AHMET ÜNAL
tapinakcilar
TAPINAKÇILAR, DEVRİMLER, CİNAYETLER VE MAFYA
Tapınak Şövalyeleri'nin gizli tarihini ve bu örgütün masonluğa nasıl dönüştüğünü önceki bölümlerde inceledik. Kuşkusuz, Tapınak Şövalyeleri ile masonluk birebir aynı teşkilatlar değildir ancak sahip oldukları felsefe aynıdır. Bu felsefe, Hıristiyanlık (veya İslam) gibi İlahi dinlerin yerine pagan bir inancı ve dünya görüşünü yerleştirmeyi amaçlayan, bu hedef uğruna her türlü dini inancı ve kurumu hedef alan, mistisizm ve okültizm boyasına batmış bir materyalizme dayanan, sapkın bir öğretidir. Tapınakçılardan miras kalan bu öğreti, masonluğun özünü oluşturmaktadır. Masonluk, bu pagan öğretiyi en yüksek derecelerde tam olarak açıklar, daha alt derecelere ise kademe kademe açıklar. Masonların global stratejisi ise söz konusu öğretiyi, olabilecek en cazip şekilde, geniş kitlelere empoze etmek ve bu öğretinin karşısında duran güçleri ortadan kaldırmaktır. 18. yüzyıldan bu yana Batı dünyasında gelişen bazı fikri akımların ve siyasi hareketlerin perde arkasında, işte masonluğun bu global stratejisi yatmaktadır.
İngiliz tarihçi Michael Howard, The Occult Conspiracy (Okült Komplosu) adlı kitabında, Tapınakçı gelenekten gelen masonluk, Gül-Haç, İlüminati gibi okült (gizli) derneklerin, Batı medeniyetini Hıristiyanlık öncesindeki pagan kültüre geri döndürmek için yürüttükleri uzun mücadeleyi anlatmaktadır. Kitabın girişinde konu şöyle açıklanır: Gizli derneklerin ve okült gruplarının-ki bunlar antik esoterik öğretilerin koruyucusudurlar-milletlerin tarihi üzerinde binlerce yıldır oldukça güçlü ve çoğu zaman da hayati rol oynadıkları çok az bilinen bir gerçektir. Masonlar, Tapınak Şövalyeleri veya Gül-Haçlar olarak, bu gizli dernekler Fransız ve Amerikan devrimlerinin akışını ve bir o kadar da Ortaçağ düzeninin yıkılışını etkilemişlerdir... Naziler, İngiliz güvenlik güçleri, Amerika'nın kurucuları ve hatta Vatikan, tüm bunlar şu veya bu şekilde okült komplosunda rol oynamış durumdadırlar. Howard'ın da belirttiği gibi, söz konusu mücadele tek bir kalıp içinde değildir. Neo-pagan gelenekten doğan felsefi veya siyasi akımlar; Fransız Devrimi'ni hazırlayan "Aydınlanmacılar"dan tüm Avrupa'da sosyalist bir devrim yapmak isteyen Bavyera İlüminatilerine, Nazi partisinin temellerini atan Alman ırkçılarından İtalyan milli birliğine öncülük eden Carbonari örgütüne kadar geniş bir yelpazede uzanmaktadır. Bu akımlar arasında önemli farklar bulunmasına rağmen hemen hepsi, dinin toplum hayatından dışlanması, dini inançların yerine materyalist ve natüralist felsefenin benimsenmesi ve dini kurumların baskı altına alınması gibi temel bazı noktalarda ittifak etmektedir. İşte masonluk, bu temel ittifak noktası üzerinde 18. yüzyıldan bu yana farklı şekillere girmiş, kendi bünyesine farklı siyasi veya felsefi akımlardan insanlar katmıştır. (Hatta, yukarıdaki alıntıda da belirtildiği gibi, masonluk Vatikan'a da sızmış ve bu kurumu kendi felsefesine göre yönlendirmeye çalışmıştır.)
Tapınak Şövalyeleri'nin gizli tarihini ve bu örgütün masonluğa nasıl dönüştüğünü önceki bölümlerde inceledik. Kuşkusuz, Tapınak Şövalyeleri ile masonluk birebir aynı teşkilatlar değildir ancak sahip oldukları felsefe aynıdır. Bu felsefe, Hıristiyanlık (veya İslam) gibi İlahi dinlerin yerine pagan bir inancı ve dünya görüşünü yerleştirmeyi amaçlayan, bu hedef uğruna her türlü dini inancı ve kurumu hedef alan, mistisizm ve okültizm boyasına batmış bir materyalizme dayanan, sapkın bir öğretidir. Tapınakçılardan miras kalan bu öğreti, masonluğun özünü oluşturmaktadır. Masonluk, bu pagan öğretiyi en yüksek derecelerde tam olarak açıklar, daha alt derecelere ise kademe kademe açıklar. Masonların global stratejisi ise söz konusu öğretiyi, olabilecek en cazip şekilde, geniş kitlelere empoze etmek ve bu öğretinin karşısında duran güçleri ortadan kaldırmaktır. 18. yüzyıldan bu yana Batı dünyasında gelişen bazı fikri akımların ve siyasi hareketlerin perde arkasında, işte masonluğun bu global stratejisi yatmaktadır.
İngiliz tarihçi Michael Howard, The Occult Conspiracy (Okült Komplosu) adlı kitabında, Tapınakçı gelenekten gelen masonluk, Gül-Haç, İlüminati gibi okült (gizli) derneklerin, Batı medeniyetini Hıristiyanlık öncesindeki pagan kültüre geri döndürmek için yürüttükleri uzun mücadeleyi anlatmaktadır. Kitabın girişinde konu şöyle açıklanır: Gizli derneklerin ve okült gruplarının-ki bunlar antik esoterik öğretilerin koruyucusudurlar-milletlerin tarihi üzerinde binlerce yıldır oldukça güçlü ve çoğu zaman da hayati rol oynadıkları çok az bilinen bir gerçektir. Masonlar, Tapınak Şövalyeleri veya Gül-Haçlar olarak, bu gizli dernekler Fransız ve Amerikan devrimlerinin akışını ve bir o kadar da Ortaçağ düzeninin yıkılışını etkilemişlerdir... Naziler, İngiliz güvenlik güçleri, Amerika'nın kurucuları ve hatta Vatikan, tüm bunlar şu veya bu şekilde okült komplosunda rol oynamış durumdadırlar. Howard'ın da belirttiği gibi, söz konusu mücadele tek bir kalıp içinde değildir. Neo-pagan gelenekten doğan felsefi veya siyasi akımlar; Fransız Devrimi'ni hazırlayan "Aydınlanmacılar"dan tüm Avrupa'da sosyalist bir devrim yapmak isteyen Bavyera İlüminatilerine, Nazi partisinin temellerini atan Alman ırkçılarından İtalyan milli birliğine öncülük eden Carbonari örgütüne kadar geniş bir yelpazede uzanmaktadır. Bu akımlar arasında önemli farklar bulunmasına rağmen hemen hepsi, dinin toplum hayatından dışlanması, dini inançların yerine materyalist ve natüralist felsefenin benimsenmesi ve dini kurumların baskı altına alınması gibi temel bazı noktalarda ittifak etmektedir. İşte masonluk, bu temel ittifak noktası üzerinde 18. yüzyıldan bu yana farklı şekillere girmiş, kendi bünyesine farklı siyasi veya felsefi akımlardan insanlar katmıştır. (Hatta, yukarıdaki alıntıda da belirtildiği gibi, masonluk Vatikan'a da sızmış ve bu kurumu kendi felsefesine göre yönlendirmeye çalışmıştır.)
