AHMET ÜNAL
duzeningelecegi
"... Bu (dini) hareketler, bütün dünyada müminlere de inançsızlara da sekülerizmin altın çağının sonunun geldiğini düşündürüyor. Sanki (Din), modernleşmenin, Aydınlanma'nın belirlediği bir çağın getirdiği değişimlere karşı hamlede bulunuyor, intikam alıyor gibi..." - Gilles Kepel. Din Dünyayı Yeniden Fethediyor.
Mesih Planı, 14 ve 15. yüzyılda, İspanya'da hummalı bir mistik çalışma içine giren Yahudi Kabalacıları tarafından tasarlanmıştı. Plan, Yahudi egemenliğinde bir dünya anlamına gelen Mesih'in yeryüzüne inişi için, Kutsal Kitap'ta yazılı olan kehanetlerin bizzat Yahudilerin eliyle gerçeğe dönüştürülmesini öngörüyordu. İlk kehanet olan Yahudilerin dünyanın dört bir yanına dağılması, bizzat Kabalacılar tarafından provoke edilen İspanya sürgünü ile uygulamaya kondu. Sürgünün başladığı sırada bilinmeyen denizlere doğru yelken açan bir başka Kabalacı Kristof Kolomb, öteki Kabalacı dostlarının da desteğiyle, Plan'ın bir başka parçasını yerine getirmeyi hedeflemişti; hem Yahudilerin "yayılması" için dünyanın bir başka yanını keşfetmek hem de bu yeni toprakları Yahudiler için bir güç merkezi haline sokmak. Yahudilerin dünyanın dört bir yanına dağılmaları ile ilgili kehanet, Menasseh Ben Israel gibi Kabalacıların yerinde müdahaleleri ile 1650'lerde büyük ölçüde tamamlandı.
Mesih Planı'nın bu kehanetsel kısmı devam ederken, bir yandan da stratejik yönü işliyordu. Bu stratejik yön, temel olarak, Yahudilerin önündeki düşman güçlerin tasfiye edilmesine yönelikti. Yahudiler, Kutsal Topraklar'ın kendilerine ait olduğunu reddeden, aksine onlara pek iyi bakmayan güçleri ortadan kaldırmak zorundaydılar. Bunu yapmadan, ikinci büyük kehaneti gerçekleştirmeleri, yani dünyanın dağıldıkları dört bir ucundan Kutsal Topraklar'a dönmeleri de mümkün değildi. Ortadan kaldırmaları gereken güçlerin başında da, Katolik Kilisesi geliyordu. Yahudileri "İsa'nın katilleri" olarak gören, Kutsal Topraklar üzerindeki hak iddialarını ve "Seçilmiş Halk" öğretilerini kesinlikle tanımayan Kilise müstakbel bir Yahudi egemenliğinin önündeki en büyük engeldi. Yahudiler ancak Kilise'nin otoritesini yıkarlarsa Avrupa'nın yönetiminde etki sahibi olurlar ve bu durumda da Avrupa'yı kendilerini Kutsal Topraklar'a döndürmek ve bunun için de Kutsal Topraklar'ı İslam egemenliğinden çıkarmak için kullanabilirlerdi. Ancak Kilise'ye karşı tek başlarına mücadeleye başlamadılar. Bazı hıristiyanları da yanlarına çekmişlerdi. Aslında bunlara hıristiyan demek de doğru değildi. Haçlı seferleri sonucunda gittikleri Kudüs'te Kabala'nın büyüsüne kapılarak hıristiyanlıktan uzaklaşan bu şövalyeler, yani Tapınakçılar, bir süre sonra "kafir"likleri nedeniyle Kilise tarafından hedef alındılar. Papa tarafından yasadışı ilan edilmelerinin ardından da, Yahudilerle tarihi bir İttifak kurarak Kilise'ye karşı asırlar sürecek bir mücadele başlattılar. Bu mücadele, aslında Mesih Planı'nın İspanya'daki Kabalacılar tarafından tasarlandığı 1400'lü yıllardan da önce başlamıştı ama kısa süre sonra Mesih Planı'na eklendi ve Plan'ın bir parçası oldu. Tapınakçılar ve Yahudiler arasındaki İttifak, Kilise'yi yıkabilmek için önce bazı Papa düşmanı dini akımlar oluşturdu; John Wycliffe ve John Huss'unkiler gibi. Bu denemelerin ardından daha köklü bir değişim olan Hümanizm geldi. Kilise doktrinine ters bir dünya görüşü üreten büyük Hümanistlerin hepsi, Kabala'ya karşı olağanüstü bir ilgi duyan ve Tapınakçı geleneğe bağlı kişilerdi. Hümanizmi Rönesans ve daha da önemlisi Reform izledi. Doğrudan İttifak tarafından üretilmiş olan Reform hareketinin en önemli hedefi, Katolik Kilisesi'nin siyasi gücünü yok etmekti. Bu arada etkili bir "Tevrat'a dönüş" hareketi başlatarak hıristiyanları M. Tevrat hükümlerini ki bunların arasında Yahudilerin "Seçilmiş Halk" ve Kutsal Topraklar'ın sahibi olduğu inançları da vardı sorgusuz sualsiz kabul etmeye mecbur bıraktı. Bu "Tevrat'a dönüş" hareketinin en radikal temsilcisi olan Püritenler, Anglo-Sakson kültürü üzerindeki etkileriyle, Mesih Planı'nın Tapınakçılar kadar önemli destekçileri olacaklardı.
Reform'u izleyen Aydınlanma çağı ve Kilise'ye karşı girişilen siyasi saldırılar Fransız Devrimi, İtalyan ulus-devletinin kuruluşu gibi Papanın siyasi gücünü neredeyse tümüyle yok etti. Bu uzun mücadele sonucunda, Batı'da Kilise'nin otoritesi altında işleyen Katolik Düzen tamamen yıkılmış ve onun yerine Yeni Seküler Düzen (Novus Ordo Seclorum) kurulmuştu. Bu, Batı'nın artık Mesih Planı için kullanılabilir hale geldiğini gösteriyordu. Nitekim Kabalacılar bunun üzerine ikinci büyük kehaneti, yani Yahudilerin Kutsal Topraklar'a dönüşünü, öteki adıyla "Sürgünlerin Toplanması"nı başlattılar. Kabalacılar tarafından formüle edilen Siyasi Siyonizm hareketi, 19. yüzyılın sonunda, Kabalacılar'ın yolunu izleyen ırk bilinci yüksek laik Yahudiler tarafından uygulamaya kondu. Bu, aynı zamanda, Yahudi toplumu içindeki dindar olmayan elementlerin de, yeterli bir ırk bilincine sahip oldukları takdirde, Mesih Planı'na destek olabileceklerini gösteriyordu. Ancak Kutsal Topraklar'a dönülebilmesi için, oradaki Osmanlı egemenliğine son verilmesi gerekiyordu. Siyonistler ilk önce Osmanlı'yla anlaşmayı denediler ama Halife Abdülhamid'in sert tepkisi onları daha kesin çözümler aramaya itti. Halife'yi düşürebilmek için ona karşı gelişen seküler ve ulusçu muhalefeti, İmparatorluk sınırları içinde özellikle de Selanik'te yaşayan Yahudiler ve de mason locaları yoluyla örgütleyip desteklediler. Halife'nin tahtından indirilmesinin ardından da olaylar çorap söküğü benzeri birbirini izledi. Askeri darbeyle iktidarı ele almış ve gözünü bürüyen hırstan dolayı savaşmak için bahane arayan paşaları kullanarak, İmparatorluğu I. Dünya Savaşı'na sokmak ve İngiltere'yle savaştırarak Kutsal Topraklar'ı İngiliz egemenliğine sokmak zor olmadı.
