AHMET ÜNAL
kirliittifaklar
ORTADOĞU'DA KİRLİ BİR İTTİFAK
KİRLİ ÜÇGEN
Emperyalizmin Ortadoğu’daki jandarması olarak görev yapan Siyonist İsrail devletinin kuruluşu yıllardır Arap dünyasında “Büyük Felaket” adıyla anılır. Doğrusu bu, çok da haksız bir adlandırma değildir; çünkü bu tarihten sonra bölgenin halkları bir gün olsun huzur görmemişler, sürekli bir biçimde Siyonist işgalcilerle çatışmak zorunda kalmışlardır.
1897 yılı bu bakımdan anahtar gelişmelerin tanığıdır. Kapitalizmle birlikte kazandıkları gücü sistematikleştirmek için bir devlete ihtiyaç duyan Yahudi burjuvazisi, Theodor Herzl öncülüğünde 1897 yılında Basel’de toplanan Sion kongresinde Siyonist hareketin temellerini atmıştır. Baştan itibaren dini motifler üzerinde şekillenen Siyonizm ise Yahudi kutsal metinlerinde “vaat edilmiş topraklar” olarak belirtilen Filistin başta olmak üzere Ortadoğu coğrafyasına gözünü dikmişti.,
Daha sonra Siyonist hareket, İngiliz emperyalizminin yardımıyla Filistin’deki Yahudi nüfusunu hızla artırmış, 1920’lere gelindiğinde bu nüfus 100.000’e, 1939’a gelindiğinde ise toplam 1,5 milyon olan Filistin nüfusunun 445 binine ulaşmıştı. 1947 yılına gelindiğinde ise Filistin’de 630 bin Yahudi ve 1 milyon 300 bin Filistinli vardı. Siyonizm 2. Paylaşım Savaşı öncesinde, bu yöndeki çabalarını hızlandırmıştı. Osmanlının dağılmasının ardından İngiliz egemenliğine geçen Filistin topraklarındaki Yahudi nüfusu, para, entrika, rüşvet, ve bunların yetmediği noktada açıkça terörist faaliyetlerle Arapların dörtte biri kadar olmuştu. I. Paylaşım Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da güç olan İngiltere, Filistin’de İsrail nüfusunun artması için yoğun çaba harcadı. Ortadoğu’da sömürgeci bölgenin yeni efendileri tarafından yeni düzenlemeler yapıldı. Bağdat, Irak adlı bir devlete dönüştürüldü ve İngiliz egemenliğine bırakıldı. Suriye’nin tarihsel bir parçası olan Beyrut ve çevresi ise Lübnan adıyla ayrı bir devlete dönüştürüldü. Ürdün nehrinin doğu tarafında ise Transjordan (Ürdün ötesi) adlı bir devlet kuruldu. Daha sonradan sadece Ürdün olarak anılmaya başlandı. Yani bütün sınırlar cetvelle çizilmişti.
II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra ise İngiltere yaşadığı yıkımdan dolayı Ortadoğu’daki sömürgecilik vazifesini artık ABD emperyalizmine bırakmak zorunda kalmıştır. Ayrıca İngiltere Filistin’deki Manda yönetimini Birleşmiş Milletler’e, yani aslında savaştan güç olarak çıkmış tek ülkeye yani Amerika’ya devretmişti. BM Genel Kurulu da 29 Kasım 1947 tarihinde Filistin topraklarında iki devlet kurulmasına karar vererek (Filistin-İsrail) toprakları ikiye böldü. 1 yıl sonra da İsrail devleti 24 Mayıs 1948’de kuruldu. Neticede Ortadoğu’da Amerikan’ın bekçiliğini yapacak kesinlikle ona sadık kalacak bir ülkeye ihtiyaç vardı ve o da oldu. Aynı kararla kurulması kararlaştırılan Filistin Devleti ise Filistin halkının üzerinde estirilen kesintisiz terör, baskı ve katliamlarla halen kağıt üzerinde kalmaya devam etmektedir.
Türkiye İsrail’i Tanıyor: Türkiye İsrail’i tanıyan 31. ülke olmuştur. Dönemin hükümeti CHP’dir. Aynı zamanda Türkiye İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olma özelliğini taşımaktadır. 4 Temmuz 1950’de Modus Vivendi Ticaret antlaşması ile Türkiye-İsrail arasında ilk resmi diplomatik ilişki başlamış oldu. Bu durum, İsrail’in bölgedeki yalnızlığının kırılması açısından çok önemli bir olguydu. İsrail bölgede kendisini garantiye almak için Arap olmayan ulus ve devletlerle de açık ya da gizli ilişkiler geliştirmeyi hep önemsemiştir. Arap olmayan İran Şah’ıyla kurulan ilişkiler de bu bakımdan önemli olmuştur. Bırakalım Ortadoğu coğrafyasını, dünyanın ABD dışındaki tüm ülkelerinin mesafeli bir ilişki sürdürdüğü, Müslüman halkların ise nefretini kazanan bu ülke ile böylesine sıkı ilişkilerin nedeni ve kaynağı neydi diye sorguladığımızda karşımızda bir anlamıyla bölge gericiliğinin de tarihi çıkmış olur. Çünkü söz konusu olan salt gerici iki ülkenin ittifakı değil, Ortadoğu coğrafyasındaki her tür ilerici gelişmenin başını ezmeyi birinci görev bellemiş emperyalizmin sistematik ağının öyküsüydü. Şah döneminin İran’ının da dahil olduğu bu ağ, bölgedeki sınıf ve ulusların kurtuluş mücadelelerinin seyrine göre dönem dönem sıkılaşıp, dönem dönem gevşemiştir. ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik geliştirdiği BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adı altındaki saldırı dalgası sürecin doğası gereği yeniden en sıkı süreçlerinden birini (gerçekleşen İslami Devrimden dolayı İran’sız) yaşamaktadır.
Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler 1950’lerin ikinci yarısında stratejik bir görünüm almaya başladı. İki ülke ABD tarafından dayatılan politikaların sonucunda gayrıresmi olarak Sovyetlere karşı bir ittifakın parçası olmuşlardı. Türkiye ile İsrail arasındaki ilk kriz, 1956 yılında Süveyş Kanalının Mısır tarafından ulusallaştırılması sonucunda İsrail, İngiltere ve Fransa’nın kanal bölgesini işgal etmesiyle başladı. Türkiye bir yandan İsrail’in BM’nin 1947’de kabul ettiği sınırlarına çekilmesi yönünde görüş bildirirken diğer yandan da “Araplarla yakınlaşmanın ikili ilişkilere zarar vermeyeceği” yolunda İsrail’e güvence veriyordu. Sonraki süreçte de Ortadoğu, dünya ve Türkiye kamuoyunun etkisiyle İsrail’e karşı yapılan her hamle, benzer bir gizli “gönül alma” ile tamamlanacaktı. Yine 1956 krizi sırasında Tel Aviv büyükelçisi geri çağrıldığında Türkiye’ye dönmeden önce İsrail Dışişleri Bakanlığını ziyaret eden büyükelçi Şevkati Bey, kararın “İsrail’e karşı olmayıp taktik bir tavır olduğunu” resmen iletmişti. ABD’nin Türkiye’ye İsrail ile ilişkilerini geliştirmesine yönelik baskılarının sonucunda 1957 yılında MOSSAD’ın Ortadoğu Bölüm Başkanı Eliahu Sasson Ankara’ya büyükelçi olarak atandı. Dönemin Demokrat partili Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu ile Eliahu Sason arasındaki görüşmelerle MOSSAD ile Türk istihbaratı arasındaki ilişkinin temeli atılıyordu. Türk tarafının bütün bu ilişkilerinin gizli olması isteği İsrail tarafından kabul gördü ve koordinasyon başladı.
1957 yılında dönemin Türkiye Başbakanı olan Adnan Menderes Türkiye’de Ajan/Elçilik görevini yürüten Eliahu Sason ile bizzat görüşüp iki ülkenin istihbarat ilişkilerinin geliştirilmesine dair karar aldılar. 7 ay sonra Ankara’da Milli Amele Hizmet Teşkilatı (MAH) başkanı olarak H. Avni Göktürk’ün ve İsrail tarafında da MOSSAD Şefi olan Reuven Shiolan’ın katıldığı bir görüşme yapıldı. Görüşme neticesinde aralarında İran SAVAK istihbarat örgütünün de bulunduğu bir (MOSSAD-MAH-SAVAK) Güvenlik Üçgeni konusunda anlaşmaya vardılar. Bu mutabakatın ve üçlü istihbarat işbirliğinin neticesi CIA raporlarında “Trident-Üç uçlu gladyatör mızrağı” olarak adlandırılıyordu ve şöyle değerlendiriliyordu:
1- İsrail, Türkiye üzerinden Sovyetler Birliğini izleyebilecek ve buna karşılık Arap Birliği’nin aktivitelerinden ve özellikle Suriye’de olup bitenlerden Türkiye’yi haberdar edecek.
2- MOSSAD Türk istihbaratçılarını eğitecek. İKK (İstihbarata Karşı Koyma) ve haber alma alanındaki teknoloji eğitimleri verecekler. (Not; Mehmet Eymür’ün babası olan Mahzar Eymür de İsrail’de eğitim gören ilk Türk istihbaratçılarındandır )
3- MOSSAD İran SAVAK için öngördüğü bütün desteğin aynısını MAH içinde yapacak.
Daha sonra, 1970’lerde ise Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikası iyice netlik kazanmıştı. Türkiye görünürde Filistinlilerden yana tavır alıyordu. Bunu da 1967 Arap-İsrail Savaşı sırasında NATO üslerini kullandırtmaması, Birleşmiş Milletler’de Filistin lehine oy vererek ve Nisan 1969’da İsrail’le yaptıkları ticaret antlaşmasını iptal ederek göstermiştir. Ekim 1973’te gerçekleşen ikinci Arap-İsrail Savaşında Türkiye, gönülsüzce de olsa Araplardan yana tavır almıştır. Bu durumdan dolayı da Türkiye ile Arap ülkeleri arasındaki ticari ilişkiler de gelişmiştir. Ancak ABD duruma müdahale etmekte gecikmemiştir. 73’teki Arap-İsrail Savaşında Türkiye’nin hava sahasını ABD uçaklarına açmaması Amerika’yı harekete geçirmiş ve ABD, Türkiye’nin yaptığı 1974’teki Kıbrıs’ı işgalinde ambargo uygulaması ile buna karşılık vermiştir.
Cunta Sonrası İlişkiler
12 Eylül darbesiyle başa gelen cuntanın İslami eğitime önem vermeye başlaması ile birlikte İsrail biraz tedirgin olsa da 1980’lerin ortalarına doğru Türk-İsrail ilişkileri ciddi boyut almıştır. Türkiye daha önceki yıllarda sürdürdüğü bir politika olan ne şiş yansın ne kebap politikasını bir kenara bırakarak artık gerçek safını belirlemede daha cesaretli davranmaya başlamıştır. Türkiye ibresinin İsrail’den yana bükülmesini, Sovyetlerin yıkılması, Körfez Savaşı ve 1991’de Madrid’de başlayan Arap-İsrail Barış Süreci gibi gelişmeler de etkilemiş olsa da asıl sebep Amerika’nın artık dünyada tek güç olmasıdır. 31 Aralık 1991’de Türkiye, İsrail’le diplomatik ilişkilerini Filistin’le eş zamanlı olarak büyük elçilik düzeyine yükseltmiştir. Yine aynı dönemde BM Genel Kurulu’nda oylanan Siyonizmin bir tür ırkçılık olduğu yönündeki kararın iptali konusunda da Türkiye çekimser oy kullanarak İsrail’den yana net tavır koymuştur. Daha sonraları ise Türkiye’nin 1991 Körfez Savaşında tam olarak Amerikan ileri karakolu vazifesi gören bir durum sergilemesi ilişkileri daha da sağlamlaştırdı. Türkiye ile İsrail arasında yaşanan ilk üst düzey temas, 1-4 Haziran 1992 tarihinde dönemin Turizm Bakanı Abdülkadir Ateş’in İsrail’i ziyareti ile başlamıştır. Bunu 13-15 Kasım tarihinde Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in ziyareti izlemiştir. 1994’ün Kasım ayında Tansu Çiller’in Başbakanlık düzeyinde İsrail’i ziyaret etmesi, orada İsraillilere yönelik “vaat edilmiş topraklarda oturmak hakkınızdır” sözlerini sarf etmesi Türkiye’nin safını netleştirmesi demekti. Bu ziyaret aynı zamanda İsrail’le işbirliği açısından dönüm noktası olma özelliğini taşımaktadır. Bu ziyaretler sırasında taraflar arasında bir çok anlaşmalar yapılmıştır. Bunlar arasında TSK’nın Fantom uçaklarının İsrail tarafından modernize edilmesini kapsayan anlaşma da bulunmaktadır. Bu süreçte, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1996’daki İsrail ziyaretini, İsrail Cumhurbaşkanı olan Weizman’ın iade-i ziyareti izlemiştir. Yeni süreçte artık Türkiye için İslam kardeşliğinin çok fazla bir anlamı kalmamıştır. Bundan sonra Türkiye dünyanın tek jandarması olan Amerika ve onun bekçi köpeği olan İsrail’in “stratejik” ortağıdır. İsrail ve Türkiye arasında yaşanan gizli aşk 1993’ten sonra iyice alenileşmiş ve birbiri ardına iki ülke arasında antlaşmalar yapılmıştır.
