AHMET ÜNAL
aileyapisi
AİLE YAPISI
İslam’da aile, ümmeti meydana getiren yapının en temel birimidir. Bir bina için temel ne kadar önemli ise, ümmet için de aile o kadar önemlidir. Fertler aileleri aileler de ümmeti oluşturduğuna göre; bu yapıda fertlerin önemi de asla göz ardı edilemez. Bu nedenle aileyi meydana getirecek olan bireylerden işe başlamak ve konuya bu noktadan bakmak daha yerinde olacaktır. “Otu kopartıp köküne bakarlar” sözü, çocuklarımıza eş seçme konusunda kullanılan bir kıstas olarak bilinir. Bunun yanında “Helal süt emmiş, insan evladı” gibi özellikler de aranır. İyi bir aile yuvası kurmak için, “Müslim, mütedeyyin, helal lokma ile yetişmiş, ehli namus bir aileye mensup olanları tercih etmekle işe doğru başlamak olacaktır.
Ferdi yetiştiren ilk mektep aile ortamıdır. Bu işin uzmanlarınca 0–3 yaş, çocuğun öğreneceği şeyleri en yoğun olarak öğrendiği zaman dilimi olarak ifade edilmektedir. Bu nedenle bu devrede çocuklarımıza vereceğimiz bilgilere çok dikkat etmemiz gerekmektedir. Biz buna “okul öncesi eğitim” diyelim. Burada öğretici unsur anne baba ve bunların da yanında varsa büyük anne – baba ve kardeşler ile birlikte oluşan aile ortamı olacaktır. Ailenin mutfağında ne pişerse evde onun kokusu hissedildiği gibi, aile ortamında yaşanan ne varsa, o çocukların tertemiz hafızasına kaydedilecektir. Çocuklar ninelerinin şefkatli kollarında huzur bulurken; dedelerinin hayat tecrübelerini, “olgun bir arkadaşın ağzından” dinleyerek büyürler. Bu tip aile yapıları, ferdin doya–doya mensubiyet duygusunu içselleştirdiği ve sosyalleşme sürecine katıldığı bir ortamdır.
Genç kuşak, birinci ve ikinci neslin hayat tecrübelerinden istifade eder; burada sosyal, dinî, kültürel ve iktisadî alanda bir dayanışma ve değerlerin aktarımı vardır. Bireyin ruhsal gelişimi bu tip aile yapılarında daha sağlıklı ve dengeli bir seyir izlediği görülür. Çocukların bu halini daima göz önünde bulundurarak; sevginin, saygının, huzur ve mutluluğun hâkim olacağı bir ortamı hazırlamalıyız. Şiddetin, geçimsizliğin, yalanın, hilenin, hak ve hukuk tanımazlığın, aldatmanın, kavga ve gürültünün ortamından uzak tutmalıyız.
Anne ve baba şefkatini, kardeşlerin birbirlerini sevip saymalarını, yaşanan ortamda var olan nimetleri paylaşmayı, feragat ve fedakârlıkların sonuçlarının güzelliğini göstermeliyiz. Dinî ve dünyevi temel bilgileri öğretmeliyiz. Hayat hakkında doğru bilgiler vererek ayakları yere basan, ne yaptığını bilen insanlar olarak toplumsal hayata katılmalarını sağlamalıyız. Böylesine fikren ve ruhen salıklı nesillerin kuracağı insani ilişkiler de daha istikrarlı olacak, kendi içlerinde huzurlu, toplumsal ilişkilerde güvenli ve istikrarlı bir toplum doğacaktır. Geleneğimizde mevcut olan bu yapının önemini, birinci dünya savaşı yıllarında bizatihi olayın kahramanlarından canlı olarak dinlediğimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Irak cephesinde savaşan Osmanlı ordusu komutanlarından Halil Paşa {Halil Kut}, emrinde bulunan askerleri korumak düşüncesiyle onlar çok biz ise az bir kuvvetiz; sizi burada telef etmek istemiyorum diyerek İngilizlere teslim eder. On bin kişilik birliğin, teslim bayrağını çekmelerine rağmen İngilizler ancak üç gün sonra teslim alıp esir kampına koyarlar. Gün gelir savaş biter esirler mübadele için gemilere bindirilip İstanbul’a getirilmek üzere yola çıkartılırlar. Ancak askerler nereye gittiklerini bilmemektedirler. Esirler arasında bulunan Kayserili Hamdi Çavuş’un İngiliz komutanla aralarında şu konuşma geçer: “Bizi nereye götürüyorsunuz der Hamdi çavuş. İngiliz komutan, kimseye söylemezsen sana söyleyeyim der.