Yahudiler artık Mesih'in gelişinin an meselesi olduğunu düşünüyorlar. Yanda İsrail'deki Hasidik Habad hareketinin kullandığı bir propaganda posteri: "Mesih'i istiyoruz, hemen şimdi!"
Filistin İngiliz egemenliğine girip bir de İngilizler orada bir "Yahudi vatanı" kurmayı vaadedince, Siyonizm, Mesih'in gelişinin büyük kehanetine, yani Sürgünlerin Toplanmasına ağırlık verdi. Ancak ortada bir sorun vardı, "sürgünlerin", özellikle de rahatları yerinde olan Avrupa Yahudilerinin Filistin'e dönmeye pek niyetleri yoktu. Bu sorun için doğrusu teknik yönden oldukça mantıklı olan bir çözüm bulundu. Avrupa'da gittikçe yükselen aşırı sağcı ve ırkçı akımlarla örtülü bir işbirliği yapılacaktı. Çünkü bu akımlar, kendi ülkelerinde "ırk saflığı" oluşturmak istiyorlar ve bu nedenle de başta Yahudiler olmak üzere azınlıkları sürgün etmek gerektiğini düşünüyorlardı. Siyonistler de bu Yahudileri Filistin'e götürmek istediklerine göre, iki taraf arasında doğal bir paralellik kurulmuş oluyordu. Bu paralellik bir ittifaka dönüştü ve Nazi Almanyası ile yapılan işbirliği sayesinde Filistin'e yapılan göçte büyük bir artış sağlandı. Naziler'in Yahudileri göç ettirmek için kullandıkları antisemit propagandalar ise tüm dünya Yahudilerine, diasporanın güvenilir olmadığı yönünde bir telkin olarak kullanıldı. II. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru üretilen Soykırım masalı ise hem Yahudiler hem de Yahudi olmayanlar için Kutsal Topraklar'a göçü onaylamayı sağlayacak önemli bir psikolojik baskıydı. Her şey kehanetlerdeki gibi gerçekleşti. Yahudiler, bu işe gönüllü olarak yardım eden milletlerin aracılığıyla Filistin'e taşındılar ve burada bir devlet kurdular. 1967'de ise Kudüs'ün tamamını, dolayısıyla Süleyman Tapınağı'nın mekanını 19 yüzyıllık bir aradan sonra ele geçirdiler.
Filistin cephesinde bunlar olurken, bir yandan da dünyanın en büyük politik ve askeri gücü olmaya doğru giden ABD üzerindeki denetimlerini de gittikçe artırıyorlardı. Sahip olduğu Püriten mirası sayesinde Amerika onların egemenliğine girmeye son derece uygundu. Bu egemenliği tam olarak kurabilmek içinse, Amerika içinde çeşitli örgütler oluşturdular. Masonluğu Eski Dünya'dan Amerika'ya onlar taşıdı. Bunu kendilerine bağlı diğer örgütler izleyecekti. Bu arada ilginç bir manevra daha yaparak, kendi kıtasının dışına adım atmayan Amerika'yı emperyal bir güç haline soktular, onu "yayılmaya" zorladılar. Amerikan emperyalizmini körüklemek ve de kontrol altında tutabilmek için, yüzyılın başlarında CFR'yi oluşturdular. Amerikan dış politikasını Yahudi önde gelenleri için bir "taşeron" haline getirmeyi amaçlayan bu örgütün dışında, yüzyılın ikinci yarısında, Amerika'nın İsrail'e olan desteğini denetlemek için başta AIPAC olmak üzere çeşitli lobi kurumları ürettiler. Etkileri öyle arttı ki, sonunda Amerika, "goyim olmayan" bir hükümet, yani bir Yahudi hükümeti tarafından yönetilmeye başladı. Dünyanın iki "goyim olmayan" hükümeti, yani İsrail ve ABD, 20. yüzyıl içinde bir de Üçüncü Dünya'da büyük bir savaş verdi. Çünkü Üçüncü Dünya halkları, bu ikilinin önderliğinde kurulmuş olan Dünya Düzeni'ne karşı doğal bir muhalefet oluşturuyorlardı. Sosyal Darwinizm temeli üzerine kurulu olan Düzen, dünyayı yönetenler ki bunlar en başta Yahudiler, sonra da onlarla ittifak içinde olanlardı ve yönetilenler olarak ayırıyordu ve Düzen'in tabiatı, yönetenlerin yönetilenler üzerinde baskı kurmasını gerektiriyordu. Nitekim böyle de oldu. ABD-İsrail ikilisi, ki bu ikilide baskın taraf gerçekte İsrail'di, özellikle yüzyılın ikinci yarısında Üçüncü Dünya halklarına karşı büyük bir savaş başlattılar. Üçüncü Dünya ülkelerinde, kendi halklarını işkence ve soykırıma tabi tutan diktatörler başa geçirildi, iç savaşlar körüklendi. Bu, bir anlamda yeryüzünün Mesih'in gelişi için hazırlanmasıydı. Çünkü Mesih geldiğinde, Yahudi inanışına göre, tam bir Sosyal Darwinistik düzen kurulacak ve tepesinde Yahudilerin yer aldığı bir hiyerarşi oluşturulacaktı. Yahudilerin beklediği bu Mesih, aslında Kuran'da anlatılan Firavun ahlakının bir benzeriydi ve "gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı" (Kasas Suresi, 4) ayetinde tarif edilen türde bir bozgunculuğun faili olacaktı. Yahudi önde gelenleri ise Mesih gelmeden önce de egemenlik için elden gelenin yapılması gerektiğini düşündükleri için, bu bozgunculuğu özellikle Üçüncü Dünya'da ısrarla sürdürdüler.
Ancak özellikle son yıllarda ortaya çıktı ki, Düzen'in felsefi dayanaklarına karşı çıkan tek önemli güç İslam'dı. Öteki din ya da ideolojiler Yeni Seküler Düzen'e itaat etmeyi kabul etmişlerdir ve bu Düzen'i eleştirecek bir zihin yapısına sahip değildiler. Bu nedenle, Düzen'in patronları, yani İsrail güdümlü "Anti-İslami Enternasyonel", kendisine bir numaralı hedef olarak İslam'ı ve Müslümanları seçti. Dünyanın farklı bölgelerinde Müslümanlara karşı girişilen saldırıların hep İsrail ile bağlantılı oluşu, bunun açık bir göstergesidir.