Tarihlerine göre anlaşmaları sıralarsak:
14 Kasım 1993 Kültür Eğitim ve Bilim Alanlarında İşbirliği Antlaşması,
14 Kasım 1993 Karşılıklı Anlayış ve İşbirliği İlkeleri Muhtırası,
3 Kasım 1994 Telekomünikasyon ve Posta Hizmetleri Alanlarında İşbirliği,
4 Kasım 1994 Uyuşturucu ve Psitotrop Madde Kaçakcılığı ve Kullanımı,
14 Mart 1995 Sağlık ve Tıp Alanında İşbirliği,
27 Haziran 1995 Tarım Alanında İşbirliği Konusunda Mutabakat Zaptı,
22 Şubat 1996 Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması,
14 Mart 1996 Serbest Ticaret Anlaşması,
14 Mart 1996 Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması,
14 Mart 1996 Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Anlaşması,
14 Mart 1996 Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşması,
28 Ağustos 1996 Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması.
Dikkat edilirse yapılan bütün önemli anlaşmaların hepsi 1996 yılında ve Refah Partisi iktidarı döneminde yapılmıştır ve askeri boyuttadır.
Askeri anlaşmaların kapsadığı işbirliği konuları şunlardır:
a- Askeri eğitim alanında karşılıklı bilgi ve deneyimlerin değişimi,
b-Askeri akademiler ve karargahlar arası karşılıklı ziyaretlerin yapılması,
c- Savaş gemilerinin karşılıklı “ziyareti”,
d-Askeri, sosyal ve kültürel alanlarda bilgi ve personel değişimi ile askeri tarih ve arşiv konularında işbirliği,
e- Ortak eğitim yapılması
Bu arada iki ülke arasında istihbarat konusundaki işbirliği, iki ülke donanmalarının Akdeniz’de ortak tatbikat düzenlemeleri, İsrail savaş uçaklarının Türk hava sahasını kullanması olarak ortaya çıkan anlaşma, iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik derinliğini göstermektedir. Yani muhalefetteyken sürekli olarak siyonizme ve Amerika’ya yüklenen Necmettin Erbakan, hükümet olduğunda Müslümanlara sıkılacak kurşunları İsrail’e kendisi teslim etmiştir. Daha sonra ise Türk-İsrail ilişkileri, Şubat 1996’da Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’le İsrail Savunma Bakanı arasında imzalanan “savunma işbirliği” anlaşmasıyla gerçek anlamda stratejik boyuta gelmiştir. Ki bu aynı zamanda ordunun ABD emirlerini yerine getirmekte aldığı inisiyatifi göstermesi bakımından da ilginç bir anlaşmadır. Anlaşmada aslında Türkiye Milli Savunma Bakanı’nın imzası olması gerekirken maddelerin içeriği hükümete bile bildirilmemiş ve daha sonra Ocak 1998’de yapılan Türk-İsrail ortak tatbikatı da tamamen ordunun inisiyatifiyle gerçekleştirilmiştir. Öyle ki, dönemin Savunma Bakanı Çakmakoğlu, “İsrail’le yapılan anlaşmaların tümü gizli, gizlilik dereceli anlaşmalar olup TBMM’nin onayına sunulmamıştır” diyerek bu durumu kabullenmiştir. 1996 yılında imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği çerçevesinde askeri ve savunma amaçlı ortak sanayi üretiminde bulunmaları ve bu doğrultuda ortak araştırmalar yapmaları kararlaştırılmıştır. Bu anlaşma uyarınca İsrail’den Türkiye’ye füzeler, erken uyarı sistemleri, plastik ve konvansiyonel mayınları belirleyen radar sistemleri ve askeri mühimmat satışı gerçekleştirilmiştir. Yine Türkiye, 1998’de İsrail’den Popeye 1 füzelerinden 100 adet almış, İsrail Türkiye’nin yirmi beş yıllık süre için yapacağı 150 milyon dolarlık askeri modernizasyon programına dahil bazı önemli ihaleleri de kazanmıştır. Türk F-4 savaş uçaklarının modernizasyonunu öngören 670 milyon dolarlık proje işin diğer bir yanını göstermektedir. Yine buna benzer bir anlaşma ile 170 adet M-60 A-1 tank modernizasyonu için Mart 2002’de 668 milyon dolarlık ihale İsrail’in IMI şirketine verilmiştir. Türkiye’nin Filistin’de gerçekleştirilen zulüm ve katliamın dolaylı değil doğrudan ortağı pozisyonuna yükseldiğini de İsrail’de yayınlanan Haaretz gazetesinden öğreniyoruz. 22 Haziran 2004 tarihli gazetelerde, Türkiye ile İsrail’in arasında ortak acil cephane deposu, teçhizat ve harp sistemleri konusunda işbirliği yapılması yönünde görüşmeler yapıldığı yazıyordu. Yani iki ülkeden birine saldırıldığı takdtirde ve birinin kendini silahlı çatışma içinde bulması halinde diğer ülke tarafından depolanan malzemeyi kullanabilecektir. Açıkça görüldüğü gibi artık gizli kapaklı değil açıkça yürütülen Türkiye-İsrail ilişkileri her geçen gün yeni bir boyut kazanmakta ve daha kirli hale gelmektedir. ABD’nin emrindeki Türkiye , birçok ülkenin yan yana bile gelmek istemediği bekçi köpeği İsrail’le Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarları doğrultusunda el sıkışmakta, Filistin halkının kasapları ile iğrenç bir ilişkiyi sürdürmektedir. Bu arada Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşta İsrail’in Türk kontrgerillasına eğitim ve silah sağladığı da bilinen gerçeklerdir. Ancak bütün bunlara karşın Ortadoğu’nun ezilen halklarının mücadelesi gelişecek, Filistin, Türk, Kürt, ve Arap halklarının ateşi bölgedeki bütün cinayet ve katliam ortaklıklarını dağıtacaktır. ABD-İsrail-Türkiye tarafından oluşturulan kirli üçgen, eninde sonunda Ortadoğu halklarının devrimci mücadesıyle dayanışmasıyla parçalanacaktır. Ortadoğu'da Kirli Bir İttifak: İsrail-Türkiye İlişkileri (E. Yavaş)
ONE MINUTE, ONE MİNUTE, ONE MİNUTE
VESAYET REJİMİ : (Kim bu adam? Darbe mağduru bir demokrat mı? Yoksa merkez sağa yerleştirilen bir 'Truva atı' mı? ( İhsan DAĞI ) Cihad Baban, Politika Galerisi isimli kitabında Cemal Gürsel'den bir anekdot anlatıyor. Gürsel sıradan bir adam değil; 27 Mayısçıların başındaki general, cumhurbaşkanı. 1960'ta kurulan yarı demokratik 'vesayet rejimi'nin mimarlarından. İşte bu Gürsel'in Demirel hakkında söyledikleri çok önemli. 1964 yılında Ragıp Gümüşpala'nın ölümü üzerine AP, yeni genel başkanını seçecek. Gürsel anlatıyor Cihad Baban'a:
'Bak Adalet Partisi kongresini yapacak. Eğer Demirel AP'nin başına gelebilirse bütün dertleri hallederiz. O başkan olsun diye ben çok çalışıyorum. Bir muvaffak olursam rahat edeceğim. Aydın adam, yobazlığa yüz vermez, demokratlara alet olmaz. Dünya görmüş. O zaman göreceksin, Adalet Partisi yola girecek. Benim gözüm arkada kalmayacak.' Bunun üzerine Cihad Baban soruyor: 'Siz kendisini yakından tanır mısınız?' Gürsel'in cevabı; 'Burada boş oturuyor değilim ya... Amerika'da tahsil etmiş. Laik, lisan bilir bir insan AP'nin başına geçerse, artık memleket kurtulur. Demirel'in Atatürkçülüğünden hiç şüphe etmiyorum.' (s. 277) İşte 1960 darbesinin başındaki Gürsel böyle diyor. Demirel, Kasım 1964'te muhafazakârların adayı Sadettin Bilgiç'i yenerek AP'nin genel başkanı oluyor. İyi de neden Demirel'i görmek istiyorlar AP'nin başında? Bunun bir sebebi olmalı.
1950'lerde üst üste üç seçimde tek başına iktidar olan bir partiye karşı darbe yapıp, başbakanını asanlar, bu partinin devamı olacak siyasi örgütlenmeleri ve tabanını boş mu bırakacaklardı? Tabii ki hayır, çünkü bu, darbeciler için bir 'varlık ve kişisel güvenlik meselesiydi' de. Böylece 1964'te yeni bir dönem başladı; vesayet rejiminin yerleştiği, toplumsallaştığı, adeta meşrulaştığı bir dönem. Demirel'in AP'si merkez sağ/DP tabanını elinde tutuyor, askerî vesayet rejiminin hakimleri de AP'yi. Anlaşılan 'indirebileceklerini' çıkarıyorlardı merkez sağın tepesine. İki defa Demirel'i darbeyle indirdiler. İleri gittikçe durdurdular onu, ayar verdiler. DP çizgisinin başında onun yerinde başka birisi olsaydı belki de kolay olmayacaktı bütün bu darbeler, ayarlar, vesayeti içselleştirmeler. Şapkasını alıp gidecek bir lider arıyorlardı merkez sağın başına. Demirel'de buldukları buydu.
Vesayeti kuranlar, bunun ancak DP çizgisini devam ettiren siyasi partiye nüfuz ederek sürdürülebileceğini biliyorlardı. 1961 seçimleri göstermişti ki en avantajlı şartlarda bile CHP ve İsmet İnönü halkın oylarını alarak iktidara gelemeyecek. O halde asıl, merkez sağı kontrol etmeliydiler. Tepede kontrolü Demirel sağladı. Bir yandan 'eskilere' geçit vermezken, öte yandan da tabanı en az üçe böldü; demokratları, muhafazakârları ve milliyetçileri partiden kopardı. Zaten taban Kıbrıs sorunu ve komünizm tehlikesi üzerinden 'milliyetçi/devletçi' bir denetime alınmıştı. Merkez-sağ üzerinden kurulan bu rejim çöktü. AK Parti, merkez sağ tabanı Demirellerin, Yılmazların vesayetinden kurtardı. Bazı eski sağ siyasetçilerin AK Parti'ye karşı Ergenekoncuların yanına geçmeleri sebepsiz değil. AK Parti'nin askerî vesayet rejimi ile merkez sağ siyaset arasında kurulan kirli ilişkiye çomak sokması kabul edilemezdi.