Rotamız İstanbul sizi mübadele için götürüyoruz der. H. Çavuş, peki biz gidiyoruz da siz niçin geliyorsunuz deyince; biz de sizi doğuran analarınızı görmeye geliyoruz der. Bizim analarımızı sen değil evdeki amcamız dahi göremezken, sen nasıl göreceksin? Boşa gidiyorsunuz. Fakat niçin görmek istiyorsunuz analarımızı? Bu işle ne ilgisi var deyince. Komutan, ağzındaki baklayı çıkartır. “Bu savaşa başlarken bizim de sizinde iki yüz bin askerimiz vardı. Bizim o iki yüz bin asker sizlerin eliyle yok oldu. Bir iki yüz bin daha ilave ettik; onunda yüz bini yine sizlerin eliyle yok oldu. Siz de ise hiçbir ikmal ve takviye yapılmadığını biliyoruz. Askeri üstünlük, silah ve mühimmat olarak sizinle kıyas kabul etmeyecek kadar üstünlük bizde olmasına rağmen, nasıl oluyor da sizin bu iki yüz bin kişiniz bizim üç yüz bin kişimizi öldürüyor!!!? Ve halen karşımızda dimdik duruyorsunuz.
Makineli tüfeklerimiz ateş kusuyor. Buna rağmen, bir tek asker geriye dönmeden üzerimize gelmeye devam ediyor. Bu işin sırrını çözemedik. Bir tek şüphemiz sizi yetiştiren o ailelerinizde kaldı. Onun için bir de onları göreceğiz” der. İstanbul’a gelirler birkaç gün sonra o İngiliz komutan Hamdi Çavuşla vedalaşmak için yanına gelir. H. çavuş merakla sorar: Ne yaptınız, görebildiniz mi anaları? Komutan, kendinden emin bir eda ile:“Göremedik ama teşhisimiz doğrudur” der. O analar nasıl bir terbiye vermiş ki, aç, açık, silahında mermisi yok süngüsüyle savaşıyor, Ayağında çarığının üstü varsa altı yok. Yalınayak savaşıyor. Yiyecek ekmeği yok, ot köküyle, ağaç yapraklarıyla, börtü böcek yiyerek hayatta kalmaya çalışıyor. Asla korku yok, ümitsizlik yok, moral bozukluğu yok, isyan yok, kaçıp canını kurtarma düşüncesi yok, yok, yok, yok…
Yokluklar içinde bu başarının sırrı, dinine, vatanına ve tüm mukaddesatına yürekten inanmış bu kahramanları, o anneler: “Haydi oğlum emanetin Allaha!.. Sizleri bu günler için doğurduk, haydi git. Ya gazi olup şerefinle dönersin baba ocağına başın dik, yüzün ak olarak; ya şehit olup şerefinle Allah’ın huzuruna varırsın. Düşmana asla arkanı dönme. Bütün gücünle saldırmazsan sana emzirdiğim sütümü helal etmem” diyerek yollamıştı askere!.. İşte o Mehmetleri bu anneler yetiştirip yollamıştı askere. “Çanakkale geçilmez” dedirten, düşmanın ateşine göğsünü siper eden, asla geri dönmeyi düşünmeden, sağanak halinde yağan kurşunlara inat, bir öndeki siperleri tutmaya çalışan, üç saniye sonra öleceğini bildiği halde, gözünü kırpmadan ölüme atılan Anadolu’nun mütezaflarının evlatları, Mehmetçiklerdi. Gelibolu Yarımadasında son neferine kadar şehit olan Osmanlı alayının alay sancağı Avustralya Melbourne müzesine götürülmüş ve altına şu not yazılmıştır: “Bu Alay sancağı Gelibolu savaş alanından getirilmiştir. Ama esir edilmemiştir.