Masonluğun bir diğer kayda değer yönü ise, üyeleri için önemli bir menfaat aracı oluşturmasıdır. Bu örgüt pagan (ve dolayısıyla seküler) olduğuna göre, üyelerinin idealist hedeflerden çok dünyevi kazançlar peşinde olması doğaldır. Bu nedenle masonluk bir taraftan felsefi gibi görünen bir mücadele yürütürken, bir yandan da siyasi ve ekonomik bir çıkar odağı olmuştur. Aynen Tapınakçıların bir yandan pagan bir öğretinin takipçiliğini yaparken bir yandan da Avrupa'nın en zengin bankerleri haline gelmeleri gibi. Masonluğun ilerleyen sayfalarda inceleyeceğimiz "mafya bağlantısı"nın temelinde, örgütün bu özelliği yatmaktadır. Masonluk doğası gereği gizli bir örgüt olduğu için, örgütün tarihteki tüm faaliyetlerini tek tek ortaya dökmek mümkün değildir. Tek çözüm, buzdağının görünen kısımlarını bulmak ve buradan yola çıkarak buzdağının tümünü tahmin etmeye çalışmaktır. Bu bölümde, işte bu mantık içinde, masonluğun son iki yüzyılın tarihinde bıraktığı bazı izleri inceleyeceğiz.
İlüminatinin Devrim Planları
Apınakçı geleneğin masonluğa dönüşümü içinde, bir takım yan ürünler de ortaya çıktı. Gül-Haçlar bunların biriydi. Bir diğeri ise, okültizm tarihinin en tartışmalı örgütlerinden biri olan İlüminati (Aydınlanmışlar) Derneği'ydi. Almanya'nın güneyindeki Bavyera bölgesinde kurulduğu için "Bavyera Aydınlanmışları" olarak da bilinen dernek, masonik ideallere uygun bir siyasi düzeni devrim yoluyla kurmak amacını taşıyordu. Monarşilere ve Kilise'ye şiddetle düşman olan İlüminati, Adam Weishaupt adlı bir hukuk profesörü tarafından kurulmuştu. Adam Weishaupt, örgütün amaçlarını şu şekilde sıralamıştı:
1- Bütün monarşilerin ve düzenli hükümetlerin feshedilmesi,
2- Şahsi mülkiyet ve verasetin feshedilmesi,
3- Aile hayatı ve evlilik kurumunun feshedilmesi ve çocuklar için komünal bir eğitim sisteminin kurulması,
4- Bütün dinlerin feshedilmesi.
The Encyclopedia of Occult'ün bildirdiğine göre, Almanya içinde gittikçe güçlenen İlüminati hareketi, bütün masonik ritüelleri uygulamakla beraber, geleneksel mason localarından ayrı bir yapıdaydı. Weishaupt, örgüte katılan yüzlerce entelektüel üzerinde büyük bir otorite kurmuştu. Örgüt üyelerinin yalnızca çok az bir bölümü, "büyük üstad"la, yani Weishaupt'la yüzyüze görüşebiliyordu. 1780'de Alman mason localarının üstadlarından olan Baron Von Knigge'nin katılımıyla, örgütün gücü iyice arttı. Weishaupt ve Knigge, Almanya'da, din ve monarşi karşıtı bir devrim yapma hazırlığına giriştiler. Fakat hükümetin durumdan haberdar olması üzerine, İlüminati üstadları Weishaupt ve Knigge, örgütü dağıtıp normal mason localarına katılmaya karar verdiler. Birleşme, 1782'de gerçekleşti. Okült tarihçilerce kabul edildiğine göre, Fransız Devrimi'nde rol oynayacak olan bazı devrimcilerin arasında, Babeuf gibi İllümine kökenliler de önemli bir yer tutuyordu. İlüminati, özellikle din düşmanlığı ile ön plana çıkan bir örgüttü. İngiliz tarihçi Michael Howard'ın ifadesiyle, örgütün büyük üstadı olan Weishaupt, kurulu dine karşı "patalojik bir nefret" duyuyordu. Bu nefreti, siyasi bir devrimle uygulamaya geçirmeye çalıştılar. Başarılı olamadılar, ancak hedefledikleri devrim, Fransa'daki "biraderleri" tarafından hazırlandı ve hayata geçirildi. Bu, ünlü Fransız Devrimi'ydi.
Fransız Devrimi ve Jacques de Molay'ın Öcü
Hatırlanacağı gibi, Tapınak Şövalyeleri Fransa Kralı ve Katolik Kilisesi'nin ortaklaşa düzenledikleri bir baskınla yakalanmış, yargılanmış ve sonra da lağvedilmişlerdi. Hiç kuşku yok ki, bu iki kurumu zayıflatmak ve mümkünse ortadan kaldırmak, Tapınakçı geleneğin ve bunun temsilcisi olan masonluğun en öncelikli hedeflerinden biri oldu. Bu hedefin gerçekleşmesinin en büyük aşaması olan Fransız Devrimi'nde masonluğun rol oynaması, bu nedenle oldukça anlamlıdır.
İngiliz tarihçi Michael Howard, The Occult Conspiracy adlı kitabında locaların, devrimin hazırlanmasındaki rolüne dikkat çeker. Howard'ın bildirdiğine göre, devrimin hazırlanmasında en etkili localardan biri, büyük üstadlardan Savalette de Lage tarafından kurulan "Gerçeğin Dostları" adlı gizli örgüttü. Bu locanın politik felsefesi, devrimi doğuran sosyal reformun ana hatlarını çiziyordu. Savalette de Lage ile ilişki içinde olan bir diğer önemli loca, Neuf Soeurs (Dokuz Kızkardeşler) locasıydı. Üyeleri arasında Voltaire, Benjamin Franklin, Paul Jones gibi isimlerin yer aldığı loca, özellikle Kilise'nin dini eğitim sistemine karşı seküler bir alternatif geliştirmeye çalışmıştı. Tarih, edebiyat, kimya ve tıp konularında Kilise öğretisinin tümüyle dışında ve tümüyle seküler teoriler geliştirildi. Bu loca tarafından kurulan Apollo Koleji, devrim sırasında Lycée Republican adını aldı. Masonluğun, devrimde büyük rolü olduğu, devrimin hemen arkasından kaleme alınan çeşitli kitaplarda dile getirilmiştir. Yaygın bir iddiaya göre, Fransız Devrimi'ni ateşleyen ayaklanmanın planı, 1782 yılında Wilhelmsbad'da toplanan Büyük Masonik Konvansiyon'da yapılmıştı. Konvansiyon'a katılanlar arasında devrimin önemli liderlerinden Comte de Mirabeau da vardı. Mirabeau, Fransa'ya döner dönmez Konvansiyon kararlarının detaylarını Fransız locaları içinde organize etmişti. Devrimin perde arkasında önemli rol oynayan kişilerin başında ise Comte Cagliostro geliyordu. Asıl adı Joseph Balsamo olan Sicilya doğumlu Cagliostro, Almanya'da hem klasik mason localarına hem de İlüminati locasına üye olmuştu. Bir süre sonra devrimin altyapısını hazırlayacak ajanlardan biri olarak seçildi. Görevi, tüm Avrupa'yı dolaşarak radikal ve devrimci düşünceleri yaymaktı. Sonunda Fransa'ya giderek Jakobenler'e katıldı. 1785'teki Büyük Masonik Kongre'de devrimin hazırlığı ile ilgili yeni direktifler aldı. Aynı yıl patlak veren ünlü Kraliçe Gerdanlığı skandalının merkezinde Cagliostro vardı. Skandal, Kraliçe ile Kardinal arasında bir aşk macerası yaşandığı izlenimi vermek için düzenlenmiş bir komploydu ve halk arasında hem Kraliyet'in hem Kilise'nin itibarını büyük ölçüde zayıflattı. Skandalın masonların bir ürünü olduğunu Fransız romancı Alexandre Dumas da doğrular.