Cevap aradığımız soru şu: Demirel, merkez sağın içine yerleştirilen bir Truva atı mıydı Benim için Demirel, 1960'ta kurulan askerî vesayet rejimini merkez sağ, muhafazakâr, dindar tabana çaktırmadan satan adamdır. Ispartalı Dolaksızoğlu Süleyman Demirel'in son derece enteresan, ve ibret verici bir politik hayatı vardır... 1924 Isparta-İslamköy doğumlu, İTÜ mezunu bu genç mühendis, nasıl oldu da Menderes zamanında DSİ Genel Müdürü iken, ihtilalden snora birden bire kurt politikacıların arasından sıyrılıp, Adalet Partisi'nin başına geçti?.. Nasıl oldu da, 1964-1991 arasında 2 kere darbe ile gitmesine rağmen HACIYATMAZ gibi doğrulup varlığını sürdürdü?..Bu soruların cevabını herhalde ilerde bazı yerli ve yabancı belgeler açıklandığında öğrenebileceğiz. BATI uşağı bu hükümetlere, BATI tabii ki destek oldu. 1962'de ABD ile bir kredi anlaşması imzalandı. Avrupa devletleri ve Amerika tarafından "TÜRKİYE'ye Yardım Klubü (Konsorsiyum)" kuruldu. Menderes'i sürüm sürüm süründürenler, nedense İsmet Paşa'ya kesenin ağzını açmışlardı!.. Aslında bu, "komaya girmiş hastaya serum takılması" gibi idi. 27 MAYISÇILAR'ın idareyi sivillere terketmeye hazırlandığı günlerde eski DEMOKRAT PARTİLİLER iki yeni parti kurdular. Bunlardan ADALET PARTİSİ, Emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın başkanlığında ve Tahsin Demiray (eski Köylü Partisi başkanı), Necmi Öktem (general), Şinasi Osma (albay), Cevdet Perin (doçent), Kamuran Evliyaoğlu (gazeteci) gibi önemli, tanınmış kişilerin gayreti ile kurulmuştu...
İkinci Parti YENİ TÜRKİYE PARTİSİ idi. Onun da başında eski Maliye Bakanı Ekrem Alican vardı. Eski milletvekilleri İrfan Aksu, Raif Aybar, Hikmet Belmez, Hasan Kangal, Mithat San, Cahit Talas (eski Çalışma Bakanı), Sırrı Öktem (general) gibi tecrübeli kişiler vardı. 6.1.1961'de Kurucu Meclis göreve başladı. Yeni Anayasa'yı, seçim kanunu gibi önemli kanunları çıkardı, 26.10.1961'de de görevi yeni seçilen Meclis'e devretti. Anayasa halkoyuna sunuldu ve kabul edildi. Bu arada bir de Senato kurulmuştu. İsmet Paşa BATI tarzı "demokrasi"yi 1946'da ülkeye getirmişti (!) ama, 1960'da bile halk DEMİR-KIR-AT dediği Menderes'in partisini AT ile bağdaştırıyordu. Bu yüzden AP kendisine amblem olarak AT'ı seçti. Demirel üç kere gidip gidip geldi, kurduğu bütün partilerde BEYGİR'den vazgeçmedi! Aslında ne AP, ne YTP, ne de DYP; DP'nin devamı değildirler! Demirel 1960'larda Bayar'ın affedilmesini adeta engellemiştir, kendisine rakip olacağı için!.. Bayar ve eski DP'lileri affedilmesini sağlayıp onları AP ile kapıştıran, aslında "eski düşman" İsmet Paşa'dır!.. (1974)
1961 seçimlerinde CHP 36.7, AP 34.7, CKMP 13.9, YTP 13.7 oy aldı. Meclis ve Senato dağılımı ise şöyle idi: CHP 173-36, AP 158-71, CKMP 54-16, YTP 65-13.. Milli Birlik Komitesi üyeleri de hayat boyu tabii senatör idiler. Hiç bir parti tek başına iktidara gelemedi. Gürsel Cumhurbaşkanı seçildi. İsmet Paşa 1961-1964 arasında üç ayrı koalisyon hükümeti kurdu... İlk açıklaması da "Milletlerarası çalışmalarımızda NATO ve CENTO ittifaklarının hususi bir yeri vardır" diyerek kapitülasyonların devamına itirazı olmadığını belirtmek olmuştur. Aynı yıl TÜRKİYE AET'ye ORTAK ÜYE kabul edildi. Yani biz 2000'li yıllarda GÜMRÜK BİRLİĞİ-UYUM YASALARI-TAHKİM benzeri KAPİTİLASYON anlaşmaları ile hâlâ alınmayı bekliyoruz ya, aslında o tarihlerde kabul edilmiştik!.. Sonradan bu Ankara Anlaşması ile teyid edildi. (1963) Ancak BATILILAR gene verdikleri sözü unuttular.
Ragıp Gümüşpala'nın başında olduğu AP, bu dönemde iktidarda olduğu zaman dahi, itilip kakılan parti durumunda idi. 1963'de Genel Merkezi tahrip edildi. Hakkında Meclis'te genel görüşme açıldı. Ne Demokrat Parti artıklarını, ne de 80 yaşındaki İsmet Paşa'yı istemeyen genç subaylar, 2 kere ihtilal teşebbüsünde bulundular. 15 Mayıs'ta karasularımızı 6 mile çıkardık!.. O tarihe kadar 3 mil idi!.. Halbuki Yunanistan ta 1930'larda 6 mil yapmış, İsmet Paşa Hükümeti uyumuş, GAZİ de her nasılsa konuyu atlamıştı! Kıbrıs'ta Rumlar'ın TÜRKLER'e saldırısı 1963 yılı ortalarında başlamıştı. Bu olaylar artınca İsmet, TÜRK jetlerini Kıbrıs üzerinde şöyle bir uçurttu. Kısa bir süre için saldırılar kesilir gibi oldu. Ama 1964 başında iyice azıttılar. Yağmacılığa, hırsızlığa başladılar. Ocak ayında saldırdıkları TÜRKLER'den 21'i öldü, 6'sı kayboldu. Tarihi BAYRAKTAR CAMİİ 3. defa bombalandı, Subat ayında Rumlar köylere saldırdı. 50 TÜRK öldürüldü. Kurtulanlar göçe başladılar. İsmet Paşa hükümeti uzun tereddütten sonra ancak 13 Mart'ta Makarios'a "müdahale hakkını kullanacağını" bildiren bir nota verdi. Ardından Hükümet MÜDAHALE kararı aldı. Aslında bu bize anlaşmalarla tanınmış bir haktı. Bir yandan da Birleşmiş Milletler'de ve Londra'da görüşmeler sürmekteydi. TÜRKİYE'nin çıkışı, hiç beklenmedik bir karardır! ABD, uzun yıllar BATI UŞAĞI bilinen İsmet'in bu hayret verici tavrı üzerine o kadar şaşırır ki, tepkisini nezaket kurallarına bile uymadan hemen gösterir. Cumhurbaşkanı Vekili, sığır çobanı kılıklı Johnson o meşhur mektubunu yazıp kulağımızı çeker! "Haddinizi bilin haa!" der. Bu haysiyet kırıcı JOHNSON MEKTUBU nun tercümesini EK olarak veriyoruz o utanç verici sayfaları bir kez daha hatırlayalım. Bu herifin Kennedy'inin vurulmasında parmağı olduğu iddiası bir yana, mektuptan iki ay sonra Viyetnam Savaşı'nı başlatması HIRİSTİYAN BATI EMPERYALİST zihniyetin neme nem bir şey olduğunu, nasıl çift standart uyguladığını gözler önüne serer!..İsmet Paşa ise, ABD'ye "kararı askıya aldığını, ancak mektubu da hayal kırıcı bulduğunu" bildirmekle yetinir! Birleşmiş Milletler hemen adaya asker gönderdi. Kısa bir zaman sonra bu askerlerin adaya TÜRK halkını korumak için değil; TÜRKİYE'yi müdahaleden caydırmak için geldiği anlaşıldı. Çünkü Rum saldırıları durmadı.
Temmuz ayında TÜRKLER'in sıkıştığı Girne (Saint Hilarion) kalesini kuşattılar. Bir avuç TÜRK mücahit kaleyi günlerce savundu. Bu arada Rumlar kadın-çocuk-yaşlı demeden katliama devam ettiler. Nihayet 8 Ağustos günü TÜRK jetleri harekete geçti. Erenköy civarındaki Rum askeri hedeflerini bombaladı. Ayrıca askeri birlikler gemilere bindirildi. Durumun ciddiyetini gören Makarios ateşkes istedi. Rumlar bu arada uçağı düşürülen Pilot Cengiz Topel'i işkenceyle şehit ettiler. O zaman anlaşılır ki, DIŞA BAĞIMLI EKONOMİK VE ASKERİ POLİTİKA sonucu TÜRKİYE'nin NATO'dan aldığı jetlerin BENZİN'i yoktur!.. ÇIKARTMA GEMİSİ yoktur!..Bütün bu yıllar boyunca biz kendimizi değil, BATI'NIN MENFAATLERİ'ni savunup durmuşuzdur. Üstüne üstlük Johnson da sözüm ona NATO ortak savunması için verilmiş silahları "Rusya bize saldırırsa kullanamıyacağımızı" bildirmiştir!..Yani politikacıların BATI UŞAKLIĞI'na soyunduğu şu son 15 yılda, TÜRKİYE tam anlamıyla "ayvayı yemiş"tir!.. Bu sözler İsmetin sonu olur.
O tarihlerde Ragıp Gümüşpala ölmüş (Haziran 1964), ABD destekli Bayar'ın eski "su müdürü", Amerikan Morrison firmasının temsilcisi Demirel, adeta "gökten zembille inerek"AP'nin başına geçmiştir. Öyle ki, rakibi Saadettin Bilgiç'in bir Mason arkadaşından temin ettiği Demirel'in "mason kaydı" delegelere dağıtılınca, Mason Demirel dernek başkanı ve üstadı Necdet Egeran'ı kullanarak sahte bir "mason değildir" belgesi almış, bunu AP kongresinde dağıtarak seçimi kazanmıştı!.. Demirel'in bu kongrede Masonluk ne kelime, "her sabah KUR'AN okumadan kahvaltıya oturmayan bir aileden geldiğini" iddia etmesi meşhurdur!. Halbuki Bilgiç'in belgesi gerçekti. Demirel Ankara BİLGİ LOCASI'na 43 sıra ve 48 matrikül numarasıyla kayıtlı su katılmamış bir MASON idi!.. Ne manevra değil mi?
Bu Demirel'in politik hayatında belki ilk söylediği yalandı ama, hiç te sonuncu olmadı. Bütün ömrü yalan, palavra, demogoji, boş vaatler ve dümenle geçti! Gene bu kongrede Demirel'in Johnson'la çekilmiş resimleri çoğaltılarak dağıtıldı!.
Bu durumda akla iki ihtimal gelmektedir... Birincisi, ABD genç mühendis Demirel'e kendisi açısından önem vermiş, onu özel bir şekilde yetiştirmiş; o dönemde Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan Johnson bir ara kendisini çağırıp, "Bak evladım, sana çok emek verdik. Göreyim seni, bizi mahçup etme" diyerek sırtını sıvazlamıştır. Demirel de, "Sayın Johnson, izin verirseniz, bu mubarek anı bir fotoğrafla tesbit edelim, torunlarım tosunlarım benimle iftihar etsinler!" demiş, resim öyle çekilmiştir...Ne var ki, Demirel'in çocuğu olmaz, böylece torunların da Johnson'lu resimle övünme hayali boşa çıkar.
İkinci ihtimal, gerçekten tilki gibi kurnaz olan Demirel, o günlerde daha sosyeteye bulaşmamış olan "meşhurlar ile fotomontaj" tekniği kullanarak kendini Johnson'la yanyana getirip, sahte bir fotoğraf hazırlatıp, onu dağıtmasıdır ki, pek yabana atılmaz.