Bu durum, Mesih Planı'nın stratejik yönünün, Yahudi önde gelenlerinin kontrolündeki Düzen ile Müslümanlar arasında bir çatışma gerektirdiğini göstermektedir. Samuel Huntington'ın gündeme getirdiği "Medeniyetler Çatışması" tezinin yakın gelecekte Batı ve İslam medeniyeti arasında büyük bir çatışma öngörmesi bunun bir başka ifadesidir. Gerçekte İslam dünyası ile Batı arasında pek çok ortak değerler ve inançlar bulunmasına rağmen, yapay bir şekilde "Medeniyetler Çatışması" kavramı oluşturulmuş ve öne sürülmüştür. Bu noktada ilginç bir gerçekle daha karşılaşıyoruz: Mesih Planı'nın kehanetsel yönü de, Yahudilik ve İslam arasında gerçekte her iki İlahi din de baürış yanlısı olmasına rağmen bir çatışma gerektirmektedir. Mesih'in gelişi için gerekli olan kehanetler birbiri ardına gerçekleştirilmiştir ve bugün yerine getirilmesi gereken son bir kehanet vardır; Süleyman Tapınağı'nın yeniden inşa edilmesi. Siyasi Siyonizmi formüle eden Kabalacı Hirsch Kalischer'e göre ve diğer Kabalacıların da kabul ettiği gibi Yahudilerin Kudüs'ü ele geçirdikten sonra yerine getirmeleri gereken son kehanet budur ve bunun da yapılmasının ardından Mesih'in gelişi an meselesi olacaktır. İşte Mesih Planı'nın Müslümanlar ile Yahudileri karşı karşıya getiren kehanetsel yönü buradadır, çünkü Tapınak'ın inşası için, onun eski yerinde bugün duran iki İslam mabedinin, Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra'nın yıkılması gerekmektedir. Bu ise dünya Müslümanlarının asla kabul etmeyeceği bir harekettir. Konuyla ilgilenen pek çok uzmanın söylediği gibi İsraillilerin Tapınak Tepesi'ndeki (Temple Mount) İslam mabetlerini yıkmaları, büyük olasılıkla bir çatışmanın başlangıcı olacaktır. (Kuşkusuz bizim temennimiz, böyle bir çatışmanın asla yaşanmaması ve hem Yahudiler hem de Müslümanların Kutsal Topraklar'da barış içinde yaşamalarıdır.)
Peki İsrailliler bu son kehanet hakkında ne düşünmektedir? Yahudiler, Tapınak'ı yapmak için İslam'ın üçüncü kutsal mekanını yerle bir etmeyi hedeflemekte midir
Tapınak'ın İnşasına Doğru?...
1984 yılının 27 Nisanında İsrail'de oldukça ilginç bir örgütün varlığı ortaya çıktı. Machteret Yehudit (Yahudi Çetesi) adındaki örgütün üyeleri, Arap yolcularla dolu olan beş yolcu otobüsünü havaya uçurmaya yönelik bir plan yapmış ama son anda olayın ortaya çıkması üzerine tutuklanmışlardı. Ancak daha önce gerçekleştirdikleri önemli eylemler vardı; 1980 yılında Batı Şeria'daki iki Arap belediye başkanının arabasına bomba koyarak öldürmüşler, 1983 yılında ise Hebron kentindeki İslam Koleji'ne silahlı bir saldırı düzenleyerek üç öğrenciyi öldürmüş, otuzüç tanesini de yaralamışlardı.
Ama kısa bir süre sonra, Machteret Yehudit'in tüm bunlardan çok daha büyük bir eylemi gerçekleştirmek üzere olduğu öğrenildi. Örgüt, Doğu Kudüs'ün, Müslümanların Harem-i Şerif, Yahudi ve hıristiyanların ise Tapınak Tepesi (Temple Mount) adını verdikleri mevkinde yer alan iki İslam mabedini Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra havaya uçurmak için çok sofistike bir plan hazırlamıştı. mabetlerin mimarı yapısı üzerinde profesyonel bir inceleme yapılmış, Golan Tepeleri'ndeki bir askeri garnizondan bol miktarda patlayıcı çalınmıştı. Kubbet-üs Sahra'yı etrafa zarar vermeden havaya uçurabilmek için, 28 ayrı patlayıcı Kubbe'nin belirlenmiş yerlerine yerleştirilecekti. Gerekirse Mescid-i Aksa'yı korumakla görevli silahsız Müslüman nöbetçileri vurmak için ucuna susturucu takılmış Uzi'ler ve göz yaşartıcı bombalar edinmişlerdi. Operasyon, yirminin üzerinde Machteret Yehudit militanının katılımıyla gerçekleşecekti. Machteret Yehudit'in iki önemli lideri vardı, Yeshua Ben-Shoshan ve Yehuda Etzion. İsrailli yazar Ehud Sprinzak, The Ascendance of Israel's Radical Right adlı kitabında bu ikilinin kimliklerini incelerken, birer Kabalacı oluşlarına, özellikle de hareketin ruhani lideri sayılabilecek olan Yeshua Ben-Shoshan'ın Kabala üzerindeki derin çalışmalarına dikkat çekiyor. Bu iki Kabalacı'nın bir diğer ortak özellikleri ise İsrail radikal sağının en önemli politik organizasyonu ve "Kabalacıların partisi" olan Gush Emunim'e bağlı oluşlarıydı.
Ancak bu ikili, Ehud Sprinzak'ın yazdığına göre, Gush Emunim'in asıl çizgisinden sapmış olan genç Kabalacılardı. Gush Emunim'in büyükleri, dönemin en büyük Kabalacısı sayılabilecek olan Haham Zvi Yehuda Hacohen Kook'un "itidal" çizgisine bağlı kalmışlar ve Mescid-i Aksa'yı imha girişimlerine karşı hep "daha zamanı değil" diyerek karşı çıkmışlardı. Bu iki genç Kabalacı ise Gush Emunim içindeki dini hiyerarşiyi bozarak, kendileri gibi düşünen radikallerle birlikte kendi başlarına Tapınak'ı yıkmaya karar vermişlerdi. Bu, tarihteki "sahte Mesih" hareketlerine benzeyen bir durumdu; Yahudi tarihinde sık sık boy gösteren "sahte Mesih"lerin çoğu, büyük Kabalacıların yürüttüğü uzun Mesih Planı'nı beklemekten sıkılmış ve kendi başlarına işe soyunmuşlardı. Nitekim Gush liderleri de Machteret Yehudit olayını böyle yorumladılar. Yeshua Ben-Shoshan'ın hocası olan Kabalacı hahambaşı Yoel Ben-Nun, öğrencisini tarihteki sahte Mesihlerin en ünlüsü olan Sabetay Sevi'ye benzetmişti. Zaten Yeshua Ben-Shoshan'ın daha önce de Gush çizgisine göre sivri kaçan bazı açıklamaları olmuştu. Ehud Sprinzak, Yeshua Ben-Shoshan'ın Gush liderlerinin inandıkları ama açıkça söylemeyi sakıncalı buldukları bazı konuları fütursuzca gündeme getirdiğini söylüyor. Bunların başında yakın gelecekte kurulacak olan "ideal İsrail Devleti" projesi vardı: Yeshua Ben-Shoshan, Tapınak'ın yeniden inşasının ardından, İsrail'in, 70 bilge Kabalacıdan oluşan Sanhedrin kurulu tarafından yönetilecek bir Yahudi teokrasisine dönüşeceğinden söz etmişti. Bu, Gush liderlerinin de hesapladıkları şeydi ama bunu açıkça söylemeyi asla uygun bulmamışlardı.