Loca tarafından "ajan-provokatör" olarak görevlendirilen Cagliostro, Kraliçe Gerdanlığı skandalının ve devrime zemin hazırlayan daha pek çok gelişmenin merkezindeydi. 1787 yılında Londra'da bulunduğu sırada Paris'teki dostlarına yazdığı bir mektupta, yaklaşan devrimden söz etmiş, Bastille hapishanesinin basılacağını, Monarşinin ve Kilise'nin yıkılacağını ve akıl prensipleri üzerinde yeni bir din kurulacağını haber vermişti. Bu, kuşkusuz Cagliostro'nun inanılmaz ileri görüşlülüğünden değil, loca içindeki üstlerinden aldığı istihbarattan kaynaklanıyordu. Çünkü Michael Howard'ın ifadesiyle, "1785-1789 yılları arasında Fransa'da yer alan çok sayıda loca, monarşiyi ve kurulu düzeni yıkmak için full-time çalışıyordu".
Devrim gerçekten de büyük ölçüde bir mason eseriydi. Masonlar devrimi hem kurmak istedikleri sosyal düzen için büyük bir aşama, hem de Tapınakçılar'a karşı Fransa Kralı'nın yaptıklarının bir intikamı olarak görüyorlardı. Kışkırtılmış yığınlar Bastille hapishanesine doğru yürüdüklerinde Mirabeau, "Monarşi, Tapınakçılar Örgütünün torunlarından öldürücü bir darbe aldı" demişti. Bu arada, içindeki tutuklu sayısının iki elin parmaklarını geçmediği ve hiçbir stratejik önemi olmayan Bastille hapishanesinin bu denli büyük bir sembol haline getirilmesinin de bir anlamı vardı: Tapınakçılar'ın Büyük Üstadı Jacques de Molay 1314 yılında idam edilmeden önce, uzun süre Bastille'de tutuklu kalmıştı!... Devrimle birlikte madem De Molay'ın intikamı alınıyordu, o halde öncelikle Bastille hedef alınmalıydı. Devrimin içinde masonluğun, daha doğrusu yeni-Tapınakçıların oynadığı rol, Cagliostro tarafından daha 1789 yılında itiraf edildi. Cagliostro Engizisyon tarafından tutuklanmıştı ve canını kurtarmak için bildiği her şeyi bir bir anlattı. Anlattıklarının başında, Tapınakçı geleneği koruyan masonların tüm Avrupa'da zincirleme bir devrim yapma planları geliyordu. Masonların asıl amacının ise, Tapınakçıların yarım bıraktığı işi bitirerek Papalığı yok etmek olduğunu, ya da Papalığın ele geçirilmesinin hedeflendiğini de itiraf etmişti. Masonların ve İlüminati kökenli devrimcilerin Fransız Devrimi'ni körüklemek için kullandıkları yöntemler ise son derece acımasızdı. William T. Still'in, New World Order (Yeni Dünya Düzeni) adlı kitabında anlattığına göre; 1789 yılının ilkbahar ve yaz aylarında İlüminatilerin tahıl piyasasında gerçekleştirdikleri manipulasyonlar sonucunda yapay bir buğday darlığı yaratıldı. Bu durum o denli geniş bir açlığa yol açtı ki, tüm ülke kısa zamanda ayaklandı. Olayların başını çeken kişi, Fransa Büyük Doğu (Grand Orient) Locasının Büyük Üstadı Orleans Dükü idi. İlüminatiler, halkın çektiği acıları bir araç olarak kullanarak yarattıkları huzursuz ortamın devrimci eylemlerine yararlı olacağını planlamışlardı. Gerçekten de, besin stoklarını bloke ederek ve Ulusal Meclis'te tüm reform girişimlerini engelleyerek durumu iyice kötüleştirdiler ve halkı tam anlamıyla açlığa mahkum ettiler...
Öncelikle tüm ülkede eşzamanlı bir panik duygusu yaratıldı. Köyden köye, kentten kente giden atlılar, yurttaşlara "haydutların!" yaklaşmakta olduğunu ve kendilerini korumak istiyorlarsa silâha sarılmaları gerektiğini bildirdiler. Ayrıca, yurttaşlara tüm bu olayların sorumlularının malikânelerde ve şatolarda gizlendikleri, bizzat Kralın buraları ateşe vermelerini buyurduğu söylendi. Fransa Kralına bağlı olan halk bu emirlere uydu. Artık alevlerin denetlenmesi olanaksızdı, yağma ve yıkım sürerken, anarşi gittikçe yaygınlaşıyordu. Fransız Devrimiyle birlikte çoğunluğu mason olan Jakobenler büyük bir terör dönemi başlattılar. Başta din adamları ve monarşi yanlıları olmak üzere onbinlerce insan giyotine gönderildi ve Fransa tam bir kan gölüne dönüştü. Bu vahşetin bazı detayları ve bu detaylarda yer alan masonik mesajlar oldukça düşündürücüydü: Paris sokakları teröre teslim olmuştu...1793 Kasımı'nda tüm Fransa'da rahiplerin öldürülmeye başlanması, dine karşı bir kampanyanın yürürlüğe girdiğini ortaya koyuyordu. Tüm mezarlıklara, İlüminatilerin ünlü sloganı olan "Ölüm Sonsuz bir Uykudur" sözlerini içeren yazılar asılmaya başlandı. Paris'teki kiliselerde "Akıl Bayramları" adı altında eğlentiler düzenleniyor, fahişeler tanrıça gibi tahta çıkarılıyorlardı. Bu törenlerin bir adı da "Exoterion"du ve Weishaupt'un kaleme aldığı "Aşk Tanrıçasının Kutsanması" adlı bir şiiri örnek alıyorlardı... 1793 yılının sonlarına doğru, yeni devrim yönetimi, sayıları yüz binlere ulaşan işsizlerle yüz yüze kaldı. Devrimin önderleri, sonradan bütün diktatörlerin taklit edeceği yeni bir "terör" projesini uygulamaya geçirdiler: "nüfus azaltılması." Amaç, Fransa'nın 25 milyona ulaşan nüfusunu 16 milyona indirmekti. Robespierre, nüfusun azaltılmasını kaçınılmaz buluyordu... Nüfusun azaltılması ile görevli devrim komitesi üyeleri, gece gündüz harita başında her kentte kaç kellenin kopartılması gerektiğini hesaplıyorlardı. Devrim mahkemeleri kimlerin ölmesi gerektiğine karar veriyor ve sonu gelmez bir kurban sürüsü giyotinin yolunu tutuyordu. Yalnızca Nantes'de, bir gece içinde 500 kimsesiz çocuk kent mezbahasında öldürülüyor, 144 yoksul kadın nehre fırlatılıyordu.