Başka bir ihtimal var ise, siz söyleyin!.. Yani, ABD Cumhurbaşkanı ve yardımcısı, her 3. dereceden yabancı bürokratın (öyle ya, Cumhurbaşkanı-Başbakan, Bakanlar ve 3. grup Genel Müdürler) her Amerika'ya gidişinde ziyaret edip bir çayını içtiği, Disneyland misali turistik bir mekanda mıdır ki, Demirel resim çektirebilmiş olsun?.. Johnson inşaat mühendisi de değildi ki, İTÜ'den Demirel'in sınıf arkadaşı çıksın!..
Temmuz ayında SSK ve Danıştay Kanunları kabul edildi. Bu arada Ecevit'in çıkarttığı sendika ve grev yasasına sırtını dayayan işçiler problem olmaya başlamıştı. Tam Kıbrıs olayları sırasında Ataş'ta sendika greve gitmeye kalktılar!.. Yani orduyu benzinsiz bırakacaklardı. Hükümet grevi erteledi. O tarihten itiibaren sendikalar sanki bu ülkede başka bir devletin adamları imiş gibi faaliyet gösterdiler. Ta ki, 2000'li yıllar gelip patronlar ve hükümet IMF ile elele verip sendikaların belini kırana kadar!.. Halbuki ta başından sendika ağalığı olmasaydı, sendikalar da adam gibi haklarını arasalardı, memur maaşı ile işçi ücretlerinin arasındaki uçurum açılmasa idi, daha iyi olmaz mıydı?.. 1993'den sonra kurulan memur sendikaları da bir işe yaramaz.. Memurlar 500 milyon TL. maaş alırken (2003 yılı), onlardan kesilen 10-50 milyon TL. aidat Sendika başkanlarına 5-10 milyar TL. maaş olarak gider!.. Ağustos ayında ABD Viyetnam'a savaş açtı. Aslında olay Rus yapısı Viyetnam torpil gemilerinin bir ABD destroyerine saldırmasıyla başlamıştı ama, ABD'nin orada ne işi vardı ki?.. Bunun üzerine ABD gemi ve uçakları saldırdı, 25 viyetnam torpil gemisini batırdı, bir petrol platformunu imha etti. ALLAH bilir kaç kişi öldü!.
Bu olay bizim Kıbrıs'ı bombalamamızdan bir gün önce oldu! Ekim ayında Kruşçev, bir Kremlin darbesi ile KP liderliğinden düşürüldü, yerine Leonid Brejnev geçti. Kosigin başbakan oldu. Kruşçev katıldığı son politbüro toplantısında endüstriyi, tarımı ve parti organizasyonunu kötü idare etmekle suçlandı. Kruşçev Stalin'in kurduğu bir çok çalışma kampını kapatmış, gizli polisin de gücünü azaltmıştı. Küba hezimeti de sonunu hazırlamıştı. AP'nin çiçeği burnunda başkanı Demirel'in ilk icraatı, Johnson'un başkanlık törenleri için ABD'ye giden İsmet'i, kalleşce bir tutumla yurt dışında iken hükümetten düşürmek olmuştur!. (Ocak 1965)
ABD'den ümit kesen Menderes nasıl ihtilalle devrilmiş ve idam edilmişse, BATI yanlısı İsmet te ufak bir MİLLİ SİYASET uygulama temayülü gösterdiği için, alaşağı edilir! Halbuki aynı günlerde Sovyet Yüksek Şura Başkanı Podgorny TÜRKİYE'yi ziyarete gelmişti. Sovyetler'in Keban Barajı'na ilgisi devam ediyordu. Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin de, Meclis'te "TÜRK-SOVYET ilişkilerinin gelişmesinden dolayı AMERİKA kızgın değildir" diye açıklama yapmıştı! Ne var ki, bu kalleşçe devirme olayı halkın İsmet'e duyduğu tepkiyi kaldırmaya yetmez. Bir sonraki seçimde halk İsmet Paşa'dan kurtulmak için Süleyman Demirel'i destekler!..Ta ki, o da BATICILIK ÇARKI'na kapılıncaya kadar! Her ne ise... Gürsel, Demirel'i tecrübesiz bulduğu için başbakanlığı ona vermez. Bunun üzerine CHP'nin dışarda kaldığı, bütün diğer partilerin katıldığı Suat Hayri Ürgüplü Başkanlığı'nda bir hükümet kurulur ve DEMİREL Efendi bu kabinede MECLİS dışından Başbakan Yardımcısı olur.
Müzmin muhalif Osman Bölükbaşı'nın ayrıldığı CKMP'nin başına eski Milli Birlik Komitesi üyesi Alparslan Türkeş geçer. Bir süre sonra da partinin adı MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ'ne çevrilir. (1969) DEMİREL'in Demokrat Parti'nin devamı olduğunu her fırsatta dile getirdiği AP'si, 1965 seçimlerinde ilk ve son defa tek başına iktidar olur... İSMET PAŞA'nın aksak CHP'si ancak ikinci olabilmiştir. Nisbi sistem ve milli bakiyenin uygulandığı bu seçimde marjinal oy alan diğer partiler de onar onbeşer milletvekili ile MECLİS'e girerler. Behice Boran'ın başkanlığını yaptığı Türkiye İşçi Partisi bile 15 milletvekilliği kazanmıştır.
Bu arada Birleşmiş Milletler Teşkilatı denen DOMUZLAR DİKTATORYASI, KIBRIS konusunda Makarios'un tezini destekliyen bir karar alır. Buna göre "KIBRIS bağımsızdır, müdahale edilemez," der! Hükümet tabii KIBRIS konusunda bir şey yapamaz!.. ABD sözüm ona bizim lehimize oy kullanır. Ama karar aleyhimize çıkar. Çünkü haksız İSRAİL'in kınanmasına bile VETO kullanan ABD, "dost ve müttefik" TÜRKİYE'yi destekleme lüzumunu hissetmez. Böylece bu Teşkilat'ın ve ABD'nin daha önce varılmış olan Londra ve Zürih anlaşmalarını hiçe saydığı görülür!.. Hiç kalkıp ta artık BİRLEŞMİŞ MİLLETLER'e ve ABD'ye bel bağlanır mı?. İsmet, nihayet uyanır ve şu sözleri kullanır:"Gerekirse yeni bir dünya düzeni kurulur, ve TÜRKİYE'de bu düzende yerini alır!.."
Dış olaylara gelince; 1962 yılı Ocak ayında ABD, KÜBA ile ilişkilerini kesti!..Hemen arkasından PAPA 6. PAUL, Hıristiyanlığa zarar verdiği iddiasıyla KASTRO'yu AFAROZ etti!. Şubat ayında da Katolik başkanı Kennedy KÜBA'ya ambargo uygulamaya başladı. Bu ambargo Rus ve Amerikan gemilerini karşı karşıya getirdi. Bütün dünya nükleer bir savaş olacağı korkusuna kapıldı. Bilhassa mevcudiyetinden sonradan haberdar olduğumuz nükleer füzeler dolayısiyle, TÜRKİYE topun ağzında idi!. Gerek Hükümet, gerekse askerler o günlerde atlattığımız tehlikeden habersizdiler! Sonunda Kruşçev geri adım attı, Kasım ayında KÜBA'daki nükleer füzeler söküldü, imha edildi, ambargo kalktı. Bir kaç gün sonra da Amerika TÜRKİYE'deki JÜPİTER füzelerini kaldıracağını açıkladı. Ancak bu suretle pazarlık konusu olduğumuzu anladık. İşte Amerikan uşaklığının bizi getirdiği nokta buydu! Mayıs ayında askerlerin gayreti ile oluşturulan Küçükçekmece Atom reaktörü hizmete girdi. TÜRKİYE böylece NÜKLEER enerji konusunda ilk adımı atmış oldu, ancak arkası gelmedi. Bilhassa dönemin solcuları, DOĞU BLOĞU'nun sahip olduğu NÜKLEER silahları unutup, TÜRKİYE'de "barış" teraneleri ile Hiroşima sömürüsü yapıyorlardı!.. Daha sonra da Amerikancı-Avrupacı "çevrecier" karşı çıktılar... TÜRKİYE'nin NÜKLEER gücünün olmaması, BATI'nın da işine geldiği için onlar da ses çıkarmadılar.
DPT'den bazı uzmanlar "Hükümet'in Toprak Reformu ile ilgili bütün girişimleri engellediği" söylediler. Bazıları istifa etti. Bu arada AP Merkez Yönetim Kurulu, Toprak Reformu'nun "temel bir hak olan kişinin mülkiyet hakkına aykırı" olduğunu iddia ediyordu! Yani aslında CHP ile AP'nin TOPRAK ve ORMAN konusundaki tutumları birbirinden farklı değildi. Ayrıca AP, CHP'yi "Devletçilik" güderek ilerlemeyi engellemekle suçluyor ve planlı yatırımlara karşı çıkıyordu! Zaten Demirel başa geçtikten bir süre sonra "Millet plan değil plav istiyor" diye parti görüşünü veciz (!) ifadeyle ortaya koyacaktı! Aynı günlerde Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, bir konuşmasında TÜRKİYE'nin dışarıya sattığı KROM hakkında ciddi endişeleri olduğunu açıkladı!.. Madenlerimizin sömürülmesi, o dönemde de sorun idi, hâlâ bir çare bulunamadı. KROM geleceğin yakıtı hidrojenin ham maddesi, TORYUM ise temiz nükleer enerjinin ham maddesidir ve her ikisi de TÜRKİYE'de son derece boldur. Yabancılara kaptırmazsak, bizi ihya edecektir! Türkiye'nin AET ortak üyeliği anlaşması ile birlikte, 1963'de ABD ile bir ne idüğü belirsiz "zırai maddeler" anlaşması imzalandı... Böylece radyoaktif olduğu için kendi ülkelerinde deneyemedikleri "Meksika Buğdayı"nı bize gönderip deneme imkanı buldular. Ayrıca "fenni" tohum, sunni gübre, tarım ilacı, hatta zararlı hormonların ülkeye girmesine fırsat verilmiş oldu.
Bütün bunlar, 1950'lerde Menderes'in düşüncesiz traktör atılımı gibi, tarım ürünlerinde bir artış sağladı. Ancak ünü dünyaca meşhur tütünümüzün, çayımızın, pamuğumuzun, İzmir üzümümüzün, Amasya elmamızın, Ayaş domatesimizin, hatta etimizin, sütümüzün bozulmasına yol açtı. Öyle ki, zamanla yemyeşil TÜRKİYE, çöl ülkesi İSRAİL'den hıyar, domates tohumu alır oldu, hem de altın fiyatına!.
22 Kasım'da zencileri savunan Kennedy, zenci düşmanı Teksas-Dallas'ta uğradığı bir suikastte öldürüldü. Yerine yardımcısı Johnson geçti. Kennedy'nin kaatili Oswald da Ruby adında bir barcı tarafından öldürüldü. Sonra o da ortadan kaldırıldı. Böylece Kennedy'nin planlı bir şekilde devre dışı bırakıldığı anlaşıldı. 1964'de Amerika ile bir kredi anlaşması daha imzalandı. TÜRKİYE'ye yardım konsorsiyumu istediğimiz 250 milyon doların ancak 100 milyonunu verdi! TÜRKİYE bir de Dünya Gıda Programı anlaşması imzaladı. TÜRKİYE Finlandiya ve Almanya ile teknik işbirliği, Avusturya ile işçi anlaşması imzalandı. İsveç, Norveç ve Lüksemburg ile kredi anlaşmaları yapıldı. TÜRKİYE OECD kredi anlaşmasına katıldı. Yani Menderes'in batırdığı ülke ancak gavur parası ayakta durabiliyordu. Gavur da parayı babasının hayrına vermiyordu! Bu arada Sovyetler Keban Barajı için kredi teklif etti. Ancak Hükümet, "Kıbrıs politikasını değiştirmediği takdirde kabul etmiyeceğimizi" bildirdi. Sanki Sovyetler'in Kıbrıs politikası aleyhimize de, Amerika ve İngiltere'ninki farklı!.. Yine de Aralık ayında bir ticaret heyeti Rusya'ya gitti. Sovyetler ile 1965 yılı için bir ticaret anlaşması bir de kültür anlaşması imzalandı. Pakistan ile ticaret anlaşması yapıldı.