Kısacası, Machteret Yehudit'in üyeleri, herkesin yapmak istediği bir işi, sabırsızlıkları nedeniyle, uygun olmayan bir zamanda yapmaya kalkmışlardı. Bu nedenle, aslında, gerek Gush Emunim gerekse İsrail hükümeti, Machteret Yehudit'e ve eylemine gizli bir sempati ile bakmışlardı. İsrail mahkemesi, kanunlara göre suç oluşturan bu eylemi doğal olarak cezalandırdı ama mahkeme kararından bir gün sonra, Başbakan Yitzhak Şamir, Machteret Yehudit üyeleri için şöyle diyebiliyordu: "Hepsi harika insanlar ama bir hata yaptılar." Gush Emunim'in önde gelen ismi Haham Moşe Levinger de eylemin teorik olarak doğru ama zamanlama yönünden yanlış olduğu yönünde görüş bildirdi.
İsrail yönetimi, Mesih'in gelişinin son alameti olan Tapınak'ı inşa etmek için ilginç bir yöntem uygulayarak Mescid-i Aksa'nın altında oyuyor. Tapınak'ın eski yerinde duran Mescid-i Aksa, böylece en ufak bir sarsıntıda kendiliğinden çökecek hale getiriliyor.
Amerikalı Yahudi gazeteci Robert Friedman, Machteret Yehudit olayının derinleme bir incelemesini yapmıştı. Verdiği ilginç bilgiler vardı: O dönemde İsrail basınındaki yaygın bir iddiaya göre İsrail'in iç güvenlik servisi Shin Bet, Machteret Yehudit'in daha önceki eylemlerini Arap belediye başkanlarının öldürülmesi, İslam Koleji'nin taranması gibi biliyorlardı ve buna rağmen de örgüte hiçbir müdahalede bulunmamışlardı. Friedman'ın yorumuna göre, İsrail otoriteleri aslında örgütün Mescid-i Aksa'yı yıkma planından da haberdar oldukları halde bir süre onlara engel olmamışlar, ancak olayın basına sızması ve sonuçlarının da çok tehlikeli olacağını farketmeleri üzerine Machteret Yehudit'i durdurarak üyelerini tutuklamışlardı. Yitzhak Şamir'in örgütün üyeleri için "harika insanlar" deyişi ya da onları hapse mahkum eden yargıcın kararı açıklarken "bu insanlara yurtseverlikleri nedeniyle saygı ile bakılması gerektiği" şeklindeki garip sözleri, hep bu isteksiz engel oluşun göstergeleriydi. Üst rütbeli İsrail subayı Avi Yitzhak, İsrail yönetiminin Machteret Yehudit'e uzun süre engel olmadığını, çünkü "üst düzey politik ve askeri yöneticilerin, örgütü, demokratik bir devletin yapamayacağı eylemleri yapabilmesi için muhafaza ettiğini" söylemişti. Friedman, "Machteret Yehudit olayı içinde İsrail hükümetinin parmağı vardı ama bunun oranı hiçbir zaman bilinemeyecek" diyor.
1985 yılında, hapisteki Machteret Yehudit üyelerinin serbest bırakılması için etkili bir kampanya başlatıldı. Kampanyanın en ateşli destekçileri Knesset üyesi politikacılardı. Her partiden, hatta "solcu ve laik" ve sözde barış yanlısı İşçi Partisi'nden bile çok sayıda Knesset üyesi bu "harika insanları" hapisten çıkarmak için çalıştılar. Sonuçta birbiri ardına gelen aflarla hepsi serbest bırakıldı. Sonuç olarak, Harem-i Şerif'teki İslam mabetlerini yıkarak, yerine Mesih Planı'nın son kehaneti olan Tapınak'ı inşa etmeye çalışan Machteret Yehudit'in gerçekte Kabalacılar (Gush Emunim) ve İsrail hükümetinin izniyle oluşturulmuş bir örgüt olduğunu, ancak örgütün biraz aceleci davrandığı için durdurulduğunu söyleyebiliriz.
Dolayısıyla, Machteret Yehudit'in İslam mabetlerini yıkma planının engellenmiş olması, İsrail yönetiminin bu mabetlerin varlığından memnun olduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim bugün İsrail yönetimi, daha dolaylı bir yoldan Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra'yı yıkma yolundadır. Bunun için, bu iki kutsal mabedin altının oyulması yoluna gidilmiştir; ufak bir sarsıntı sonucunda "kendiliğinden" yıkılmaları beklenmektedir. Haftalık Aksiyon dergisi, "İsrail Mescid-i Aksa'yı yıkıyor!" başlığıyla verdiği bir haberde bu konuya değinmişti. Aksiyon'un haberi şöyleydi:
... Yahudilerin Mescid-i Aksa'ya giremiyor olması, Mescid-i Aksa'nın güvenlikte olduğu anlamına gelmiyor. Yahudiler, Müslümanlar için mukaddes olan bu mekanın altını kazı çalışmaları adı altında oyarak, bir şekilde çökertmeye ve kendilerince eskiden orada mevcut olan Tapınaklarını yeniden inşa etmeye çalışıyorlar. Bunun için plan ve projeler bile hazırlamışlar. Yahudilerin bu konudaki çalışmalarını, Mescid-i Aksa'nın mihrap yönündeki penceresinden aşağı bakınca rahatlıkla görebiliyorsunuz... bu bölgede çok sayıda buldozer ve hafriyat araçları çalışıyor... bu kazı alanının görüntülerini çekmeye çalışırken, çok sayıda İsrail askerinin, başlarında beyaz gömlekli bir arkeologla beraber Mescid-i Aksa'ya doğru ilerlediklerini gördük... Bir kapıdan Mescid-i Aksa'nın altına giriverdiler. Aksa'nın içinde namaz kılan Müslümanların bizlere söyledikleri 'bunlar bir gün bizi Aksa ile birlikte göçürecekler' sözleriyle neyi kastettiklerini şimdi anlıyorduk... kazı çalışmalarının yapıldığı mahale inip bilgi almak istiyoruz, ancak Müslüman olduğumuzu anlayınca yaklaşmamıza bile izin verilmiyor. Filistinli Müslümanlar da bu mahale giremedikleri için onlar da kazının hangi boyuta ulaştığı ve Mescid-i Aksa'nın altının ne kadarlık kısmının oyulduğunu bilmiyorlar.
İsrail, Mescid-i Aksa'ya karşı doğrudan bir saldırıda bulunduğu takdirde... İslam ülkelerinin topyekün cephe almasından çekiniyor... (bu nedenle) tarihi kazı yapıyor gibi göstererek, kendiliğinden çökecek bir hale gelmesi için uğraşıyor. Böylece ülke olarak kendisini geri çekecek ve üzerine bir sorumluluk almadan hedefine ulaşmış olacak. Tapınak'ın inşa edilmesi için İslam mabetlerinin yıkılması konusunda, Yahudiler yalnız değiller. Tarihsel müttefikleri de bu konuda onlarla aynı düşünceleri paylaşıyor. Amerikalı Evanjelikler, Tapınak'ın inşası konusunda her zamanki gibi "kraldan çok kralcı" tavrını gösteriyor ve bunun için İsrail'e her türlü desteği veriyorlar.
