann, Allen Dulles, John Foster Dulles ve Christian A. Herter. Sonraki yıllarda çok daha ünlü hale gelecek bu isimlere baktığımızda ise yine oldukça ilginç bir tabloyla karşılaşıyoruz. Çünkü bu isimlerin dördü de CFR'nin "Yahudi bağlantısı"na ve masonik yapısına uygun kişiler. Walter Lippmann ırk bilinci yüksek bir Yahudi; İsrail lobisinin her zaman önde gelen isimlerinden olan çok etkili ve ünlü bir köşe yazarı. Allen Dulles, sonradan CIA başkanlığı yapan kıdemli ve ünlü bir mason. Gelecekte Eisenhower'ın Dışişleri Bakanı olacak olan John Foster Dulles da onun kardeşi. Amerikan Büyükelçiliği, Massachusetts valiliği, Kongre üyeliği ve Dışişleri bakan yardımcılığı gibi çok sayıda görev alan Christian A. Herter ise 33. dereceden mason. İşte CFR'nin ve Chatham House'un kurulmasına karar verildiği Paris Hotel Majestic'teki ünlü toplantıya katılan Amerikalılar, bu gibi özelliklere sahip kişilerdi. İngiliz kanadının da, yine Yahudi önde gelenlerinin, özellikle de Rothschild'ın "adamı" olan Lord Alfred Milner tarafından oluşturulan bir grup olduğuna az önce değinmiştik. Karşımıza çıkan tablo, Amerikan ve İngiliz politikalarını yönlendirmek için kurulmuş olan örgütlerin, çok belirgin bir biçimde Yahudi önde gelenleri ve masonlar tarafından oluşturulmuş olduğudur.
CFR'nin Totaliter Toplum Yaratma Hedefi
"Totaliter bir devlet için sopa neyse, demokrasi için de propaganda odur" - Noam Chomsky.
FR, adı üstünde, "Dış İlişkiler Konseyi"dir, yani amacı Amerikan dış politikasını yönlendirmektir. Ancak bir ülkenin, hem de Amerika gibi bir ülkenin dış politikasını yönlendirmek, yalnızca karar mekanizmalarını ele geçirerek tam anlamıyla başarılamaz. Çünkü Amerika ve diğer Batılı ülkeler "demokratik" ülkelerdir ve devlet aygıtının kararları halkın düşüncesinden büyük ölçüde etkilenir. Dolayısıyla, dış politika konusunda radikal bir karar verebilmek için, halkın desteğine ihtiyaç vardır. Halk destek (yani en başta oy) vermezse, yönetici elitler istedikleri politikaları uygulayamazlar. Buna karşılık, yöneticilerin halka rağmen istedikleri kararı verdikleri sistemlere totaliter sistemler denir. Ancak Amerika'da kurulu olan sistem, gerçekte, üstteki paragrafta özetlediğimiz şekilde "demokratik" olarak işlememektedir. Amerikan sisteminin en ünlü eleştirmenlerinden Noam Chomsky, ülkesinde yürürlükte olan sistemin bildiğimiz demokrasi tanımından çok farklı bir "demokrasi" olduğunu anlatıyor. Chomsky'nin dediğine göre, sözkonusu sistem, gerçekte gizli ve görünmez bir totaliterizmdir. Çünkü sistem, arkasına halkın rızasını alarak işlemektedir, ancak bu "rıza"yı toplumsal beyin yıkama araçları yoluyla kendisi oluşturmaktadır. Chomsky, Türkçe'ye Medya Denetimi adı altında çevrilen kitabında, Amerika'daki bu görünmez totaliterizmin buna "demokratik totaliterizm" de denebilir nasıl işlediğine ilişkin çarpıcı örnekler verir. Bu örnekler gösterir ki, Amerika'yı yönetenler, bir konuda karar verdiklerinde, örneğin bir dış müdahale istediklerinde, medyanın karşı konulmaz büyüsünü kullanarak önce halkı bu konuda hazırlamaktadırlar. Amerika'nın saldırmak istediği hedef (Saddam, Noriega, İslami gruplar, Sandinistalar vs.) önce halkın gözünde birer "şeytan"a dönüştürülür. Bunu yapabilmek için medya aracılığıyla görünür propagandalar ya da bazen görünmez psikolojik bilinçaltı telkinleri yapılır. Sonuçta halka, yabancı bir ülkeyi işgal edip insanlarını öldüren Amerikan askerlerini alkışlamaktan başka bir görev kalmaz.
Bu yöntemin bir uygulamasına önceki sayfalarda 1898 yılında Amerikan Maine gemisinin batmasının ardından New York World ve New York Journal gazetelerinin yaptığı savaş çığırtkanlığı ile değinmiştik. Chomsky, "rıza oluşturma" olarak adlandırdığı bu yöntemin en önemli örneğinin ise Wilson döneminde yaşandığını söylüyor. "İlk modern hükümet propaganda operasyonu" olarak adlandırdığı bu örnek, Amerikan halkını, ülkeyi I. Dünya Savaşı'na sokmak için ikna etmek olarak özetlenebilir. Chomsky, yapılanı şöyle anlatıyor. Halk aşırı derecede Pasifistti ve bir Avrupa savaşına girmek için hiçbir neden görmüyordu... Creel Komisyonu adıyla bir hükümet propaganda komisyonu kurdular. Bu komisyon altı ay içinde pasifist bir halkı, Alman olan herşeyi yok etmek, Almanları lime lime etmek, savaşa girmek ve dünyayı kurtarmak isteyen, isterik, savaş çığırtkanı bir halka dönüştürmeyi başardı.