Bu vahşet, başta belirttiğimiz gibi, Tapınakçı geleneğin ve bunun temsilcisi olan mason dernekleri ve İlüminati üyelerinin dine ve monarşiye olan nefretlerinin bir ürünüydü. 1796 yılında Fransa'da The Tomb of Jacques de Molay (Jacques de Molay'ın Mezarı) adlı bir kitap yayınlandı. İçinde, Fransız Devrimi'nin, kökenleri Tapınakçılara uzanan masonlar tarafından yapıldığı anlatılıyordu. Bir yıl sonra Cizvit rahibi Father Bamuel, Memoires pour serir de l'histoire du Jacobinisme (Jakobenizm Tarihinden Hatıralar) adlı bir kitap yazdı. İçinde Tapınakçılar'ın mason görüntüsü altında halen var oldukları ve devrimi de onların yaptığı anlatılıyordu. Rahip, İngiliz İç Savaşı'nın da bir Tapınakçı tezgahı olduğunu yazmıştı. 1808 yılında Paris'teki St. Paul Kilisesi'nde Jacques de Molay'ın anısına bir anma töreni düzenlendi. Törene katılan masonlar, aynı Ortaçağ Tapınakçıları gibi giyinmişlerdi. De Molay'ın kemikleri ve bazı şahsi eşyaları üzerinde ritüeller yapıldı. Masonlar daha sonra töreni dışarı taşırarak Tapınakçı bayrakları ile Paris caddelerinde yürüyüş yaptılar. 5 yüzyıl önce Kral ve Kilise tarafından Paris'te idam edilmiş olan Jacques de Molay bu kez yine Paris'te törenle anılıyordu.
Kilise de Kral da artık yoktu çünkü. Ve ortalık kan gölüydü. Karındeşen Jack Cinayetlerinin İçyüzü
Masonların siyasi faaliyetlerini ve özellikle de illegal yönlerini araştırırken karşımıza çıkan önemli bir konu da, ünlü "Karındeşen Jack" cinayetleridir. Bu seri cinayetler, 1888 yılında
Londra'da gerçekleştirilmiştir. 9 haftalık bir süre içinde tam 5 ayrı hayat kadını, gövdeleri yarılıp parçalanarak vahşi şekilde öldürülmüştür. Katilin kim olduğu hiçbir zaman bulunanamış ve bir sır olarak kalmıştır. Katili tanımlamak için kullanılan "Karındeşen Jack" sözü, cinayetlerin hemen ardından bu isimle polise gönderilen bazı mektuplardan kaynaklanmaktadır. "Karındeşen Jack" denen kişinin (veya kişilerin) gerçek kimliği meçhuldur. Ama konuyu inceleyen bazı araştırmacıları, bunun siyasi amaçlara yönelik bir komplo olduğu ve komplonun kaynağının da masonluk olduğu kanısına yönelten bazı önemli bulgular vardır. Bunları birlikte inceleyelim. Karındeşen Jack cinayetlerinin gerçekleştiği sıralar, İngiliz monarşisi büyük bir skandalın eşiğine gelmişti. Kraliçe Victoria'nın oğlu olan King Edward VII, 1888 yılında İngiltere'de masonların Büyük üstadı idi. Onun oğlu Eddy ise, eğer büyükanne ve babası ondan önce ölürse, Kral olabilirdi. Ancak Eddy'nin saray disiplinine uymayan bir özel yaşamı vardı. 1888'de Londra'daki Walter Sickert ismindeki ressama ve arkadaşlarına gizlice ziyaretler yapıyordu. Eddy; bu çevrede Annie isminde Katolik ve alt tabakadan gelen bir tezgahtar kız ile tanıştı ve ilişki kurdu. Bir süre sonra bir bebekleri oldu ve gizlice evlendiler. Sickert; Eddy ve Annie'nin kızları için bir dadı tuttu. Mary (veya Marie) isimli dadı ve Sickert onların bu gizli düğünlerinde şahit oldular. O sırada, İngiltere büyük bir politik karışıklık içerisindeydi ve eğer halk kral olmaya bu denli yakın birisinin Annie gibi bir kadın ile evlendiğini öğrenirse, bu durum monarşinin sona ermesine neden olabilirdi. (Katolik birisiyle evlenmek, İngiliz kraliyet ailesinin kurallarına aykırıydı, ayrıca Annie'nin alt tabakadan olması da bir sorundu). Böyle bir skandal, aynı şekilde İngiliz politik ve sosyal sisteminden çıkarı olanların özellikle de masonların sonu olabilirdi.
Bütün bunlar Kraliçe Victoria'nın kulağına gidince, Kraliçe, Marquess of Salisbury isimli Başbakanını bu olayı temizlemek ile görevlendirdi. Salisbury ünlü bir masondu. Bu skandalı kapatmak için, Annie'yi akıl hastanesine yerleştirdi, ve tam 32 yıl sonra da Annie orada öldü. Kızları da daha sonra Sickert'in metresi haline geldi ve ondan bir oğlu oldu. Skandal düğünün şahidi olan Marie Kelly ise alkolik bir hayat kadını oldu ve bildiklerini diğer 3 hayat kadını arkadaşı ile paylaştı. Onlar ise onu, Prens Eddy'nin yaptıklarını deşifre etmekle tehdit ettiler. Bunu öğrenen Başbakan Salisbury bu tehditin sona ermesi gerektiğine karar verdi ve Kraliçenin doktoru olan ve aynı zamanda Annie'ye akıl hastası raporunu veren yüksek dereceli mason biraderi Sir William Gull'dan bu konuda yardım istedi.
Gull, Marie'nin ve diğer hayat kadınlarının varlığını İngiliz monarşisi ve masonluk için bir tehdit olarak kabul etti ve masonik ritlere dayanarak bu kadınları tek tek öldürmeye karar verdi. İşte tüm İngiltere'yi dehşete düşüren Karındeşen Jack cinayetleri böyle başladı. Gull, kurbanlarını aynen masonik ritüellerde yazılı olduğu gibi, büyük bir vahşetle öldürüyordu. Başbakan Salisbury, hükümetteki diğer masonlar ve polis teşkilatı Gull'un suçlarını gizlediler. Çünkü mason olarak onlardan beklenen, bu sırrı saklamaları ve Gull'un yaptığını takdir etmeleriydi. Gull, özel arabasının sürücüsü olan Netley ile ressam Sickert'ı o 4 hayat kadınını tanımasına yardımcı olmaları için ikna etti. Ardından kadınları arabalarına aldılar, öldürdüler ve mason ritlerine göre kesip parçaladıktan sonra seçilen yerlere vücutlarının parçalarını attılar.