Amerikalı gazeteci Grace Halsell, Prophecy and Politics adlı kitabında Evanjeliklerin Tapınak'ın yeniden inşa konusunda İsrailliler'e verdikleri örgütlü destekten ayrıntılı olarak söz ediyor. Kitabın "Provoking a Holy War" (Kutsal Savaş Kışkırtmak) başlıklı bölümünde, büyük olasılıkla Müslümanlar ve Yahudiler arasında büyük bir savaş başlatacak olan Mescid-i Aksa'yı yıkma ve yerine Tapınak'ı inşa etme çabalarından bahsediliyor. Halsell, Amerika'daki ilginç bir kurumdan bahsediyor: Kudüs Tapınağı Vakfı. Terry Reisenhoover adlı petrol zengini bir Evanjelik tarafından yönetilen vakfın diğer üyelerini de az, sayıda Yahudi dışında Evanjelikler oluşturuyorlar. Vakfın amacı ise Müslüman mabetlerini yıkmaya çalışan radikal İsraillilere yardım etmek. Reisenhoover kendisini "yeni Nehemya" olarak tanımlıyor. Nehemya, ilk yıkılışının ardından Kudüs'ü inşa eden tarihsel Yahudi kahramanı...
Kudüs Tapınağı Vakfı'nın ikinci adamı ise genel sekreter olan Stanley Goldfoot adlı eski bir Stern teröristi. 1940'lı yıllarda Siyonist terör örgütü Stern'in saflarında King David Oteli'nin bombalanması gibi kanlı eylemler gerçekleştiren Goldfoot, Tapınak'ın inşası için büyük çaba harcayan Yahudilerden biri. Ancak ilginç bir durum var: Goldfoot bir ateist. Ancak buna rağmen Eski Ahit'ten ayetler göstererek Kudüs'ün Yahudilere ait olduğunu ve burada Müslüman mabetlerinin bulunmasının kabul edilemez olduğunu söylüyor. (Bu ilginç durumun nedenini 4. ve 8. bölümlerde birlikte çözmüş, dindar olmayan ırkçı Yahudilerin dini kaynaklara büyük bir bağlılık duyduklarını ve Mesih Planı'na büyük destek verdiklerini incelemiştik.) Goldfoot'un yardımcısı Yisrael Meida, şöyle diyor. Bu bir egemenlik sorunu. Tapınak Tepesi'ni kontrol eden, Kudüs'ü de kontrol eder. Ve Kudüs'ü kontrol eden, tüm İsrail diyarını kontrol eder... Burası İsrail'in diyarı, İsmail'in değil.7 Yahudiler Müslümanları mutlaka Tapınak Tepesi'nden (Harem-i Şerif) süreceklerdir. Şimdiki nesil yapamazsa, bir sonraki nesil bunu yapar. Kudüs Tapınağı Vakfı, Tapınak'ı inşa için fiili olarak uğraşan İsraillilere büyük destek veriyor. Vergiden muaf olan vakıf, bu konu için yıllık yaklaşık 100 milyon dolar bağış topluyor. Para, İsrail'e, Tapınak'ın yeniden inşası için yürütülen projelere aktarılıyor. Vakfın finansal yönden desteklediği grupların başında, İsrail'deki Ateret Cohanim adlı yeshiva (tekke) geliyor. Ateret Cohanim, 1970'lerin başında, Kabalacı ekolün en büyüğü sayılan Zvi Yehuda Hacohen Kook'un Merkaz Harav adlı yeshiva'sının bir uzantısı olarak Kudüs'te kuruldu. Gush Emunim'in önemli kalelerinden biri olan Ateret Cohanim'in en önemli özelliği ise Tapınak'ın yeniden inşasıyla birlikte yeniden başlatılacak olan eski Tapınak ritüelleri üzerine yoğunlaşmış olması. Merkaz Harav'daki Kabalacılar, Tapınak'ın inşasının çok yakın olduğunu düşünüyorlar ve bu nedenle de Hz. Süleyman döneminde Tapınak'ta yapıldığına inandıkları ayinleri hayvan kurban edilmesi, çeşitli tütsüler vs yeniden eksiksiz biçimde uygulamak için öğrencilerini Ateret Cohanim'de hazırlıyorlar. Ateret Cohanim'in yöneticilerinden Kabalacı Haham Shlomo Chaim Hacohen Aviner Tapınak'ın önemini şöyle belirtiyor: "Unutmamalıyız ki, sürgünlerin toplanması (diaspora Yahudilerinin İsrail'e getirilmesi) ve devletimizin kuruluşunun tek bir kutsal amacı vardır: Tapınak'ın yeniden inşası. Piramidin tepesinde, Tapınak bulunmaktadır."
İsrailliler, Süleyman Tapınağı'nı inşa etmek için Harem- i Şerif'teki İslam mabetlerini yıkmanın şart olduğunu biliyorlar. İslam mabetlerini yıktıklarında yerine inşa edecekleri Tapınağın planı bile hazırlanmış durumdalar. Üstte tapınağın rekonstrüksiyonu...
Kudüs Tapınağı Vakfı, Amerikalı Evanjeliklerden topladığı bağışları işte bu Kabala merkezine yolluyor. Vakıf, 1984 yılında Mescid-i Aksa'yı havaya uçurmak üzerindeyken tutuklanan Machteret Yehudit'le yakın ilişki içindeydi. Hatta daha sonra mahkemeye çıkartılan Machteret Yehudit üyelerinin avukatlarının bir kısmının paraları da vakfın fonundan ödenmişti. Kısacası, İsraillilerin Mescid-i Aksa'yı yıkmaya yönelik herhangi bir girişiminin, sayıları 50 milyon civarında olan Amerikalı Evanjelikler tarafından güçlü bir biçimde destekleneceğine kuşku yok. Yahudilerin öteki tarihsel müttefiği olan masonluğun bu konuda da Yahudilerin yanında yer alıyor olması, olayın bir başka önemli boyutudur. Tüm ideolojisini, sembollerini ve ritüellerini Süleyman Tapınağı'na dayandırmış olan masonluk açısından, Tapınak'ın yeniden inşası, yeryüzündeki en büyük hedeflerden biridir. Bu konu üzerinde masonik kaynaklarda da zaman zaman durulur ve Tapınak'ın yeniden inşasının örgütün temel amaçlarından biri olduğu vurgulanır. 2. bölümde incelediğimiz gibi gerçekte Tapınak Şövalyeleri'nin devamından başka bir şey olmayan masonluğun daha farklı bir yaklaşım içinde olması düşünülemez zaten. 2. bölümün sonunda Tapınakçılar'ın bir dünya egemenliği hesabı yaptıklarına ve bunun için de 2000 yılını belirlediklerine değinmiştik. Umberto Eco şöyle diyordu: "Tapınakçılar, iki bin yılının, onların Kudüs'ünün başlangıcını belirleyeceğini düşünüyorlar: Bir yeryüzü Kudüs'ü." Eco, ayrıca, konunun uzmanlarından Gauthier Walther'in de, La Chevalerie et les Aspects Secrets de I'Histoire adlı kitabında, "Tapınakçılar'ın erki ele geçirme planının 2000 yılında gerçekleştirilmesinin öngörüldüğünü" söylediğine dikkat çekiyordu.
Kuşkusuz Tapınakçılar'ın sözkonusu "yeryüzü Kudüs'ü" planı, Kabalacılar'ın yürüttüğü Mesih Planı'ndan başka bir şey değildir. Ve eğer Tapınakçılar ve de onların modern versiyonları olan masonlar bu "yeryüzü Kudüs'ü"nün 2000 yılında başlayacağını hesaplıyorlarsa, İsrail'in Mescid-i Aksa'yı yıkmasına da canla-başla destek olacaklardır. Çünkü "yeryüzü Kudüs'ü"nün, yani Kudüs'ten yeryüzüne yayılacak Mesihi Yahudi egemenliğinin anahtarı, Kudüs'teki Tapınağın yeniden inşasıdır.