Türk ordusunun geleneklerine göre bir alayın sancağı, alayın son eri ölmeden teslim edilemez. Bu sancak, sonuncu muhafızın da altında ölü olarak yattığı bir ağacın dalında asılı olarak bulunmuştur. Kahramanlık timsali olarak karşınızda duran bu Türk alay sancağını selamlamadan geçmeyin!” İşte bu tespiti yapan İngiliz cephede bozamadığı düşmanı aile yuvasında bozmak için saldıracağı cepheyi keşfederek bütün gayretiyle, aile düzenimizi ve o aile anlayışımızı doğuran inanç dünyamızı yok etmek için elinden geleni ardına koymadan çalıştı. General Lort Gürzon, avam kamarasında yapmış olduğu bir konuşmada Kuran’ı Kerimi göstererek, “bu kitabı Türklerin hayatından çıkarmalıyız. Bu kitap onların hayatlarında olduğu sürece onları mağlup etmemiz mümkün değildir” demişti. [ Devamı ]
İslam’da aile, ümmeti meydana getiren yapının en temel birimidir. Bir bina için temel ne kadar önemli ise, ümmet için de aile o kadar önemlidir. Fertler aileleri aileler de ümmeti oluşturduğuna göre; bu yapıda fertlerin önemi de asla göz ardı edilemez. Bu nedenle aileyi meydana getirecek olan bireylerden işe başlamak ve konuya bu noktadan bakmak daha yerinde olacaktır. “Otu kopartıp köküne bakarlar” sözü, çocuklarımıza eş seçme konusunda kullanılan bir kıstas olarak bilinir. Bunun yanında “Helal süt emmiş, insan evladı” gibi özellikler de aranır. İyi bir aile yuvası kurmak için, “Müslim, mütedeyyin, helal lokma ile yetişmiş, ehli namus bir aileye mensup olanları tercih etmekle işe doğru başlamak olacaktır.
Ferdi yetiştiren ilk mektep aile ortamıdır. Bu işin uzmanlarınca 0–3 yaş, çocuğun öğreneceği şeyleri en yoğun olarak öğrendiği zaman dilimi olarak ifade edilmektedir. Bu nedenle bu devrede çocuklarımıza vereceğimiz bilgilere çok dikkat etmemiz gerekmektedir. Biz buna “okul öncesi eğitim” diyelim. Burada öğretici unsur anne baba ve bunların da yanında varsa büyük anne – baba ve kardeşler ile birlikte oluşan aile ortamı olacaktır. Ailenin mutfağında ne pişerse evde onun kokusu hissedildiği gibi, aile ortamında yaşanan ne varsa, o çocukların tertemiz hafızasına kaydedilecektir. Çocuklar ninelerinin şefkatli kollarında huzur bulurken; dedelerinin hayat tecrübelerini, “olgun bir arkadaşın ağzından” dinleyerek büyürler. Bu tip aile yapıları, ferdin doya–doya mensubiyet duygusunu içselleştirdiği ve sosyalleşme sürecine katıldığı bir ortamdır.
Genç kuşak, birinci ve ikinci neslin hayat tecrübelerinden istifade eder; burada sosyal, dinî, kültürel ve iktisadî alanda bir dayanışma ve değerlerin aktarımı vardır. Bireyin ruhsal gelişimi bu tip aile yapılarında daha sağlıklı ve dengeli bir seyir izlediği görülür. Çocukların bu halini daima göz önünde bulundurarak; sevginin, saygının, huzur ve mutluluğun hâkim olacağı bir ortamı hazırlamalıyız. Şiddetin, geçimsizliğin, yalanın, hilenin, hak ve hukuk tanımazlığın, aldatmanın, kavga ve gürültünün ortamından uzak tutmalıyız.
Anne ve baba şefkatini, kardeşlerin birbirlerini sevip saymalarını, yaşanan ortamda var olan nimetleri paylaşmayı, feragat ve fedakârlıkların sonuçlarının güzelliğini göstermeliyiz. Dinî ve dünyevi temel bilgileri öğretmeliyiz. Hayat hakkında doğru bilgiler vererek ayakları yere basan, ne yaptığını bilen insanlar olarak toplumsal hayata katılmalarını sağlamalıyız. Böylesine fikren ve ruhen salıklı nesillerin kuracağı insani ilişkiler de daha istikrarlı olacak, kendi içlerinde huzurlu, toplumsal ilişkilerde güvenli ve istikrarlı bir toplum doğacaktır. Geleneğimizde mevcut olan bu yapının önemini, birinci dünya savaşı yıllarında bizatihi olayın kahramanlarından canlı olarak dinlediğimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Irak cephesinde savaşan Osmanlı ordusu komutanlarından Halil Paşa {Halil Kut}, emrinde bulunan askerleri korumak düşüncesiyle onlar çok biz ise az bir kuvvetiz; sizi burada telef etmek istemiyorum diyerek İngilizlere teslim eder. On bin kişilik birliğin, teslim bayrağını çekmelerine rağmen İngilizler ancak üç gün sonra teslim alıp esir kampına koyarlar. Gün gelir savaş biter esirler mübadele için gemilere bindirilip İstanbul’a getirilmek üzere yola çıkartılırlar. Ancak askerler nereye gittiklerini bilmemektedirler. Esirler arasında bulunan Kayserili Hamdi Çavuş’un İngiliz komutanla aralarında şu konuşma geçer: “Bizi nereye götürüyorsunuz der Hamdi çavuş. İngiliz komutan, kimseye söylemezsen sana söyleyeyim der.