Gull, kurbanlarını şu şekilde öldürmüştü:
a) 31 Ağustos 1888'de Mary Ann (Polly) Nichols'un boğazı, kulağından başlayıp tüm boğazını saracak şekilde derin bir şekilde kesilmiş, karnı yarılmış ve açık bir şekilde bırakılmıştı.
b) 8 Eylül 1888'de Annie Chapman'ın boğazı vahşi bir şekilde kesilmiş, dili dışarı fırlamış ve kalanını yutmuştu. Karnı tamamen yarılmış, bağırsakları çıkarılmış, bir ucu omuzunda diğer ucu vücudum bağlı bir şekildeydi. Midesinin bir kısmı çıkarılmış ve sol omuzunun üst tarafına konmuştu, kadının rahmi ve vajinasının bir kısmı ile mesanesinin büyük bir bölümü çıkarılmıştı. Mücevherleri ve demir paraları çıkarılmış ve pirinçten yapılmış 2 adet yüzük ayağına takılmıştı.
c) 30 Eylül 1888'de Elizabeth (Liz) Stride'ın boğazı çenesinin bir yanından diğer yanına dek kesilmişti.
d) 30 Eylül 1888'de Gull, en son ve en önemli kurbanını, yani Marie Kelly'i öldürmek üzere olduğunu düşünüyordu. Ancak yanlışlıkla Catherine (Kate) Eddowes'u öldürdü. (Bu kadın, Kenny isimli bir adamla yaşıyordu ve Mary Ann Kelly ismini kullanıyordu.) Eddowes'un boğazı bir kulağından diğerine dek kesilmişti, burnu tamamiyle yerinden çıkarılmıştı, sağ kulağının bir kısmı kesilmişti, yüzünün diğer bölümlerinde üçgen şeklinde derin kesikler vardı, karnı tamamen açılmış, bağırsakları dışarıya çıkarılmış ve sağ omuzunun üzerine yerleştirilmişti. Ayağın iki parçası koparılmış ve vücudu ile sol kolunun arasına dikkatle yerleştirilmişti. Sol böbreği ile rahminin bir kısmı kesilip atılmıştı. Polis; kadının yanında önlüğünden kesilmiş ve kandan sırılsıklam olmuş bir parça buldu. Bu parça, kadının hala üzerinde yer alan bir parçaya tam olarak uyuyordu. Bunun yukarısındaki siyah duvarda ise beyaz bir tebeşirle yazılmış olan şu yazı duruyordu. "Juwes'ler hiç bir şeyle suçlanmayacak olan insanlardır."
e) Eddowes hakkında yaptığı yanlışlığı 9 Kasım 1888'de anlayan Gull ve müttefikleri, Mary Kelly'yi apartman dairesinde öldürdüler. Kadının boğazı tamamiyle kesilmişti, midesi tamamen dışarı çıkarılmış ve mide çukuru tamamen boşaltılmıştı, göğüsleri kesilmişti, kolları parçalanmıştı, yüzü tanınmayacak hale getirilmişti, rahmi, böbrekleri ve göğüslerinden birisi başının altındaydı, diğer göğsü ise sağ ayağının oradaydı, karaciğeri ayaklarının arasında, bağırsakları sağ tarafında, dalağı sol tarafındaydı. Karın derisi sökülmüştü. Ciğerinin bir kısmı ve kalbinin tamamı kayıptı.
İşte tüm bu garip ve korkunç olaylar, konuyu inceleyen araştırmacıları olayın perde arkasındaki gerçeğe götürdü. Eğer bunlar alelade cinayetler olsaydı, kesip parçalama olayları katili yakalanma tehlikesine sokardı. (Katledilenlerden biri olan Stride, arabaya binmeyi reddettiği için, çabucak sokak ortasında öldürülmüştü). Bir tür ritüeli andıran bu akıl almaz kasaplığın tek açıklaması, masonik ritlere olan uygunluğuydu. Boğazların kesilme şekli, kalplerin çıkartılması, bağırsakların dışarıya çıkartılması, üçgen şeklinde kesikler, maktülün önlüğünün bir kısmının kesilip çıkartılması... Tüm bu detaylar, mason localarında okunan ve "hainlerin cezası" olarak belirtilen vahşetlere birebir uyuyordu. Karındeşen Jack'in son kurbanı olan Eddowes; "Mitre Karesi" (Mitre Square) olarak bilinen semte bırakılmıştı. Mitre (terzilikte ve inşatta kullanılan gönye benzeri araç) ve kare masonik aletlerdir ve mitre hanı da masonların meşhur buluşma yeridir. Peki cinayet yerindeki duvarda bulunan "Juwes" kelimesi ne anlama geliyordu? Bazı yorumcular bunun "Jews" (Yahudiler) kelimesinin yanlış yazılmış hali olduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysa işlenen cinayetler ve kullanılan yöntemler, bunların failinin son derece eğitimli bir kişi olduğunu göstermektedir ve bu da böyle basit bir yazım yanlışlığı yapılması ihtimalini çok düşürmektedir. Konuyu inceleyen pek çok araştırmacı ise, "Juwes" kelimesinin, masonlukta masonluğun simgesel kurucusu olarak kabul edilen Hiram Abiff'i öldüren üç hainin, yani Jubela, Jubelo ve Jubelum'u ifade ettiği kanaatindedir. Bir başka ilginç detay ise, bu yazının polisler tarafından bulunur bulunmaz silinmesidir. Ceset bulunduğunda, polis şefi ve aynı zamanda da bir mason olan Sir Charles Warren, daha önce hiçbir cinayet mahaline gitmemesine rağmen, bu kez kendisi olay yerine gitmiş ve duvardaki yazıyı görür görmez bunun silinmesini emretmiştir. Tüm bunlar, tarihte Karındeşen Jack cinayetleri olarak bilinen vahşetin, gerçekte siyasi amaçlar içeren masonik bir komplo olduğuna işaret etmektedir. Nitekim masonların, bu tarihten önce de Mozart ve William Morgan gibi ünlüler de dahil olmak üzere, kendilerine ihanet ettiklerini düşündükleri kişileri katlettiklerine dair önemli deliller vardır. Karındeşen Jack cinayetlerinin gerçek faili olduğu sanılan yüksek derece mason Dr. Gull'un 1890'da öldüğü açıklanmıştır. Oysa gerçekte bu tarihte ölmemiş, 'Thomas Mason' ismi altında bir akıl hastanesine konmuş ve uzun yıllar sonra burada ölmüştür.