Evanjeliklerin ve özellikle de masonluğun Tapınak'ın yeniden inşası için Yahudilere vereceği destek ise bu işi başarmak için teknik yönden oldukça yeterlidir. Evanjelik ya da mason çevrelerinin dışında, İslam'la bir "medeniyetler çatışması" içine girecek olan Batı dünyası, genel olarak, bu olaya sıcak bakacaktır. Sonuçta, görünen odur ki, İsrailliler iyi bir zamanlama ve "biz istemeden oldu" gibi bir açıklama ile Mescid-i Aksa'yı ortadan kaldıracaklar ve yerine kısa sürede eski Tapınak'ın bir kopyasını inşa edeceklerdir. Kudüs'teki Kabala tekkesi Ateret Cohanim'de Hz. Süleyman zamanında Tapınak'ta yapıldığı öne sürülen tören ve ritüellerin provalarının yapılıyor oluşu boşuna değildir. İsrail'in gerek Ortadoğu'da gerekse dünya ölçeğinde İslami güçleri zayıflatmak, mümkünse yok etmek için giriştiği savaşın arkasındaki mantıklardan birisi de Tapınak'ın yeniden inşası olabilir. Kuşkusuz Yahudi Devleti Mescid-i Aksa'yı yıktığında Müslümanlarla karşı karşıya geleceğini bilmektedir ve şu an yürüttüğü anti-İslami programın bir amacı da, kaçınılmaz olarak savaşacağı bu gücü önceden mümkün olduğunca zayıflatmak olarak yorumlanabilir.
Uzun yıllar Kudüs'te çalışan Amerikalı arkeolog Gordon Franz, bu konudaki gözlemlerine dayanak şöyle diyor: Emin olduğum bir şey varsa, Tapınak'ı yeniden inşa etmeyi hedefleyen Yahudilerin o iki camiyi mutlaka yıkmak istiyor oluşlarıdır. Bu yıkımın nasıl olacağı konusunda kesin bir fikrim yok ama olacaktır. Yıkacaklar ve burada onun yerine bir Tapınak inşa edecekler. Ne zaman, nasıl yapılacak bilmiyorum ama yapılacak. Houston İkinci Baptist Kilisesi'nden rahip James E. DeLoach ise tüm Yahudilerin camileri yıkıp Tapınak'ı inşa etmek istediklerini, ancak bunu Machteret Yehudit gibi radikal yöntemlerle değil, Aksiyon'un haberinde yer alan şekilde yapacaklarını söylüyor: "Şu bir gerçek; tanıdığım bütün Yahudiler o camilerin yıkıldığını görmek istiyorlar. Ama bana söylediklerine göre, bu yıkım, Tanrı'dan gelecek bir hareketle, örneğin bir depremle ya da ona benzer bir şekilde gerçekleşecek." İsrail'in bir şekilde Harem-i Şerif'teki İslam mabetlerini yıktığını ve Tapınak'ı inşa ettiğini varsayalım. Bu durumda Mesih için gerekli tüm kehanetler yerine getirilmiş ve 500 yıllık Plan sona ermiş olacaktır. Peki, Mesih gelecek midir?
Mesih ve Hz. Süleyman
Tüm bu kitap boyunca Kabalacılar'ın nasıl bir zihin yapısına olduklarını, nasıl bir egemenlik öngördüklerini ve ne tür yöntemler kullandıklarını inceledik. Mesih Planı'nı tasarlayan ve nesilden nesile uygulamaya devam eden bu "Siyon Bilgeleri", Yahudi egemenliğinin ancak Mesih'in gelmesiyle gerçekleşeceğini düşünüyorlar ve bunun için de kutsal kaynaklarda yer alan kehanetlerin birer birer gerçekleşmesi gerektiğine inanıyorlardı. Ancak bu kehanetlerin oluşması için oturup beklemediler; Kabala'dan çıkardıkları "tekniğe" göre, bu kehanetleri kendi elleriyle, ya da kendilerine itaatkar olan ırk bilinci yüksek Yahudileri ve kendi otoritelerine boyun eğen Tapınakçı/masonları kullanarak gerçekleştirebilirlerdi. Bu Kabala tekniği ile, Yahudilerin dünyanın dört bir yanına dağıtılması ve sonra da Filistin'e götürülmesi, Yeni Seküler Düzen'in (Novus Ordo Seclorum) kurulması gibi büyük işlerin başarıldığını önceki bölümlerde birlikte keşfettik. Bu nedenle, 500 yıllık Mesih Planı'nın nihai hedefi olan Mesih'in yeryüzüne inişi konusu da Kabalacılar için bir sorun olmayacaktır. Kolaylıkla, kendi kendilerine bir Mesih üretir, aralarından birini, en kıdemlisini, Mesih ilan edip Yahudi toplumunun önüne sürebilirler.
Nitekim tarihteki sahte Mesih hareketleri bunu doğrulamaktadır. Yahudi tarihinin farklı dönemlerinde ortaya sahte Mesih'ler çıkmıştı. Ancak bunların en önemlileri, Ortaçağ'ın sonlarında patlak veren üç büyük hareket, yani Jacob Frank, Solomon Molcho ve Sabetay Sevi adlı üç Mesih taslağının önderliğindeki Mesih hareketleriydi. Bu üçlünün ortak özelliği ise birer Kabalacı oluşlarıydı. Ancak hepsi de büyük Kabalacıların çizgisinden sapmış ve Mesih Planı'nın uzun gelişimini beklemekten sıkılarak kendi kendilerini Mesih ilan ederek Plan'ı hızlandırmayı denemişlerdi. Kuşkusuz başarısız oldular; sabırsızlık Mesih Planı'yla hiç uyuşmayan bir özellikti çünkü. "Giriş" bölümünde de, Mesih'in gelişini "hızlandırmak" için bilinmeyen bazı Kabala ritüellerini uygulamaya çalışan üç Kabalacının bu disiplinsiz tavırlarını hayatlarıyla ödediklerine değinmiştik. Ama tüm kehanetler yerine getirildikten sonra ortaya bir Mesih çıkarmak Kabalacılar için sorun değildir ve olmayacaktır. Önemli olan, bu Mesih'in misyonunun ne olacağı, 500 yıldır gelişi için çalışılan bu liderin ne tür bir yol izleyeceğidir.
Bu konuyu incelerken karşımıza çıkan ilk önemli bilgi, Mesih'le Hz. Süleyman arasındaki Yahudilerce kurulan benzerliktir. Yahudi literatüründe konu ile ilgili olarak verilen bilgilerin başında, Mesih'in Hz. Süleyman'a olan büyük paralelliği dikkat çeker. Yahudiler, Hz. Süleyman'ın elde ettiği büyük askeri ve siyasi gücün, Mesih'le birlikte yeniden gerçekleşeceğini, Hz. Süleyman zamanındaki İbraniler gibi kendilerinin de tüm Kutsal Topraklar'a hakim olup, daha da ötesinde, dünyayı yöneteceklerini düşünürler. Mesih'in Hz. Süleyman'ın soyundan geleceği yönündeki inanç, bu iki insan arasında kurulan paralelliğin bir sonucudur. Mesih zamanında Hz. Süleyman'ın yıkılmış Tapınağının yeniden inşa edileceği ve Mesih'in bu Tapınaktan tüm Kutsal diyarı yöneteceği yönündeki beklentiler de, Yahudilerin zihninde kurulmuş olan Mesih ve Hz. Süleyman arasındaki paralelliğin birer sonucudur.