KİRLİ ÜÇGEN
Emperyalizmin Ortadoğu’daki jandarması olarak görev yapan Siyonist İsrail devletinin kuruluşu yıllardır Arap dünyasında “Büyük Felaket” adıyla anılır. Doğrusu bu, çok da haksız bir adlandırma değildir; çünkü bu tarihten sonra bölgenin halkları bir gün olsun huzur görmemişler, sürekli bir biçimde Siyonist işgalcilerle çatışmak zorunda kalmışlardır.
1897 yılı bu bakımdan anahtar gelişmelerin tanığıdır. Kapitalizmle birlikte kazandıkları gücü sistematikleştirmek için bir devlete ihtiyaç duyan Yahudi burjuvazisi, Theodor Herzl öncülüğünde 1897 yılında Basel’de toplanan Sion kongresinde Siyonist hareketin temellerini atmıştır. Baştan itibaren dini motifler üzerinde şekillenen Siyonizm ise Yahudi kutsal metinlerinde “vaat edilmiş topraklar” olarak belirtilen Filistin başta olmak üzere Ortadoğu coğrafyasına gözünü dikmişti.,
Daha sonra Siyonist hareket, İngiliz emperyalizminin yardımıyla Filistin’deki Yahudi nüfusunu hızla artırmış, 1920’lere gelindiğinde bu nüfus 100.000’e, 1939’a gelindiğinde ise toplam 1,5 milyon olan Filistin nüfusunun 445 binine ulaşmıştı. 1947 yılına gelindiğinde ise Filistin’de 630 bin Yahudi ve 1 milyon 300 bin Filistinli vardı. Siyonizm 2. Paylaşım Savaşı öncesinde, bu yöndeki çabalarını hızlandırmıştı. Osmanlının dağılmasının ardından İngiliz egemenliğine geçen Filistin topraklarındaki Yahudi nüfusu, para, entrika, rüşvet, ve bunların yetmediği noktada açıkça terörist faaliyetlerle Arapların dörtte biri kadar olmuştu. I. Paylaşım Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da güç olan İngiltere, Filistin’de İsrail nüfusunun artması için yoğun çaba harcadı. Ortadoğu’da sömürgeci bölgenin yeni efendileri tarafından yeni düzenlemeler yapıldı. Bağdat, Irak adlı bir devlete dönüştürüldü ve İngiliz egemenliğine bırakıldı. Suriye’nin tarihsel bir parçası olan Beyrut ve çevresi ise Lübnan adıyla ayrı bir devlete dönüştürüldü. Ürdün nehrinin doğu tarafında ise Transjordan (Ürdün ötesi) adlı bir devlet kuruldu. Daha sonradan sadece Ürdün olarak anılmaya başlandı. Yani bütün sınırlar cetvelle çizilmişti.
II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra ise İngiltere yaşadığı yıkımdan dolayı Ortadoğu’daki sömürgecilik vazifesini artık ABD emperyalizmine bırakmak zorunda kalmıştır. Ayrıca İngiltere Filistin’deki Manda yönetimini Birleşmiş Milletler’e, yani aslında savaştan güç olarak çıkmış tek ülkeye yani Amerika’ya devretmişti. BM Genel Kurulu da 29 Kasım 1947 tarihinde Filistin topraklarında iki devlet kurulmasına karar vererek (Filistin-İsrail) toprakları ikiye böldü. 1 yıl sonra da İsrail devleti 24 Mayıs 1948’de kuruldu. Neticede Ortadoğu’da Amerikan’ın bekçiliğini yapacak kesinlikle ona sadık kalacak bir ülkeye ihtiyaç vardı ve o da oldu. Aynı kararla kurulması kararlaştırılan Filistin Devleti ise Filistin halkının üzerinde estirilen kesintisiz terör, baskı ve katliamlarla halen kağıt üzerinde kalmaya devam etmektedir.
Türkiye İsrail’i Tanıyor: Türkiye İsrail’i tanıyan 31. ülke olmuştur. Dönemin hükümeti CHP’dir. Aynı zamanda Türkiye İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olma özelliğini taşımaktadır. 4 Temmuz 1950’de Modus Vivendi Ticaret antlaşması ile Türkiye-İsrail arasında ilk resmi diplomatik ilişki başlamış oldu. Bu durum, İsrail’in bölgedeki yalnızlığının kırılması açısından çok önemli bir olguydu. İsrail bölgede kendisini garantiye almak için Arap olmayan ulus ve devletlerle de açık ya da gizli ilişkiler geliştirmeyi hep önemsemiştir. Arap olmayan İran Şah’ıyla kurulan ilişkiler de bu bakımdan önemli olmuştur. Bırakalım Ortadoğu coğrafyasını, dünyanın ABD dışındaki tüm ülkelerinin mesafeli bir ilişki sürdürdüğü, Müslüman halkların ise nefretini kazanan bu ülke ile böylesine sıkı ilişkilerin nedeni ve kaynağı neydi diye sorguladığımızda karşımızda bir anlamıyla bölge gericiliğinin de tarihi çıkmış olur. Çünkü söz konusu olan salt gerici iki ülkenin ittifakı değil, Ortadoğu coğrafyasındaki her tür ilerici gelişmenin başını ezmeyi birinci görev bellemiş emperyalizmin sistematik ağının öyküsüydü. Şah döneminin İran’ının da dahil olduğu bu ağ, bölgedeki sınıf ve ulusların kurtuluş mücadelelerinin seyrine göre dönem dönem sıkılaşıp, dönem dönem gevşemiştir. ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik geliştirdiği BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adı altındaki saldırı dalgası sürecin doğası gereği yeniden en sıkı süreçlerinden birini (gerçekleşen İslami Devrimden dolayı İran’sız) yaşamaktadır.
Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler 1950’lerin ikinci yarısında stratejik bir görünüm almaya başladı. İki ülke ABD tarafından dayatılan politikaların sonucunda gayrıresmi olarak Sovyetlere karşı bir ittifakın parçası olmuşlardı. Türkiye ile İsrail arasındaki ilk kriz, 1956 yılında Süveyş Kanalının Mısır tarafından ulusallaştırılması sonucunda İsrail, İngiltere ve Fransa’nın kanal bölgesini işgal etmesiyle başladı. Türkiye bir yandan İsrail’in BM’nin 1947’de kabul ettiği sınırlarına çekilmesi yönünde görüş bildirirken diğer yandan da “Araplarla yakınlaşmanın ikili ilişkilere zarar vermeyeceği” yolunda İsrail’e güvence veriyordu. Sonraki süreçte de Ortadoğu, dünya ve Türkiye kamuoyunun etkisiyle İsrail’e karşı yapılan her hamle, benzer bir gizli “gönül alma” ile tamamlanacaktı. Yine 1956 krizi sırasında Tel Aviv büyükelçisi geri çağrıldığında Türkiye’ye dönmeden önce İsrail Dışişleri Bakanlığını ziyaret eden büyükelçi Şevkati Bey, kararın “İsrail’e karşı olmayıp taktik bir tavır olduğunu” resmen iletmişti. ABD’nin Türkiye’ye İsrail ile ilişkilerini geliştirmesine yönelik baskılarının sonucunda 1957 yılında MOSSAD’ın Ortadoğu Bölüm Başkanı Eliahu Sasson Ankara’ya büyükelçi olarak atandı. Dönemin Demokrat partili Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu ile Eliahu Sason arasındaki görüşmelerle MOSSAD ile Türk istihbaratı arasındaki ilişkinin temeli atılıyordu. Türk tarafının bütün bu ilişkilerinin gizli olması isteği İsrail tarafından kabul gördü ve koordinasyon başladı.
1957 yılında dönemin Türkiye Başbakanı olan Adnan Menderes Türkiye’de Ajan/Elçilik görevini yürüten Eliahu Sason ile bizzat görüşüp iki ülkenin istihbarat ilişkilerinin geliştirilmesine dair karar aldılar. 7 ay sonra Ankara’da Milli Amele Hizmet Teşkilatı (MAH) başkanı olarak H. Avni Göktürk’ün ve İsrail tarafında da MOSSAD Şefi olan Reuven Shiolan’ın katıldığı bir görüşme yapıldı. Görüşme neticesinde aralarında İran SAVAK istihbarat örgütünün de bulunduğu bir (MOSSAD-MAH-SAVAK) Güvenlik Üçgeni konusunda anlaşmaya vardılar. Bu mutabakatın ve üçlü istihbarat işbirliğinin neticesi CIA raporlarında “Trident-Üç uçlu gladyatör mızrağı” olarak adlandırılıyordu ve şöyle değerlendiriliyordu:
1- İsrail, Türkiye üzerinden Sovyetler Birliğini izleyebilecek ve buna karşılık Arap Birliği’nin aktivitelerinden ve özellikle Suriye’de olup bitenlerden Türkiye’yi haberdar edecek.
2- MOSSAD Türk istihbaratçılarını eğitecek. İKK (İstihbarata Karşı Koyma) ve haber alma alanındaki teknoloji eğitimleri verecekler. (Not; Mehmet Eymür’ün babası olan Mahzar Eymür de İsrail’de eğitim gören ilk Türk istihbaratçılarındandır )
3- MOSSAD İran SAVAK için öngördüğü bütün desteğin aynısını MAH içinde yapacak.
Daha sonra, 1970’lerde ise Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikası iyice netlik kazanmıştı. Türkiye görünürde Filistinlilerden yana tavır alıyordu. Bunu da 1967 Arap-İsrail Savaşı sırasında NATO üslerini kullandırtmaması, Birleşmiş Milletler’de Filistin lehine oy vererek ve Nisan 1969’da İsrail’le yaptıkları ticaret antlaşmasını iptal ederek göstermiştir. Ekim 1973’te gerçekleşen ikinci Arap-İsrail Savaşında Türkiye, gönülsüzce de olsa Araplardan yana tavır almıştır. Bu durumdan dolayı da Türkiye ile Arap ülkeleri arasındaki ticari ilişkiler de gelişmiştir. Ancak ABD duruma müdahale etmekte gecikmemiştir. 73’teki Arap-İsrail Savaşında Türkiye’nin hava sahasını ABD uçaklarına açmaması Amerika’yı harekete geçirmiş ve ABD, Türkiye’nin yaptığı 1974’teki Kıbrıs’ı işgalinde ambargo uygulaması ile buna karşılık vermiştir.
Cunta Sonrası İlişkiler
12 Eylül darbesiyle başa gelen cuntanın İslami eğitime önem vermeye başlaması ile birlikte İsrail biraz tedirgin olsa da 1980’lerin ortalarına doğru Türk-İsrail ilişkileri ciddi boyut almıştır. Türkiye daha önceki yıllarda sürdürdüğü bir politika olan ne şiş yansın ne kebap politikasını bir kenara bırakarak artık gerçek safını belirlemede daha cesaretli davranmaya başlamıştır. Türkiye ibresinin İsrail’den yana bükülmesini, Sovyetlerin yıkılması, Körfez Savaşı ve 1991’de Madrid’de başlayan Arap-İsrail Barış Süreci gibi gelişmeler de etkilemiş olsa da asıl sebep Amerika’nın artık dünyada tek güç olmasıdır. 31 Aralık 1991’de Türkiye, İsrail’le diplomatik ilişkilerini Filistin’le eş zamanlı olarak büyük elçilik düzeyine yükseltmiştir. Yine aynı dönemde BM Genel Kurulu’nda oylanan Siyonizmin bir tür ırkçılık olduğu yönündeki kararın iptali konusunda da Türkiye çekimser oy kullanarak İsrail’den yana net tavır koymuştur. Daha sonraları ise Türkiye’nin 1991 Körfez Savaşında tam olarak Amerikan ileri karakolu vazifesi gören bir durum sergilemesi ilişkileri daha da sağlamlaştırdı. Türkiye ile İsrail arasında yaşanan ilk üst düzey temas, 1-4 Haziran 1992 tarihinde dönemin Turizm Bakanı Abdülkadir Ateş’in İsrail’i ziyareti ile başlamıştır. Bunu 13-15 Kasım tarihinde Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in ziyareti izlemiştir. 1994’ün Kasım ayında Tansu Çiller’in Başbakanlık düzeyinde İsrail’i ziyaret etmesi, orada İsraillilere yönelik “vaat edilmiş topraklarda oturmak hakkınızdır” sözlerini sarf etmesi Türkiye’nin safını netleştirmesi demekti. Bu ziyaret aynı zamanda İsrail’le işbirliği açısından dönüm noktası olma özelliğini taşımaktadır. Bu ziyaretler sırasında taraflar arasında bir çok anlaşmalar yapılmıştır. Bunlar arasında TSK’nın Fantom uçaklarının İsrail tarafından modernize edilmesini kapsayan anlaşma da bulunmaktadır. Bu süreçte, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1996’daki İsrail ziyaretini, İsrail Cumhurbaşkanı olan Weizman’ın iade-i ziyareti izlemiştir. Yeni süreçte artık Türkiye için İslam kardeşliğinin çok fazla bir anlamı kalmamıştır. Bundan sonra Türkiye dünyanın tek jandarması olan Amerika ve onun bekçi köpeği olan İsrail’in “stratejik” ortağıdır. İsrail ve Türkiye arasında yaşanan gizli aşk 1993’ten sonra iyice alenileşmiş ve birbiri ardına iki ülke arasında antlaşmalar yapılmıştır.