Olayın iç yüzünün başından beri farkından olan ressam Sickert ise gerçek hikayeyi oğlu Joseph'e anlatmıştır. Joseph ise, aradan neredeyse 3 çeyrek asır geçtikten sonra gerçeği gazeteci Stephen Knight'a açıklamış ve masonluk konusunda derinlemesine bilgiye sahip olan Knight bu konuyu Jack the Ripper: The Final Solution (Karındeşen Jack: Son Çözüm) adlı kitabında açıklamıştır. Knight'in 1976'da yayınlanan bu kitabından beridir olay büyük bir tartışma konusudur. Masonlar Knight'ın tezini ısrarla reddetseler de, pek çok delil bu tezi desteklemektedir. Bu konuyu gündeme taşıyan en son gelişme ise, 2001 yılında çevrilen bir Hollywood yapımı olan From Hell (Cehennemden) adlı filmdir. Karındeşen Jack cinayetlerini konu edinen ve tamamen tarihsel gerçeklerden yola çıkarak çevrilen filmde, olayların masonik bir komplo olduğu detaylı olarak gösterilmektedir. Tüm bu hikayenin en çarpıcı yönü ise, büyük olasılıkla "buzdağının görünen kısmı" olmasıdır. Masonluk gizli bir örgüt olduğu ve "haricilere" (mason olmayanlara) hiçbir zaman sır vermediği için, masonik faaliyetlerin çoğu karanlık bir sis perdesinin ardındadır. Karındeşen Jack cinayetleri, bu sis perdesinden dışarı sızan bir "örnek"tir ve diğer örneklerin ne kadar korkunç olabileceği hakkında fikir vermektedir. Buzdağının diğer bazı görünen kısımlarını incelemeye devam edelim. Bu sayede, buzdağının tümü hakkında fikir sahibi olabiliriz.
Propaganda Due (P2)
1981 yılının Mart ayında, iki Milan savcısı, 1979 yılında sahte bir kaçırılma olayıyla ortadan kaybolan Sicilya doğumlu uluslararası banker Michele Sindona'nın durumunu araştırıyorlardı. Vatikan'ın mali danışmanı olan Sindona'nın aynı zamanda mafya ile de yakın bağlantıları olduğunu düşünüyorlardı. Araştırmaları sırasında ilginç bir şey buldular: Sindona polisten kaçarak Palermo'da saklandığı sırada tam 600 mil kuzeydeki Arezzo kentine gitmiş ve orada Licio Gelli adlı bir tekstil üreticisi ile görüşmüştü. Sindona gibi bir kişinin, "yeraltında" olduğu bir sırada, kendisiyle görüşmek için 600 mil yol teptiği bu Licio Gelli, kuşkusuz önemli birisi olmalıydı. Bu nedenle savcılar Gelli'nin araştırılması emrini verdiler. 17 Mart günü polisler bu ilginç sanayicinin ofisinde gizli bir liste buldular. Listede tam 962 isim vardı. Ve bu liste sıradan bir liste değildi; Propaganda 2, ya da kısaca P2 adındaki bir mason locasının üyelerinin listesiydi. Gelli ise bu locanın Büyük Üstadıydı.
Listeyi bulanları şaşkına çeviren şey ise, locanın üyelerinin İtalya'nın en önemli kişileri olmasıydı. P2 üyeleri arasında; 3 bakan, 43 Parlamento üyesi, 43 general, 8 amiral, gizli servis şefleri, yüzlerce üst düzey bürokrat ve diplomat, İtalya'nın dört büyük şehrinin polis şefleri, sanayici ve finansörler, ünlü Corriere Della Sera gazetesinin editör ve yayıncısı da dahil olmak üzere 24 gazeteci ve ayrıca bazı ünlü televizyon yıldızları yer alıyordu. Michele Sindona da locanın üyesiydi. Bir başka loca üyesi banker ise, daha sonra Londra'daki Blackfriars köprüsünde, ki bu köprü Ortaçağ'da Tapınakçılar'a ait olan bir kilisenin yalnızca birkaç yüz metre uzağındaki anlamlı bir köprüydü, masonik ritüellere göre asılarak "infaz" edilecek olan Roberto Calvi idi. Tüm P2 üyeleri, ele geçen belgelerden anlaşıldığı kadar Gelli'ye bağlılıklarını sunmuşlar ve her türlü çağrısına hazır olduklarını bildirmişlerdi. Toplam 962 üye, kendi aralarında herbirinin ayrı bir başkanı olan 17 gruba, yani hücreye ayrılmışlardı. Gelli, P2'yi o denli dahice ve gizlice yönetiyordu ki, üyeler kendi aralarında kimlerin bulunduğunu tam olarak bilemiyorlardı. Bir ölçüde daha fazla bilgi sahibi olan hücre başkanları bile ancak kendi gruplarındaki üyeleri tanıyorlardı.
Peki Gelli kimdi?
Locanın büyük üstadı olan Licio Gelli, militan bir faşistti. Gelli, İspanya İç Savaşı'nda faşistler safında harbe katılmış, Mussolini'nin ateşli bir destekleyicisi olmuştu. Daha sonra, İtalyan Partizanlarına yapılan işkencelere adı karıştığı için ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı. Savaş sonunda Arjantin'e kaçmış, orada Cumhurbaşkanı Juan Peron'la yakın dostluk kurmuştu. Şimdi ise P2 mason locasının büyük üstadıydı. Kuşkusuz bu gerçeğin ortaya çıkması tüm İtalya'yı şoka soktu. Araştırmalar locanın devlet yönetiminde büyük rol oynadığını, ayrıca İtalya'nın bitmek-tükenmek bilmeyen yolsuzluk olaylarında da büyük etkisi olduğunu ortaya çıkardı. Mason kardinaller sayesinde Vatikan'ı da "para aklama merkezi" haline getiren loca, efsanevi İtalyan mafyasının en güçlü koluydu. P2, suikast, bombalama gibi pek çok terör eyleminin de arkasındaydı ve ünlü kontrgerilla örgütü Gladio ile de yakın bağlantıları bulunuyordu. P2, uzun zamandır Avrupa ve Latin Amerika'daki faşizan kuruluşlara, Vatikan ve CIA fonlarını aktararak, destek vermekteydi. Loca üyelerinden Michele Sindona-ki sonradan bir İtalyan avukatı öldürme suçundan tutuklandı ve 1984 yılında hapishanede içtiği zehirli bir kahve ile öldü-sadece P2'nin hazinecisi olmakla kalmayıp, aynı zamanda Vatikan'ın da yatırım danışmanıydı. Sindona, Vatikan'ın İtalya'daki varlıklarını satıp, ABD'de yatırım yapmasına yardım etmişti. Hem mafya, hem de CIA için çalışan Sindona, daha önceleri, Yugoslavya'daki "dostlarına" ve Yunanistan'da 1967 yılında iktidarı ele geçiren Albaylar Cuntası'na da fon aktarılmasında görev almıştı. Meclis araştırma komisyonu tarafından toplanan belgeler, P2'nin silah satışlarından ham petrol fiyatlarına kadar, hemen her konuda etki yaratabilen uluslararası bir örgüt olduğunu ortaya çıkardı. Yasadışı ve gizli P2 locasının başı ve İtalya banka skandallarının karanlık ismi Licio Gelli, 12 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
P2'nin Gizli Locası ve Garip Ayinleri
P2 locasının siyasi faaliyetleri ve cinayete kadar varan suçlarının yanısıra, örgütlenme yapısı ve uyguladığı ayinler de oldukça dehşet vericiydi. Bu özel loca, bilinen mason localarından farklı bir yerde, büyük bir gizlilik içinde inşa edilmişti ve locaya gelenler de büyük bir gizlilik içinde hareket ediyorlardı. İtalyan gazeteci Luigi Difonzo, İtalya'daki P2, kara para ve mafya bağlantılarını konu edindiği St. Peter's Banker adlı kitabında, eski P2 üyelerinin itiraflarına dayanarak, bu locanın nasıl bir yerde konuşlandırıldığını şöyle anlatır:
İki eski P2 üyesi, locanın toplantılarında verdikleri yeminleri anlatıyorlardı. İlk olarak, Tuscany Bölgesindeki Alp Dağları'nın eteklerinde saklı olan bir villaya götürülmüşlerdi. 3.5 metrelik duvar, özenle işlenmiş zemini manzaradan ayırıyordu. Ana avlunun ortasında ağaç gövdesine benzeyen bir fıskiye duruyordu. Kabarık başlığıyla kobra benzeri bir heykel, vurmaya hazırmış gibi koruyucu bir tavırda mekanı gözlüyordu. Kobra heykelinin başı, insan kafatasının iki katı büyüklüğündeydi. Gün ışığında mavi, gece vakti kırmızı olan bir gözü vardı, fıskiye davetsiz kimse hareket ettikçe yönünü tayin ederken, kobranın başlığı içinde ve gözünün arkasında davet edilen veya beklenmeyen misafirleri takip eden kapalı devre bir kamera vardı. Fıskiye kamera, her birinde 5 istasyon olan 8 monitörün 8 misafir odasını, havuz, yemek odasını, oturma odasını ve parti odasını izliyor ve villa içindeki bir odadan kontrol ediliyordu. Aşağı yukarı 10 kamera, kobranın içindeki de dahil, infrared lenslere sahipti. Dış kameraların hepsi doğal ortamda gizlenmişti. Villanın içi muhteşemdi. Her oda mermer zeminliydi ve antikalarla döşenmişti. Yüksek tavanları, ince işlenmiş altın yaprak dökümleri, Mussolini, Hitler ve Peron'un portrelerini inceleyen bir ziyaretçi ruha işleyen ve korkuyla, aklı hücre hücre kirleten tehlike ve gücün canlı, nefes alan bir tür kokusunu, hissini yaşıyordu. Yıl 1964'tü.
Bu gizli ve muhkem locada yapılan ayinler ise, tüyler ürpertici idi.
Toplantı odasında, saten seremoni kuşakları ve Ku Klux Klan üyeleri tarfından giyilenleri andıran siyah kukuletalar giymiş P2'nin 12 üyesi kırmızı mermer konferans masasında deri sandalyelere oturmuşlardı. Bunlar Gelli'nin "Kurt Takımı" olarak bilinen timinin seçkin elit üyeleriydi-bazılarına göre bunlar vurucu tim görevi görüyordu. Hiçbir siyah kıyafetli mürid, diğer 11 biraderinin kimliğini bilmiyordu. Büyük üstad Licio Gelli, yüzünü gösteren tek kişiydi. İki mason ise toplantı odasının girişinde duruyorlardı. Onların da yüzleri örtülüydü... Bunlar, görevleri Büyük üstadı korumak olan ve 'Il Momento di Passare all" (Gerçek Harekat İçin Zaman) kod adıyla tanımlanan göreve ihanet edebilecek 12 müridden herhangi birini öldürmek olan Mussolini faşistleriydi... Her bir koruma görevlisi (faşizmin simgesi olan) balta taşıyordu; ayrıca otomatik silahları da vardı. Tam bir mafya örgütü şeklinde örgütlenmiş olan P2 mason locasına üye olmak için yapılan törende ise, locanın acımasız yöntemleri ve siyasi amaçları açığa çıkıyordu:
Seremoni başladı. Kapı düzensiz olarak vuruluyordu. 'Pek Muhterem' diye bir mürid anons etti 'bir harici içeri girmek istiyor'. Büyük üstad baltasıyla masaya bir kez vurdu. Hemen büyük kapının kanatları açıldı ve iç duvara çarptı. İki muhafız yeni gelene odanın ortasına kadar eşlik etti. Haricinin gözleri bağlıydı ve düz siyah başlık giymişti. Kimliğini Büyük Üstaddan başkası bilmiyordu. Her mason tarafından bir soru soruldu, ama harici cevap vermedi, onun yerine bir muhafız konuştu. Amaçları, inançları ve P2'nin üyesi olmayı istemek için nedenleri hakkındaki merasim soruları cevaplandıktan sonra, haricinin yüzü 'Harici, P2'nin sırlarını saklamak için ölmeye hazır mısın?' sorusunu soran büyük üstada döndürüldü. Artık soruları kendisi cevaplayabilecekti: 'Hazırım'. "Tehlikeleri küçümseyebilecek bir vasfa sahip misin?' 'Evet'. 'Gerekli cesarete sahip misin?' 'Cesaretliyim."... "Ve harici, savaşmaya, hatta utançla ve hatta ölümle yüzleşmeye hazır mısın ki, böylelikle senin biraderlerin olan bizler, bu devlet sistemini yokedip, bir başkanlık sistemi kurabilelim?" "Hazırım." Sonra göz bağları açıldı. Görüşünün netleşmesi bir süre aldı, çünkü komplekse geldiğinden beri, ilk defa ışığı görmesine izin verilmişti. Göz bağları güvenlikten çok başka bir amaca hizmet ediyordu. P2'nin gücünü temsil ediyordu: "Üyelik olmadan bir kişi kördür, ama örgütün yardımıyla yol netleşir."
P2 ve Mossad
Bu denli karanlık bir örgütlenmeye sahip olan P2'nin önemli bir "İsrail bağlantısı" da vardı. The Middle East International dergisi, Temmuz 1981 sayısında locanın İsrail'le ve özellikle de Mossad'la çok yakın ilişkileri olduğunu ortaya koymuş, P2'nin bu "İsrail bağlantısı"nda İtalya içindeki Yahudi cemaatinin de önemli bir rolü olduğunu bildirmişti. İtalya'nın ikinci büyük zengini olan Carlo de Beneditti'nin de P2'yle yakın ilişki içinde olduğu sonraki yıllarda ortaya çıkmıştı. Ayrıca locanın ABD ve Avrupa'daki Yahudi çevreleri ile de çok yakın ilişkileri vardı. Henry Kissinger, Edmond de Rothschild ve David Rockefeller P2'ye son derece yakın olan isimlerin başında geliyordu. Öyle ki Baron Ellie de Rothschild'ın, P2'ye ihanet etmeye kalkan Roberto Calvi'nin "masonik" asılışı için gereken parayı temin ettiği bile, İtalyan Panorama dergisinde yayınlanmıştı. Henry Kissinger ise doğrudan P2'nin üst düzey kadrosundaydı: Uğur Mumcu, Papa Mafya Ağca adlı kitabında "P2'nin 33. dereceye yükselmiş masonlardan oluşan üst konseyi, Monte Carlo Komitesi adı ile tanınmaktadır. Monte Carlo locasına Henry Kissinger da üye" diyordu. P2'nin İsrail ve özellikle de Mossad'la olan "ittifakı", eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky'nin çok yankı uyandıran By Way of Deception (Hile Yoluyla) adlı kitabından sonra 1994'te yayınladığı The Other Side of Deception (Hilenin Öteki Yüzü) adlı kitabında da bildirildi. Ostrovsky, bir Mossad-P2-Gladio bağlantısından söz ediyordu. Eski ajanın yazdığına göre, Licio Gelli, yani P2 mason locasının ünlü üstadı, "Mossad'ın İtalya'daki müttefiki"ydi ve Gelli'nin yönettiği P2 ile, yine Gelli'yle yakın ilişkisi olan kontrgerilla örgütü Gladio da Mossad'la ittifak içindeydi. Mossad, Gelli-P2-Gladio bağlantılarını kullanarak 80'li yıllarda İtalya üzerinden silah ticareti yapmıştı.