Ancak bu noktada çok önemli bir gerçekle karşı karşıyayız. Yahudiler, bekledikleri Mesih'i Hz. Süleyman'ın bir benzeri olarak düşünmektedirler, ancak onların zihnindeki Hz. Süleyman gerçek Hz. Süleyman değildir. Kuran'da "Ve onlar (Yahudiler), Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkâr etmedi; ancak şeytanlar inkâr etti..." (Bakara Suresi, 102) ayetiyle, Yahudilerin Hz. Süleyman hakkında "şeytanlar" tarafından üretilen yalan ve iftiralara inandıkları haber verilmektedir. "Giriş" bölümünde de değindiğimiz gibi Yahudiler sözkonusu çarpıtma sonucu, bir peygamber ve Allah'ın örnek bir kulu olan Hz. Süleyman'ı çok farklı biçimde algılamaktadırlar. Onlar Hz. Süleyman'ı bir peygamber olarak kabul etmezler. Hz. Süleyman'ı Yahudi ırkını başarılara taşımış bir "kral" olarak görmektedirler. Ve bu sapkın bakış açısının en önemli unsurlarındanbirisi de, Hz. Süleyman'ın elde ettiği gücün ki bu güç, Kuran'da bildirildiği gibi rüzgarları kontrol etme, madde nakli gibi yetenekleri içermektedir, büyü ile elde edildiğine inanılmasıdır. (Hz. Süleyman'ı tenzih ederiz.)
Oysa gerçek çok farklıdır. Hz. Süleyman, kendisine atılan iftiranın aksine, elde ettiği güçleri ve siyasi iktidarı "büyü" ile elde etmiş değildir. Bunlar kendisine Allah'ın verdiği birer lütuftur. Allah, Kuran'da belirtildiği üzere, Hz. Süleyman'ın emrine cinleri vermiş ve o da bunları bir takım mucizevi işler gerçekleştirmek için kullanmıştır. Kuran'ın farklı surelerinde, Hz. Davud'a ve oğlu Hz. Süleyman'a verilen sözkonusu olağanüstü güçler ve bunun karşılığında onun Allah'a şükredişi anlatılır. Neml Suresi'nde şu şekilde bildirilmektedir: Andolsun, Davud'a ve Süleyman'a bir ilim verdik: "Bizi inanmış kullarından birçoğuna göre üstün kılan Allah'a hamdolsun." dediler. Süleyman, Davud'a mirasçı oldu ve dedi ki: "Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize her şeyden (bol bir nimet) verildi. Gerçekten bu, apaçık bir üstünlüktür." Süleyman'a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar bölükler halinde dağıtıldı. (Neml Suresi, 15-17) Sebe Suresi'nde geçen konuyla ilgili ayet ise şöyledir:
Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun eğdirdik); erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Onun eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından taddırırdık. Ona dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. "Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın." Kullarımdan şükredenler azdır. (Sebe Suresi, 12-13)
Enbiya ve Sad Sureleri'nde ise Hz. Süleyman'ın emrine verilen şeytanlar (şeytani cinler) hakkında şöyle buyrulmuştur: Süleyman için de, fırtına biçiminde esen rüzgara (boyun eğdirdik) ki, kendi emriyle, içinde bereketler kıldığımız yere akıp giderdi. Biz her şeyi bilenleriz. Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de gören şeytanlardan kimseleri de (emrine verdik). Biz onların koruyucuları idik. (Enbiya Suresi, 81-82)
(Süleyman dedi ki) "Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız armağan edensin." Böylece rüzgarı onun buyruğu altına verdik. Onun emriyle dilediği yöne yumuşakça eserdi. Şeytanları da; her bina ustasını ve dalgıç olanı. Ve (kötülük yapmamaları için) sağlam kementlerle birbirine bağlanmış diğerlerini. "İşte bu, bizim vergimizdir. (Ey Süleyman) Artık sen de hesaba vurmaksızın ver ya da tut." Şüphesiz, onun Bizim katımızda gerçekten bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır. (Sad Suresi, 35-40)
Kabalacılar, tümüyle İlahi olan bu olayları, sözde "büyü" ile açıklamakta ve tüm bunlara şeytani bir yorum getirmektedirler. Giriş'te de vurguladığımız gibi Bakara Suresi'nin102. ayetini tefsir eden İslam alimleri bu konuya dikkat çekmişlerdir. Elmalılı Hamdi Yazır, Hz. Süleyman hakkında yapılan bu iftirayı anlatıyor ve "şeytan"ların "... ey insanlar, bilmiş olunuz ki, Davud oğul Süleyman, bir sihirbazdı. Cinleri ve şeytanları, rüzgarları hep sihriyle emri altına alırdı. O neye ulaştı ise sihir ilmiyle ulaştı" dediğini bildiriyor. Ayrıca bu iftiranın Yahudilerce kabul görmesinin ardından, Yahudilerin de aynı gücü elde etmek için büyüyle yoğun biçimde ilgilenmeye başladıklarını yazıyor. Bir başka tefsirde, Safvetü't-Tefasir'de bildirildiğine göre, Peygamberimiz (s.a.v.)'ın Yahudilere Hz. Süleyman'ın da bir peygamber olduğunu söylediğinde, Yahudiler şaşırarak "O, sadece bir sihirbazdı" demişlerdir. Bu durumda Yahudilerin kafasındaki Mesih kavramı, aslında Hz. Süleyman'ın tam tersi özelliklere sahip bir insandır; Hz. Süleyman gibi Allah'a teslim olmuş bir kul ve peygamber değil, seküler bir iktidar kurmuş bir "büyücü"... Bu ise bir "Mesih" değil, gerçekte bir "deccal"dir. (Deccal: Büyük yalancı, büyük saptırıcı, insanları sapıklığa, çürümeye, inkara sürükleyen yalancı lider).
Yahudilerin bekledikleri Mesih'in gerçekte bir deccal, İslam kaynaklarında söylendiği gibi bir Mesih-i Deccal olduğunu az sonra inceleyeceğiz. Ama öncelikle bu konuda bize ışık tutan bir örneğe bakmakta yarar var. Az önce tarihteki sahte Mesih hareketlerine değinmiştik. Bu hareketlerin, disiplinsiz de olsalar, Kabalacılar tarafından yönetilmiş olması bizim için son derece önemlidir. Çünkü bu "sahte Mesih" Kabalacılar kuşkusuz Mesih'le ilgili kehanetleri çok iyi biliyorlardı. Kendilerini Mesih ilan ettiklerinde de, asıl Mesih'in yapacağı şeyleri yapmaya çalıştılar. Bu nedenle, bu sahte Mesihlerin eylemlerini inceleyerek, günümüzdeki Yahudilerin bekledikleri hatta "ayak seslerini" duydukları asıl Mesih'in neler yapacağını önceden kestirebiliriz. Sahte Mesihler içinde en önemli olanı, Yahudilerin de kabul ettiği gibi Sabetay Sevi'dir. 17. yüzyılın ortasında Osmanlı İmparatorluğu içinde Yahudi tarihinin en önemli sahte Mesih hareketini başlatan ve başarısızlığının ardından da farklı bir taktik izleyerek müritleriyle birlikte görünüşte Müslüman olan Sevi'ye bir göz attığımızda, Yahudilerin bekledikleri Mesih'in gerçekte bir deccal olduğunun işaretlerini görebiliyoruz. Çünkü Sevi de kendi çapında küçük bir deccaldir.