Tarihlerine göre anlaşmaları sıralarsak:
14 Kasım 1993 Kültür Eğitim ve Bilim Alanlarında İşbirliği Antlaşması,
14 Kasım 1993 Karşılıklı Anlayış ve İşbirliği İlkeleri Muhtırası,
3 Kasım 1994 Telekomünikasyon ve Posta Hizmetleri Alanlarında İşbirliği,
4 Kasım 1994 Uyuşturucu ve Psitotrop Madde Kaçakcılığı ve Kullanımı,
14 Mart 1995 Sağlık ve Tıp Alanında İşbirliği,
27 Haziran 1995 Tarım Alanında İşbirliği Konusunda Mutabakat Zaptı,
22 Şubat 1996 Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması,
14 Mart 1996 Serbest Ticaret Anlaşması,
14 Mart 1996 Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması,
14 Mart 1996 Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Anlaşması,
14 Mart 1996 Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşması,
28 Ağustos 1996 Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması.
Dikkat edilirse yapılan bütün önemli anlaşmaların hepsi 1996 yılında ve Refah Partisi iktidarı döneminde yapılmıştır ve askeri boyuttadır.
Askeri anlaşmaların kapsadığı işbirliği konuları şunlardır:
a- Askeri eğitim alanında karşılıklı bilgi ve deneyimlerin değişimi,
b-Askeri akademiler ve karargahlar arası karşılıklı ziyaretlerin yapılması,
c- Savaş gemilerinin karşılıklı “ziyareti”,
d-Askeri, sosyal ve kültürel alanlarda bilgi ve personel değişimi ile askeri tarih ve arşiv konularında işbirliği,
e- Ortak eğitim yapılması
Bu arada iki ülke arasında istihbarat konusundaki işbirliği, iki ülke donanmalarının Akdeniz’de ortak tatbikat düzenlemeleri, İsrail savaş uçaklarının Türk hava sahasını kullanması olarak ortaya çıkan anlaşma, iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik derinliğini göstermektedir. Yani muhalefetteyken sürekli olarak siyonizme ve Amerika’ya yüklenen Necmettin Erbakan, hükümet olduğunda Müslümanlara sıkılacak kurşunları İsrail’e kendisi teslim etmiştir. Daha sonra ise Türk-İsrail ilişkileri, Şubat 1996’da Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’le İsrail Savunma Bakanı arasında imzalanan “savunma işbirliği” anlaşmasıyla gerçek anlamda stratejik boyuta gelmiştir. Ki bu aynı zamanda ordunun ABD emirlerini yerine getirmekte aldığı inisiyatifi göstermesi bakımından da ilginç bir anlaşmadır. Anlaşmada aslında Türkiye Milli Savunma Bakanı’nın imzası olması gerekirken maddelerin içeriği hükümete bile bildirilmemiş ve daha sonra Ocak 1998’de yapılan Türk-İsrail ortak tatbikatı da tamamen ordunun inisiyatifiyle gerçekleştirilmiştir. Öyle ki, dönemin Savunma Bakanı Çakmakoğlu, “İsrail’le yapılan anlaşmaların tümü gizli, gizlilik dereceli anlaşmalar olup TBMM’nin onayına sunulmamıştır” diyerek bu durumu kabullenmiştir. 1996 yılında imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği çerçevesinde askeri ve savunma amaçlı ortak sanayi üretiminde bulunmaları ve bu doğrultuda ortak araştırmalar yapmaları kararlaştırılmıştır. Bu anlaşma uyarınca İsrail’den Türkiye’ye füzeler, erken uyarı sistemleri, plastik ve konvansiyonel mayınları belirleyen radar sistemleri ve askeri mühimmat satışı gerçekleştirilmiştir. Yine Türkiye, 1998’de İsrail’den Popeye 1 füzelerinden 100 adet almış, İsrail Türkiye’nin yirmi beş yıllık süre için yapacağı 150 milyon dolarlık askeri modernizasyon programına dahil bazı önemli ihaleleri de kazanmıştır. Türk F-4 savaş uçaklarının modernizasyonunu öngören 670 milyon dolarlık proje işin diğer bir yanını göstermektedir. Yine buna benzer bir anlaşma ile 170 adet M-60 A-1 tank modernizasyonu için Mart 2002’de 668 milyon dolarlık ihale İsrail’in IMI şirketine verilmiştir. Türkiye’nin Filistin’de gerçekleştirilen zulüm ve katliamın dolaylı değil doğrudan ortağı pozisyonuna yükseldiğini de İsrail’de yayınlanan Haaretz gazetesinden öğreniyoruz. 22 Haziran 2004 tarihli gazetelerde, Türkiye ile İsrail’in arasında ortak acil cephane deposu, teçhizat ve harp sistemleri konusunda işbirliği yapılması yönünde görüşmeler yapıldığı yazıyordu. Yani iki ülkeden birine saldırıldığı takdtirde ve birinin kendini silahlı çatışma içinde bulması halinde diğer ülke tarafından depolanan malzemeyi kullanabilecektir. Açıkça görüldüğü gibi artık gizli kapaklı değil açıkça yürütülen Türkiye-İsrail ilişkileri her geçen gün yeni bir boyut kazanmakta ve daha kirli hale gelmektedir. ABD’nin emrindeki Türkiye , birçok ülkenin yan yana bile gelmek istemediği bekçi köpeği İsrail’le Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarları doğrultusunda el sıkışmakta, Filistin halkının kasapları ile iğrenç bir ilişkiyi sürdürmektedir. Bu arada Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşta İsrail’in Türk kontrgerillasına eğitim ve silah sağladığı da bilinen gerçeklerdir. Ancak bütün bunlara karşın Ortadoğu’nun ezilen halklarının mücadelesi gelişecek, Filistin, Türk, Kürt, ve Arap halklarının ateşi bölgedeki bütün cinayet ve katliam ortaklıklarını dağıtacaktır. ABD-İsrail-Türkiye tarafından oluşturulan kirli üçgen, eninde sonunda Ortadoğu halklarının devrimci mücadesıyle dayanışmasıyla parçalanacaktır. Ortadoğu'da Kirli Bir İttifak: İsrail-Türkiye İlişkileri (E. Yavaş)
ONE MINUTE, ONE MİNUTE, ONE MİNUTE
VESAYET REJİMİ : (Kim bu adam? Darbe mağduru bir demokrat mı? Yoksa merkez sağa yerleştirilen bir 'Truva atı' mı? ( İhsan DAĞI ) Cihad Baban, Politika Galerisi isimli kitabında Cemal Gürsel'den bir anekdot anlatıyor. Gürsel sıradan bir adam değil; 27 Mayısçıların başındaki general, cumhurbaşkanı. 1960'ta kurulan yarı demokratik 'vesayet rejimi'nin mimarlarından. İşte bu Gürsel'in Demirel hakkında söyledikleri çok önemli. 1964 yılında Ragıp Gümüşpala'nın ölümü üzerine AP, yeni genel başkanını seçecek. Gürsel anlatıyor Cihad Baban'a:
'Bak Adalet Partisi kongresini yapacak. Eğer Demirel AP'nin başına gelebilirse bütün dertleri hallederiz. O başkan olsun diye ben çok çalışıyorum. Bir muvaffak olursam rahat edeceğim. Aydın adam, yobazlığa yüz vermez, demokratlara alet olmaz. Dünya görmüş. O zaman göreceksin, Adalet Partisi yola girecek. Benim gözüm arkada kalmayacak.' Bunun üzerine Cihad Baban soruyor: 'Siz kendisini yakından tanır mısınız?' Gürsel'in cevabı; 'Burada boş oturuyor değilim ya... Amerika'da tahsil etmiş. Laik, lisan bilir bir insan AP'nin başına geçerse, artık memleket kurtulur. Demirel'in Atatürkçülüğünden hiç şüphe etmiyorum.' (s. 277) İşte 1960 darbesinin başındaki Gürsel böyle diyor. Demirel, Kasım 1964'te muhafazakârların adayı Sadettin Bilgiç'i yenerek AP'nin genel başkanı oluyor. İyi de neden Demirel'i görmek istiyorlar AP'nin başında? Bunun bir sebebi olmalı.
1950'lerde üst üste üç seçimde tek başına iktidar olan bir partiye karşı darbe yapıp, başbakanını asanlar, bu partinin devamı olacak siyasi örgütlenmeleri ve tabanını boş mu bırakacaklardı? Tabii ki hayır, çünkü bu, darbeciler için bir 'varlık ve kişisel güvenlik meselesiydi' de. Böylece 1964'te yeni bir dönem başladı; vesayet rejiminin yerleştiği, toplumsallaştığı, adeta meşrulaştığı bir dönem. Demirel'in AP'si merkez sağ/DP tabanını elinde tutuyor, askerî vesayet rejiminin hakimleri de AP'yi. Anlaşılan 'indirebileceklerini' çıkarıyorlardı merkez sağın tepesine. İki defa Demirel'i darbeyle indirdiler. İleri gittikçe durdurdular onu, ayar verdiler. DP çizgisinin başında onun yerinde başka birisi olsaydı belki de kolay olmayacaktı bütün bu darbeler, ayarlar, vesayeti içselleştirmeler. Şapkasını alıp gidecek bir lider arıyorlardı merkez sağın başına. Demirel'de buldukları buydu.
Vesayeti kuranlar, bunun ancak DP çizgisini devam ettiren siyasi partiye nüfuz ederek sürdürülebileceğini biliyorlardı. 1961 seçimleri göstermişti ki en avantajlı şartlarda bile CHP ve İsmet İnönü halkın oylarını alarak iktidara gelemeyecek. O halde asıl, merkez sağı kontrol etmeliydiler. Tepede kontrolü Demirel sağladı. Bir yandan 'eskilere' geçit vermezken, öte yandan da tabanı en az üçe böldü; demokratları, muhafazakârları ve milliyetçileri partiden kopardı. Zaten taban Kıbrıs sorunu ve komünizm tehlikesi üzerinden 'milliyetçi/devletçi' bir denetime alınmıştı. Merkez-sağ üzerinden kurulan bu rejim çöktü. AK Parti, merkez sağ tabanı Demirellerin, Yılmazların vesayetinden kurtardı. Bazı eski sağ siyasetçilerin AK Parti'ye karşı Ergenekoncuların yanına geçmeleri sebepsiz değil. AK Parti'nin askerî vesayet rejimi ile merkez sağ siyaset arasında kurulan kirli ilişkiye çomak sokması kabul edilemezdi.