P2'den Sonrası: P3 mü?
Kuşkusuz P2 skandalı İtalya için olduğu kadar başka ülkeler için de eğitici olmalıdır. Skandalla birlikte masonluğun bir ülke içinde "görünmeyen hükümet" haline gelebildiği ve bir mafya örgütü gibi devleti soyabileceği ortaya çıkmıştır. Elbette hem İtalya'daki hem de başka ülkelerdeki masonlar açıklamalar yaparak P2'nin "istisnai" bir durum olduğunu, gerçek bir mason locası olmadığı, diğer localardan kopmuş ve kendi içinde ayrı bir yapı geliştirmiş olan bir örgüt olduğunu söylediler. Oysa bu bir aldatmacaydı. İngiliz gazeteci-yazar Martin Short, P2'nin masonik kurallara göre kurulan ve işleyen "gerçek ve düzgün" bir mason locası olduğunu, İngiltere Büyük Locası ile yakın ilişki içinde bulunduğunu delilleriyle anlatır. Short'un yazdığına göre bu locanın diğer localardan tek farkı, "gizli" tutulması için alınmış olan karardır. İtalya Büyük Locası Büyük Üstadı Lino Salvini, 1977 yılında Gelli'ye P2'nin çalışmalarının sürdürülmesini emretmiş, ancak P2'nin diğer İtalyan localarından izole edilmesi ve gizli tutulması yoluna gidilmiştir.
Nitekim P2'nin ortaya çıkmasının ardından masonluğun mafya ile ilişkilerinin sürmesi,
"Baba" lakaplı Andreotti gibi efsanevi bir politikacının mason olduğunun ortaya çıkması ya da Sosyal Demokrat Başbakan Bettino Craxi'nin masonlarla olan ilişkisinin su yüzüne çıkması da, P2'nin istisnai bir durum olmadığını göstermekteydi. Zaten bu nedenle İtalyan basınında bir ara bir "P3"ün var olup olmadığı konuşuldu. 1993'ün son günlerinde İtalyan polisince yakalanan ve mafyada "babaların babası" olarak tanınan Salvatore Riina'nın da mason olduğu ortaya çıktı. Riina, La Stampa gazetesinde yayınlanan ifadesinde, diğer pek çok mafya babasının da mason olduğunu ve birçok yargıcın da mason olmaları nedeniyle mafya babalarına yardımcı olduklarını söylemişti. Hatta bu nedenle daha sonra İtalyan Yüksek Hakimler Kurulu bir açıklama yaparak yargıç ve savcıların mason olmasının yasaklandığını bildirmişti. İtalya'da masonluğa bulanmış tüm bu yolsuzluk skandallarının ardından gelen "Temiz Eller" adlı tasviye hareketi de gerçekte bir şeye yaramadı: "Temiz Eller"in ardından kurduğu Forza Italia adlı partisiyle Başbakan olan medya kralı Silvio Berlusconi de bir P2 üyesiydi. Bunun yanısıra, İsrail'le son derece ilginç bazı ilişkilere sahipti. Kısacası P2, masonların skandalı örtbas edebilmek için söyledikleri gibi bir "istisna", bir "kaza" değildi. Aksine, masonluğun bir ülkedeki üst düzey kadroları içinde barındırabilmesi için P2 tarzı "gizli ve izole" locaları tercih ettiği anlaşılmaktadır. "İstisna" ya da "kaza" olan bir şey varsa, bu da P2'nin ortaya çıkmış olmasıdır. Bu yargıyı güçlendiren bir başka ilginç haber de 1995 yılı başında İngiltere'den geldi. İngiliz siyasetindeki yolsuzlukları araştırmak için Lord Nolan başkanlığında kurulan ve "İngiliz Temiz Elleri" adı verilen komisyon, olayın içinde masonların büyük bir rolü olduğunu farketmiş ve araştırmasını bu örgüt üzerinde yoğunlaştırmaya karar vermişti. 21 Ocak tarihli The Independent'ın manşetten verdiği habere göre, İngiltere tarihinde ilk kez masonlar hakkında böyle bir araştırma yapılıyordu. Haberde, 300 bin üyesi olan mason localarının; emniyet, hükümet, yargı, bankacılık, siyaset ve "sistemin diğer tüm alanlarında" üst düzey konumda oldukları belirtilmiş, masonların etkisinin Kraliyet ailesine, Lordlar Kamarası'na, Yüksek Mahkeme'ye (bizdeki Anayasa Mahkemesi) ve ülkenin en büyük şirketlerinin yönetim kurulu odalarına uzandığı vurgulanmıştı. Haberde ayrıca masonların örgütlenme şekliyle ilgili önemli bir bilgi daha verilmişti: İngiltere'de, aynı İtalya'daki P2 örneğinde olduğu gibi normal localardan daha kıdemli ve daha gizli "özel localar" vardı. Örneğin bu özel localardan biri, üyelerini yalnızca Savunma Bakanlığı'ndan, üst düzey subaylardan ve silah şirketleri yöneticilerinden seçiyordu. Benzer bir skandal yakın bir tarihte Fransa'da da gündeme gelmiştir. Bir devlet adamı olan Roland Dumas'nın yaptığı yolsuzlukların, mason olması sebebiyle bazı diğer üst düzey yetkililerce yıllarca örtbas edildiği ortaya çıkmıştır. Fransız haftalık Le Point dergisinin yayımladığı bir araştırma dosyasında, Fransa'da masonların yapmış olduğu diğer bazı kirli işler gözler önüne serilmiştir. Dosyada masonların birbirlerini bu şekilde nasıl koruyup kolladıkları ve birçok gayri kanuni işi nasıl hasır altı ettikleri açıklanmaktadır. İtalya'da yaşanan P2 örneğinin bir rastlantı olmayışı, aksine masonların İngiltere ve Fransa gibi başka ülkelerde de benzer yöntemler kullanması, kuşkusuz üzerinde durulması gereken bir noktadır. Ve bu durumda, doğal olarak, başka ülkelerde de başka "P2"lerin var olabileceği ihtimali akla gelmektedir.
Bugün 386 ziyaretçi (531 klik) kişi buradaydı.