Sabetay Sevi ve "Günahın Kutsallığı" Teorisi
Türkiyeli Yahudilerin kendi cemaatlerine yönelik olarak yayınladıkları haftalık Şalom gazetesi, "Sabetay Sevi" başlıklı uzun bir araştırma dizisi yayınlamıştı. Yomtov Bensason ve Erol Levi Coşkun'un hazırladığı araştırmada Sevi'nin Mesihlik macerası, bunun Kabala'yla olan ilgisi ve Sevi taraftarlarının "mumsöndü" ayinleri anlatılıyordu. Sefarad kökenli olan Sevi'nin kendisinin Mesih oluşuna ikna oluşu şöyleydi.
19 yaşında haham payesini alan Sabetay 40 yaş kısıtlamasına rağmen Kabala'yı öğrenmeye başlar. Bu öğrenimi, davranışlarında büyük değişiklikler yaratır. Uzun süren oruçlar tutar, sık sık, kışın bile denize girer. Ailesi kendisini iki kez evlendirir. Zohar'ın (Kabala'nın temel kitabı) etkisi ile temiz kalmak istediğinden her iki eşine de elini sürmez ve boşanır. Yirmi yaşlarında sara nöbetleri geçirmeye başlar... Söylediği dualar ve şarkılar hayranlık uyandırır. Şarkılarının bir kısmı erotiktir.
Gerek doğum tarihinin, gerek isminin, Kabala'nın İbrani harflerine verdiği değerlerle hesaplandığında çok ilginç neticeler vermesi; hastalığı, Polonya'daki Chmielnicki katliamı ve Zohar'da Maşiah'ın (Mesih) 1648 yılında geleceği inancı, Sabetay'ı 22 yaşında harekete geçirir: Yandaşlarına Maşiah olduğunu açıklar... Talmud'a göre söylenmesi yasak olan, Y (yud) harfi ile başlayan tetragramı, yani Tanrı'nın adını söyler. (Bu adı sadece yıkılan ikinci mabedin
Kendini Mesih ilan eden Sabetay Sevi, tüm günahları "kutsal" saymış, böylece ünlü "mumsöndü" ayinleri doğmuştu |
Sevi'nin müritleri de "kötülük krallığını yıkmak için" onun içine girdiler ve Yahudilik'ten dönerek topluca İslam'ı kabul ettiklerini açıkladılar, o tarihten sonra da "dönme" olarak tanımlandılar. Yahudi tarihçi Eli Barnavi, dönme tarikatının 1924'de kadar Yunanistan'da (özellikle Selanik'te) varlığını koruduğunu, sonra da Türkiye'ye taşındığını yazıyor. Dönmeler varlıklarını korurken bir yandan da "kötülük krallığı" dedikleri Osmanlı'ya ve İslam'a örtülü saldırılar düzenliyorlardı. Halife Abdülhamit'e karşı faaliyet gösteren muhalefette büyük rol oynadılar ve Şalom'da yer alan ifadeye göre, "... keskin bir ate, laik, din aleyhtarı, materyalist zihniyetin ortaya çıkmasına neden oldular. Bilhassa 19. yüzyıldan itibaren, Avrupa'da ve Türkiye'deki kontestater, din karşıtı, nihilist ve ihtilalci hareketlerde gayet faal rol oynadılar." Sevi hikayesinin bizi burada asıl olarak ilgilendiren yönü ise Sevi'nin öne sürdüğü "günahın kutsallığı" teorisidir. Sevi, kendisini Mesih sandıktan sonra Yahudi dininin günah saydığı eylemleri birbiri ardına işlemeye başlamıştı. Söylenmesi yasak olan Tanrı'nın ismini (YHWH) ısrarla söyledi, Şabat gününe uymadı, yenmesi dinen yasak olan yağları ki bu yağlardan Kuran'da da söz edilir (En'am Suresi, 146) yedi. Sevi günah olan şeyleri birer birer serbest bırakıyordu. Encyclopaedia Judaica, Sevi'nin bu davranışlarının, kendisinin "tüm günahları serbest bırakma"ya yönelik bir misyonu olduğu inancından kaynaklandığını yazıyor. Kudüs İbrani Üniversitesi'nden Gershom G. Scholem ise Major Trends in Jewish Mysticism adlı kitabında Sevi'nin bu davranışlarının "günahın kutsallığı" doktrinine dayandığını belirtiyor. Evet, Sevi, tüm gühahların serbest olduğunu ilan etmeye başlamıştı. Bunların arasında, Türk toplumunda "mumsöndü" olarak da bilinen eş değiştirme ayini de vardı. Şalom, Sevi taraftarlarının kutladıkları "Kuzu Bayramı"nı, öteki adıyla "Dört Kalp Bayramı" şöyle anlatıyor:
... Bu bayram, Dönmelere karşı olanların belki de haklı olarak bir koz olarak kullandıkları bayramdır... Bu bayrama o gece katılanların mutlaka evli olmaları gerekir, bekar olanlar kız veya erkek hiçbir şekilde kabul edilmez, hatta bu bayram hakkında bilgi dahi verilmez. O geceye en az iki evli çift katılır, daha fazlası olabilir. Kadınlar en şık elbiselerini giyer ve en kıymetli takıları ile ziyafet masasında servis yaparlar. Bir müddet hep beraber eğlenildikten sonra halk dilinde mumsöndü olayına geçilerek bütün ışıklar söndürülür. Kadın veya erkeğin o gece dilediği ile yattığı ve o ge-ce bu birleşmeden doğan çocuğun, ilerde Maşiah (Mesih) olacağı söylenir. Kısacası sahte Mesih Sabetay Sevi, büyük bir günah olan zinayı, hem de zinanın en çirkin şekli olan eş değiştirmeyi serbest bırakmış, hatta bunu müritlerine tavsiye etmişti. Başta dediğimiz gibi bu durum, Sevi'nin gerçek bir Mesih, yani bir kurtarıcı değil, bir deccal, yani aldatıcı ve saptırıcı olduğunu göstermektedir. Yahudilerin yüzyıllardır bekledikleri Mesih'i taklit etmeye çalışan Sevi'nin bu karakteri, kuşkusuz bizlere asıl Mesih için önemli bir ipucu vermektedir. Eğer Sevi günahın kutsallığını yayarak kendi çapında bir deccallik yaptıysa, İsrailli Kabalacılar'ın bugün gelişini gözledikleri asıl Mesih de daha büyük çapta bir deccallik yapacak, günahın kutsallığını daha etkili biçimde yayacaktır. Olayın bir başka ilginç yönü, küçük deccal Sevi'nin İslam'ı "kötülükler krallığı" olarak tanımlaması ve onu "yıkmak" için mücadele etmiş olmasıdır. Asıl deccal olan asıl Mesih (Mesih-i Deccal) de daha geniş bir boyutta İslam'la çatışacaktır. Yahudi kaynaklarından Mesih ile ilgili olarak elde ettiğimiz bu ipuçlarının ardından, şimdi İslam kaynaklarına bakmak gerekmektedir. Çünkü Yahudilerin asırlardır bekledikleri, gelsin diye 500 yıllık bir Plan yaptıkları ve adına da "Mesih" dedikleri deccal, İslam kaynaklarında ayrıntılı bir biçimde anlatılmaktadır.