Cevap aradığımız soru şu: Demirel, merkez sağın içine yerleştirilen bir Truva atı mıydı Benim için Demirel, 1960'ta kurulan askerî vesayet rejimini merkez sağ, muhafazakâr, dindar tabana çaktırmadan satan adamdır. Ispartalı Dolaksızoğlu Süleyman Demirel'in son derece enteresan, ve ibret verici bir politik hayatı vardır... 1924 Isparta-İslamköy doğumlu, İTÜ mezunu bu genç mühendis, nasıl oldu da Menderes zamanında DSİ Genel Müdürü iken, ihtilalden snora birden bire kurt politikacıların arasından sıyrılıp, Adalet Partisi'nin başına geçti?.. Nasıl oldu da, 1964-1991 arasında 2 kere darbe ile gitmesine rağmen HACIYATMAZ gibi doğrulup varlığını sürdürdü?..Bu soruların cevabını herhalde ilerde bazı yerli ve yabancı belgeler açıklandığında öğrenebileceğiz. BATI uşağı bu hükümetlere, BATI tabii ki destek oldu. 1962'de ABD ile bir kredi anlaşması imzalandı. Avrupa devletleri ve Amerika tarafından "TÜRKİYE'ye Yardım Klubü (Konsorsiyum)" kuruldu. Menderes'i sürüm sürüm süründürenler, nedense İsmet Paşa'ya kesenin ağzını açmışlardı!.. Aslında bu, "komaya girmiş hastaya serum takılması" gibi idi. 27 MAYISÇILAR'ın idareyi sivillere terketmeye hazırlandığı günlerde eski DEMOKRAT PARTİLİLER iki yeni parti kurdular. Bunlardan ADALET PARTİSİ, Emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın başkanlığında ve Tahsin Demiray (eski Köylü Partisi başkanı), Necmi Öktem (general), Şinasi Osma (albay), Cevdet Perin (doçent), Kamuran Evliyaoğlu (gazeteci) gibi önemli, tanınmış kişilerin gayreti ile kurulmuştu...
İkinci Parti YENİ TÜRKİYE PARTİSİ idi. Onun da başında eski Maliye Bakanı Ekrem Alican vardı. Eski milletvekilleri İrfan Aksu, Raif Aybar, Hikmet Belmez, Hasan Kangal, Mithat San, Cahit Talas (eski Çalışma Bakanı), Sırrı Öktem (general) gibi tecrübeli kişiler vardı. 6.1.1961'de Kurucu Meclis göreve başladı. Yeni Anayasa'yı, seçim kanunu gibi önemli kanunları çıkardı, 26.10.1961'de de görevi yeni seçilen Meclis'e devretti. Anayasa halkoyuna sunuldu ve kabul edildi. Bu arada bir de Senato kurulmuştu. İsmet Paşa BATI tarzı "demokrasi"yi 1946'da ülkeye getirmişti (!) ama, 1960'da bile halk DEMİR-KIR-AT dediği Menderes'in partisini AT ile bağdaştırıyordu. Bu yüzden AP kendisine amblem olarak AT'ı seçti. Demirel üç kere gidip gidip geldi, kurduğu bütün partilerde BEYGİR'den vazgeçmedi! Aslında ne AP, ne YTP, ne de DYP; DP'nin devamı değildirler! Demirel 1960'larda Bayar'ın affedilmesini adeta engellemiştir, kendisine rakip olacağı için!.. Bayar ve eski DP'lileri affedilmesini sağlayıp onları AP ile kapıştıran, aslında "eski düşman" İsmet Paşa'dır!.. (1974)
1961 seçimlerinde CHP 36.7, AP 34.7, CKMP 13.9, YTP 13.7 oy aldı. Meclis ve Senato dağılımı ise şöyle idi: CHP 173-36, AP 158-71, CKMP 54-16, YTP 65-13.. Milli Birlik Komitesi üyeleri de hayat boyu tabii senatör idiler. Hiç bir parti tek başına iktidara gelemedi. Gürsel Cumhurbaşkanı seçildi. İsmet Paşa 1961-1964 arasında üç ayrı koalisyon hükümeti kurdu... İlk açıklaması da "Milletlerarası çalışmalarımızda NATO ve CENTO ittifaklarının hususi bir yeri vardır" diyerek kapitülasyonların devamına itirazı olmadığını belirtmek olmuştur. Aynı yıl TÜRKİYE AET'ye ORTAK ÜYE kabul edildi. Yani biz 2000'li yıllarda GÜMRÜK BİRLİĞİ-UYUM YASALARI-TAHKİM benzeri KAPİTİLASYON anlaşmaları ile hâlâ alınmayı bekliyoruz ya, aslında o tarihlerde kabul edilmiştik!.. Sonradan bu Ankara Anlaşması ile teyid edildi. (1963) Ancak BATILILAR gene verdikleri sözü unuttular.
Ragıp Gümüşpala'nın başında olduğu AP, bu dönemde iktidarda olduğu zaman dahi, itilip kakılan parti durumunda idi. 1963'de Genel Merkezi tahrip edildi. Hakkında Meclis'te genel görüşme açıldı. Ne Demokrat Parti artıklarını, ne de 80 yaşındaki İsmet Paşa'yı istemeyen genç subaylar, 2 kere ihtilal teşebbüsünde bulundular. 15 Mayıs'ta karasularımızı 6 mile çıkardık!.. O tarihe kadar 3 mil idi!.. Halbuki Yunanistan ta 1930'larda 6 mil yapmış, İsmet Paşa Hükümeti uyumuş, GAZİ de her nasılsa konuyu atlamıştı! Kıbrıs'ta Rumlar'ın TÜRKLER'e saldırısı 1963 yılı ortalarında başlamıştı. Bu olaylar artınca İsmet, TÜRK jetlerini Kıbrıs üzerinde şöyle bir uçurttu. Kısa bir süre için saldırılar kesilir gibi oldu. Ama 1964 başında iyice azıttılar. Yağmacılığa, hırsızlığa başladılar. Ocak ayında saldırdıkları TÜRKLER'den 21'i öldü, 6'sı kayboldu. Tarihi BAYRAKTAR CAMİİ 3. defa bombalandı, Subat ayında Rumlar köylere saldırdı. 50 TÜRK öldürüldü. Kurtulanlar göçe başladılar. İsmet Paşa hükümeti uzun tereddütten sonra ancak 13 Mart'ta Makarios'a "müdahale hakkını kullanacağını" bildiren bir nota verdi. Ardından Hükümet MÜDAHALE kararı aldı. Aslında bu bize anlaşmalarla tanınmış bir haktı. Bir yandan da Birleşmiş Milletler'de ve Londra'da görüşmeler sürmekteydi. TÜRKİYE'nin çıkışı, hiç beklenmedik bir karardır! ABD, uzun yıllar BATI UŞAĞI bilinen İsmet'in bu hayret verici tavrı üzerine o kadar şaşırır ki, tepkisini nezaket kurallarına bile uymadan hemen gösterir. Cumhurbaşkanı Vekili, sığır çobanı kılıklı Johnson o meşhur mektubunu yazıp kulağımızı çeker! "Haddinizi bilin haa!" der. Bu haysiyet kırıcı JOHNSON MEKTUBU nun tercümesini EK olarak veriyoruz o utanç verici sayfaları bir kez daha hatırlayalım. Bu herifin Kennedy'inin vurulmasında parmağı olduğu iddiası bir yana, mektuptan iki ay sonra Viyetnam Savaşı'nı başlatması HIRİSTİYAN BATI EMPERYALİST zihniyetin neme nem bir şey olduğunu, nasıl çift standart uyguladığını gözler önüne serer!..İsmet Paşa ise, ABD'ye "kararı askıya aldığını, ancak mektubu da hayal kırıcı bulduğunu" bildirmekle yetinir! Birleşmiş Milletler hemen adaya asker gönderdi. Kısa bir zaman sonra bu askerlerin adaya TÜRK halkını korumak için değil; TÜRKİYE'yi müdahaleden caydırmak için geldiği anlaşıldı. Çünkü Rum saldırıları durmadı.
Temmuz ayında TÜRKLER'in sıkıştığı Girne (Saint Hilarion) kalesini kuşattılar. Bir avuç TÜRK mücahit kaleyi günlerce savundu. Bu arada Rumlar kadın-çocuk-yaşlı demeden katliama devam ettiler. Nihayet 8 Ağustos günü TÜRK jetleri harekete geçti. Erenköy civarındaki Rum askeri hedeflerini bombaladı. Ayrıca askeri birlikler gemilere bindirildi. Durumun ciddiyetini gören Makarios ateşkes istedi. Rumlar bu arada uçağı düşürülen Pilot Cengiz Topel'i işkenceyle şehit ettiler. O zaman anlaşılır ki, DIŞA BAĞIMLI EKONOMİK VE ASKERİ POLİTİKA sonucu TÜRKİYE'nin NATO'dan aldığı jetlerin BENZİN'i yoktur!.. ÇIKARTMA GEMİSİ yoktur!..Bütün bu yıllar boyunca biz kendimizi değil, BATI'NIN MENFAATLERİ'ni savunup durmuşuzdur. Üstüne üstlük Johnson da sözüm ona NATO ortak savunması için verilmiş silahları "Rusya bize saldırırsa kullanamıyacağımızı" bildirmiştir!..Yani politikacıların BATI UŞAKLIĞI'na soyunduğu şu son 15 yılda, TÜRKİYE tam anlamıyla "ayvayı yemiş"tir!.. Bu sözler İsmetin sonu olur.
O tarihlerde Ragıp Gümüşpala ölmüş (Haziran 1964), ABD destekli Bayar'ın eski "su müdürü", Amerikan Morrison firmasının temsilcisi Demirel, adeta "gökten zembille inerek"AP'nin başına geçmiştir. Öyle ki, rakibi Saadettin Bilgiç'in bir Mason arkadaşından temin ettiği Demirel'in "mason kaydı" delegelere dağıtılınca, Mason Demirel dernek başkanı ve üstadı Necdet Egeran'ı kullanarak sahte bir "mason değildir" belgesi almış, bunu AP kongresinde dağıtarak seçimi kazanmıştı!.. Demirel'in bu kongrede Masonluk ne kelime, "her sabah KUR'AN okumadan kahvaltıya oturmayan bir aileden geldiğini" iddia etmesi meşhurdur!. Halbuki Bilgiç'in belgesi gerçekti. Demirel Ankara BİLGİ LOCASI'na 43 sıra ve 48 matrikül numarasıyla kayıtlı su katılmamış bir MASON idi!.. Ne manevra değil mi?
Bu Demirel'in politik hayatında belki ilk söylediği yalandı ama, hiç te sonuncu olmadı. Bütün ömrü yalan, palavra, demogoji, boş vaatler ve dümenle geçti! Gene bu kongrede Demirel'in Johnson'la çekilmiş resimleri çoğaltılarak dağıtıldı!.
Bu durumda akla iki ihtimal gelmektedir... Birincisi, ABD genç mühendis Demirel'e kendisi açısından önem vermiş, onu özel bir şekilde yetiştirmiş; o dönemde Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan Johnson bir ara kendisini çağırıp, "Bak evladım, sana çok emek verdik. Göreyim seni, bizi mahçup etme" diyerek sırtını sıvazlamıştır. Demirel de, "Sayın Johnson, izin verirseniz, bu mubarek anı bir fotoğrafla tesbit edelim, torunlarım tosunlarım benimle iftihar etsinler!" demiş, resim öyle çekilmiştir...Ne var ki, Demirel'in çocuğu olmaz, böylece torunların da Johnson'lu resimle övünme hayali boşa çıkar.
İkinci ihtimal, gerçekten tilki gibi kurnaz olan Demirel, o günlerde daha sosyeteye bulaşmamış olan "meşhurlar ile fotomontaj" tekniği kullanarak kendini Johnson'la yanyana getirip, sahte bir fotoğraf hazırlatıp, onu dağıtmasıdır ki, pek yabana atılmaz.
Başka bir ihtimal var ise, siz söyleyin!.. Yani, ABD Cumhurbaşkanı ve yardımcısı, her 3. dereceden yabancı bürokratın (öyle ya, Cumhurbaşkanı-Başbakan, Bakanlar ve 3. grup Genel Müdürler) her Amerika'ya gidişinde ziyaret edip bir çayını içtiği, Disneyland misali turistik bir mekanda mıdır ki, Demirel resim çektirebilmiş olsun?.. Johnson inşaat mühendisi de değildi ki, İTÜ'den Demirel'in sınıf arkadaşı çıksın!..