Yani Amerika'nın I. Dünya Savaşına girmesi, totaliter bir devlet yönlendirmesi ile gerçekleşmişti. İşte bu noktada, durup düşünmek gerekiyor. Çünkü, hatırlarsak, az önce Amerika'yı savaşa sokan asıl gücün CFR olduğuna değinmiştik. Yahudi finansörlerin politik kurumu olan CFR, Albay House aracılığıyla kontrol altına aldığı Başkan Wilson'a ülkeyi savaşa sokma telkinini vermiş ve başarılı da olmuştu. Bu durumda, Wilson'ın emriyle "savaş çığırtkanlığı" yapmak üzere kurulan Creel Komisyonu'nun asıl olarak CFR'nin ardındaki Yahudi finansörler tarafından oluşturulduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Chomsky de, Creel Komisyonu ve onu izleyen beyin yıkama aygıtlarının "iş çevreleri" tarafından örgütlendiğine dikkat çekmektedir. (Hatırlayalım, 1898'deki savaş çığırtkanlığı da Yahudi medyası tarafından yapılmıştı.) Bu da bizlere, CFR'nin, medya denetimli bir "demokratik totaliter" toplum yaratma projesinin ilk ve asıl uygulayıcısı olduğunu gösterir. Amacı ABD dış politikasını yönlendirmek olan Konsey'in, halkı yönlendirmeyi ihmal etmesi zaten büyük bir hata olurdu.
Walter Lippmann, CFR'nin önemli kurucularından ve İsrail lobisinin sadık elemanlarından biriydi. Bir başka özelliği de, medyanın beyin yıkayıcı propagandası yoluyla denetim altında tutulan "demokratik totaliter" toplum projesinin ilk kuramcılarından olmasıydı |
Brave New World'de itaati sağlamak için kullanılan bir başka yöntem de, toplumun düşünmemesini sağlamaktı. Bunun için de iki çare bulunmuştu: Serbest ve sınırsız cinsellik ve "soma" adı verilen bir tür keyif verici, uyuşturucu madde. İnsanlar günün belli vakitlerinde Dünya Devleti'nin istediği biçimde çalışıyorlar, kalan zamanlarını ise cinsel ilişki ve soma ile geçiriyorlardı. Bir de Dünya Devleti'nin resmi ideolojisini zihinlere enjekte etmek için kullanılan "duyu-film" denen bir tür sinema vardı. Bu Yeni Dünya'nın insanları, Dünya Devleti serbest cinselliğin temeli olan "herkes herkese aittir" prensibini koruduğu ve kendilerine "soma" dağıttığı sürece, mutlu olduklarını sanıyor ve düzene itaatte kusur etmiyorlardı. Romanın bir yerinde, Dünya Devleti'nin bir "denetçisi", toplum için şöyle diyordu. Yedi buçuk saat hafif, yorucu olmayan iş. Sonra herkesin soma payı, oyunlar, sınırsız ölçüde çiftleşme, duyu-filmleri. Daha ne isteyebilirler ki?... Bugün dünya istikrarlı. İnsanlar mutlu; istediklerine sahip olabiliyorlar, sahip olamayacaklarını ise hiç istemiyorlar... Öyle koşullandırılmışlardır ki, bugünkü davranış biçimlerinden başka türlü davranmaları ellerinde değildir. Bu arada ters giden bir şey varsa o zaman da soma var. Kuşkusuz Huxley'in tüm bu tasvirleri yalnızca birer kurguydu, ancak gizli totaliter bir devletin nasıl işleyeceği hakkında mantıklı bir model öne sürmüştü. Modele göre, gizli bir totaliterizm uygulayan Dünya Devleti üç yöntem kullanıyordu: Tarihi değiştirmek, serbest cinsellik yoluyla ahlakı yok etmek ve insanlara beyin yıkayıcı, uyuşturucu zevkler sunmak. İtaat, böylece kendiliğinden oluşuyordu. Bugün, Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasında kurulmuş olan İttifak'ın nasıl bir model uyguladığına baktığımızda bu üç yöntemi bir arada görmek mümkündür. Tarih sürekli olarak değiştirilmekte ve gerçek tarih yok edilmektedir. Ahlak ve din yok edilmektedir. Ve insanlara, aklı öldürücü, düşünmekten uzaklaştırıcı milyonlarca zevk sunulmaktadır. İttifak'ın bir aygıtı olan CFR'nin totaliterizm hevesi, her geçen gün daha da gerçeğe dönüşmektedir.