Temmuz ayında SSK ve Danıştay Kanunları kabul edildi. Bu arada Ecevit'in çıkarttığı sendika ve grev yasasına sırtını dayayan işçiler problem olmaya başlamıştı. Tam Kıbrıs olayları sırasında Ataş'ta sendika greve gitmeye kalktılar!.. Yani orduyu benzinsiz bırakacaklardı. Hükümet grevi erteledi. O tarihten itiibaren sendikalar sanki bu ülkede başka bir devletin adamları imiş gibi faaliyet gösterdiler. Ta ki, 2000'li yıllar gelip patronlar ve hükümet IMF ile elele verip sendikaların belini kırana kadar!.. Halbuki ta başından sendika ağalığı olmasaydı, sendikalar da adam gibi haklarını arasalardı, memur maaşı ile işçi ücretlerinin arasındaki uçurum açılmasa idi, daha iyi olmaz mıydı?.. 1993'den sonra kurulan memur sendikaları da bir işe yaramaz.. Memurlar 500 milyon TL. maaş alırken (2003 yılı), onlardan kesilen 10-50 milyon TL. aidat Sendika başkanlarına 5-10 milyar TL. maaş olarak gider!.. Ağustos ayında ABD Viyetnam'a savaş açtı. Aslında olay Rus yapısı Viyetnam torpil gemilerinin bir ABD destroyerine saldırmasıyla başlamıştı ama, ABD'nin orada ne işi vardı ki?.. Bunun üzerine ABD gemi ve uçakları saldırdı, 25 viyetnam torpil gemisini batırdı, bir petrol platformunu imha etti. ALLAH bilir kaç kişi öldü!.
Bu olay bizim Kıbrıs'ı bombalamamızdan bir gün önce oldu! Ekim ayında Kruşçev, bir Kremlin darbesi ile KP liderliğinden düşürüldü, yerine Leonid Brejnev geçti. Kosigin başbakan oldu. Kruşçev katıldığı son politbüro toplantısında endüstriyi, tarımı ve parti organizasyonunu kötü idare etmekle suçlandı. Kruşçev Stalin'in kurduğu bir çok çalışma kampını kapatmış, gizli polisin de gücünü azaltmıştı. Küba hezimeti de sonunu hazırlamıştı. AP'nin çiçeği burnunda başkanı Demirel'in ilk icraatı, Johnson'un başkanlık törenleri için ABD'ye giden İsmet'i, kalleşce bir tutumla yurt dışında iken hükümetten düşürmek olmuştur!. (Ocak 1965)
ABD'den ümit kesen Menderes nasıl ihtilalle devrilmiş ve idam edilmişse, BATI yanlısı İsmet te ufak bir MİLLİ SİYASET uygulama temayülü gösterdiği için, alaşağı edilir! Halbuki aynı günlerde Sovyet Yüksek Şura Başkanı Podgorny TÜRKİYE'yi ziyarete gelmişti. Sovyetler'in Keban Barajı'na ilgisi devam ediyordu. Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin de, Meclis'te "TÜRK-SOVYET ilişkilerinin gelişmesinden dolayı AMERİKA kızgın değildir" diye açıklama yapmıştı! Ne var ki, bu kalleşçe devirme olayı halkın İsmet'e duyduğu tepkiyi kaldırmaya yetmez. Bir sonraki seçimde halk İsmet Paşa'dan kurtulmak için Süleyman Demirel'i destekler!..Ta ki, o da BATICILIK ÇARKI'na kapılıncaya kadar! Her ne ise... Gürsel, Demirel'i tecrübesiz bulduğu için başbakanlığı ona vermez. Bunun üzerine CHP'nin dışarda kaldığı, bütün diğer partilerin katıldığı Suat Hayri Ürgüplü Başkanlığı'nda bir hükümet kurulur ve DEMİREL Efendi bu kabinede MECLİS dışından Başbakan Yardımcısı olur.
Müzmin muhalif Osman Bölükbaşı'nın ayrıldığı CKMP'nin başına eski Milli Birlik Komitesi üyesi Alparslan Türkeş geçer. Bir süre sonra da partinin adı MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ'ne çevrilir. (1969) DEMİREL'in Demokrat Parti'nin devamı olduğunu her fırsatta dile getirdiği AP'si, 1965 seçimlerinde ilk ve son defa tek başına iktidar olur... İSMET PAŞA'nın aksak CHP'si ancak ikinci olabilmiştir. Nisbi sistem ve milli bakiyenin uygulandığı bu seçimde marjinal oy alan diğer partiler de onar onbeşer milletvekili ile MECLİS'e girerler. Behice Boran'ın başkanlığını yaptığı Türkiye İşçi Partisi bile 15 milletvekilliği kazanmıştır.
Bu arada Birleşmiş Milletler Teşkilatı denen DOMUZLAR DİKTATORYASI, KIBRIS konusunda Makarios'un tezini destekliyen bir karar alır. Buna göre "KIBRIS bağımsızdır, müdahale edilemez," der! Hükümet tabii KIBRIS konusunda bir şey yapamaz!.. ABD sözüm ona bizim lehimize oy kullanır. Ama karar aleyhimize çıkar. Çünkü haksız İSRAİL'in kınanmasına bile VETO kullanan ABD, "dost ve müttefik" TÜRKİYE'yi destekleme lüzumunu hissetmez. Böylece bu Teşkilat'ın ve ABD'nin daha önce varılmış olan Londra ve Zürih anlaşmalarını hiçe saydığı görülür!.. Hiç kalkıp ta artık BİRLEŞMİŞ MİLLETLER'e ve ABD'ye bel bağlanır mı?. İsmet, nihayet uyanır ve şu sözleri kullanır:"Gerekirse yeni bir dünya düzeni kurulur, ve TÜRKİYE'de bu düzende yerini alır!.."
Dış olaylara gelince; 1962 yılı Ocak ayında ABD, KÜBA ile ilişkilerini kesti!..Hemen arkasından PAPA 6. PAUL, Hıristiyanlığa zarar verdiği iddiasıyla KASTRO'yu AFAROZ etti!. Şubat ayında da Katolik başkanı Kennedy KÜBA'ya ambargo uygulamaya başladı. Bu ambargo Rus ve Amerikan gemilerini karşı karşıya getirdi. Bütün dünya nükleer bir savaş olacağı korkusuna kapıldı. Bilhassa mevcudiyetinden sonradan haberdar olduğumuz nükleer füzeler dolayısiyle, TÜRKİYE topun ağzında idi!. Gerek Hükümet, gerekse askerler o günlerde atlattığımız tehlikeden habersizdiler! Sonunda Kruşçev geri adım attı, Kasım ayında KÜBA'daki nükleer füzeler söküldü, imha edildi, ambargo kalktı. Bir kaç gün sonra da Amerika TÜRKİYE'deki JÜPİTER füzelerini kaldıracağını açıkladı. Ancak bu suretle pazarlık konusu olduğumuzu anladık. İşte Amerikan uşaklığının bizi getirdiği nokta buydu! Mayıs ayında askerlerin gayreti ile oluşturulan Küçükçekmece Atom reaktörü hizmete girdi. TÜRKİYE böylece NÜKLEER enerji konusunda ilk adımı atmış oldu, ancak arkası gelmedi. Bilhassa dönemin solcuları, DOĞU BLOĞU'nun sahip olduğu NÜKLEER silahları unutup, TÜRKİYE'de "barış" teraneleri ile Hiroşima sömürüsü yapıyorlardı!.. Daha sonra da Amerikancı-Avrupacı "çevrecier" karşı çıktılar... TÜRKİYE'nin NÜKLEER gücünün olmaması, BATI'nın da işine geldiği için onlar da ses çıkarmadılar.
DPT'den bazı uzmanlar "Hükümet'in Toprak Reformu ile ilgili bütün girişimleri engellediği" söylediler. Bazıları istifa etti. Bu arada AP Merkez Yönetim Kurulu, Toprak Reformu'nun "temel bir hak olan kişinin mülkiyet hakkına aykırı" olduğunu iddia ediyordu! Yani aslında CHP ile AP'nin TOPRAK ve ORMAN konusundaki tutumları birbirinden farklı değildi. Ayrıca AP, CHP'yi "Devletçilik" güderek ilerlemeyi engellemekle suçluyor ve planlı yatırımlara karşı çıkıyordu! Zaten Demirel başa geçtikten bir süre sonra "Millet plan değil plav istiyor" diye parti görüşünü veciz (!) ifadeyle ortaya koyacaktı! Aynı günlerde Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, bir konuşmasında TÜRKİYE'nin dışarıya sattığı KROM hakkında ciddi endişeleri olduğunu açıkladı!.. Madenlerimizin sömürülmesi, o dönemde de sorun idi, hâlâ bir çare bulunamadı. KROM geleceğin yakıtı hidrojenin ham maddesi, TORYUM ise temiz nükleer enerjinin ham maddesidir ve her ikisi de TÜRKİYE'de son derece boldur. Yabancılara kaptırmazsak, bizi ihya edecektir! Türkiye'nin AET ortak üyeliği anlaşması ile birlikte, 1963'de ABD ile bir ne idüğü belirsiz "zırai maddeler" anlaşması imzalandı... Böylece radyoaktif olduğu için kendi ülkelerinde deneyemedikleri "Meksika Buğdayı"nı bize gönderip deneme imkanı buldular. Ayrıca "fenni" tohum, sunni gübre, tarım ilacı, hatta zararlı hormonların ülkeye girmesine fırsat verilmiş oldu.
Bütün bunlar, 1950'lerde Menderes'in düşüncesiz traktör atılımı gibi, tarım ürünlerinde bir artış sağladı. Ancak ünü dünyaca meşhur tütünümüzün, çayımızın, pamuğumuzun, İzmir üzümümüzün, Amasya elmamızın, Ayaş domatesimizin, hatta etimizin, sütümüzün bozulmasına yol açtı. Öyle ki, zamanla yemyeşil TÜRKİYE, çöl ülkesi İSRAİL'den hıyar, domates tohumu alır oldu, hem de altın fiyatına!.
22 Kasım'da zencileri savunan Kennedy, zenci düşmanı Teksas-Dallas'ta uğradığı bir suikastte öldürüldü. Yerine yardımcısı Johnson geçti. Kennedy'nin kaatili Oswald da Ruby adında bir barcı tarafından öldürüldü. Sonra o da ortadan kaldırıldı. Böylece Kennedy'nin planlı bir şekilde devre dışı bırakıldığı anlaşıldı. 1964'de Amerika ile bir kredi anlaşması daha imzalandı. TÜRKİYE'ye yardım konsorsiyumu istediğimiz 250 milyon doların ancak 100 milyonunu verdi! TÜRKİYE bir de Dünya Gıda Programı anlaşması imzaladı. TÜRKİYE Finlandiya ve Almanya ile teknik işbirliği, Avusturya ile işçi anlaşması imzalandı. İsveç, Norveç ve Lüksemburg ile kredi anlaşmaları yapıldı. TÜRKİYE OECD kredi anlaşmasına katıldı. Yani Menderes'in batırdığı ülke ancak gavur parası ayakta durabiliyordu. Gavur da parayı babasının hayrına vermiyordu! Bu arada Sovyetler Keban Barajı için kredi teklif etti. Ancak Hükümet, "Kıbrıs politikasını değiştirmediği takdirde kabul etmiyeceğimizi" bildirdi. Sanki Sovyetler'in Kıbrıs politikası aleyhimize de, Amerika ve İngiltere'ninki farklı!.. Yine de Aralık ayında bir ticaret heyeti Rusya'ya gitti. Sovyetler ile 1965 yılı için bir ticaret anlaşması bir de kültür anlaşması imzalandı. Pakistan ile ticaret anlaşması yapıldı.
Bugün 363 ziyaretçi (493 klik) kişi buradaydı.