Rotamız İstanbul sizi mübadele için götürüyoruz der. H. Çavuş, peki biz gidiyoruz da siz niçin geliyorsunuz deyince; biz de sizi doğuran analarınızı görmeye geliyoruz der. Bizim analarımızı sen değil evdeki amcamız dahi göremezken, sen nasıl göreceksin? Boşa gidiyorsunuz. Fakat niçin görmek istiyorsunuz analarımızı? Bu işle ne ilgisi var deyince. Komutan, ağzındaki baklayı çıkartır. “Bu savaşa başlarken bizim de sizinde iki yüz bin askerimiz vardı. Bizim o iki yüz bin asker sizlerin eliyle yok oldu. Bir iki yüz bin daha ilave ettik; onunda yüz bini yine sizlerin eliyle yok oldu. Siz de ise hiçbir ikmal ve takviye yapılmadığını biliyoruz. Askeri üstünlük, silah ve mühimmat olarak sizinle kıyas kabul etmeyecek kadar üstünlük bizde olmasına rağmen, nasıl oluyor da sizin bu iki yüz bin kişiniz bizim üç yüz bin kişimizi öldürüyor!!!? Ve halen karşımızda dimdik duruyorsunuz.
Makineli tüfeklerimiz ateş kusuyor. Buna rağmen, bir tek asker geriye dönmeden üzerimize gelmeye devam ediyor. Bu işin sırrını çözemedik. Bir tek şüphemiz sizi yetiştiren o ailelerinizde kaldı. Onun için bir de onları göreceğiz” der. İstanbul’a gelirler birkaç gün sonra o İngiliz komutan Hamdi Çavuşla vedalaşmak için yanına gelir. H. çavuş merakla sorar: Ne yaptınız, görebildiniz mi anaları? Komutan, kendinden emin bir eda ile:“Göremedik ama teşhisimiz doğrudur” der. O analar nasıl bir terbiye vermiş ki, aç, açık, silahında mermisi yok süngüsüyle savaşıyor, Ayağında çarığının üstü varsa altı yok. Yalınayak savaşıyor. Yiyecek ekmeği yok, ot köküyle, ağaç yapraklarıyla, börtü böcek yiyerek hayatta kalmaya çalışıyor. Asla korku yok, ümitsizlik yok, moral bozukluğu yok, isyan yok, kaçıp canını kurtarma düşüncesi yok, yok, yok, yok…
Yokluklar içinde bu başarının sırrı, dinine, vatanına ve tüm mukaddesatına yürekten inanmış bu kahramanları, o anneler: “Haydi oğlum emanetin Allaha!.. Sizleri bu günler için doğurduk, haydi git. Ya gazi olup şerefinle dönersin baba ocağına başın dik, yüzün ak olarak; ya şehit olup şerefinle Allah’ın huzuruna varırsın. Düşmana asla arkanı dönme. Bütün gücünle saldırmazsan sana emzirdiğim sütümü helal etmem” diyerek yollamıştı askere!.. İşte o Mehmetleri bu anneler yetiştirip yollamıştı askere. “Çanakkale geçilmez” dedirten, düşmanın ateşine göğsünü siper eden, asla geri dönmeyi düşünmeden, sağanak halinde yağan kurşunlara inat, bir öndeki siperleri tutmaya çalışan, üç saniye sonra öleceğini bildiği halde, gözünü kırpmadan ölüme atılan Anadolu’nun mütezaflarının evlatları, Mehmetçiklerdi. Gelibolu Yarımadasında son neferine kadar şehit olan Osmanlı alayının alay sancağı Avustralya Melbourne müzesine götürülmüş ve altına şu not yazılmıştır: “Bu Alay sancağı Gelibolu savaş alanından getirilmiştir. Ama esir edilmemiştir.
Türk ordusunun geleneklerine göre bir alayın sancağı, alayın son eri ölmeden teslim edilemez. Bu sancak, sonuncu muhafızın da altında ölü olarak yattığı bir ağacın dalında asılı olarak bulunmuştur. Kahramanlık timsali olarak karşınızda duran bu Türk alay sancağını selamlamadan geçmeyin!” İşte bu tespiti yapan İngiliz cephede bozamadığı düşmanı aile yuvasında bozmak için saldıracağı cepheyi keşfederek bütün gayretiyle, aile düzenimizi ve o aile anlayışımızı doğuran inanç dünyamızı yok etmek için elinden geleni ardına koymadan çalıştı. General Lort Gürzon, avam kamarasında yapmış olduğu bir konuşmada Kuran’ı Kerimi göstererek, “bu kitabı Türklerin hayatından çıkarmalıyız. Bu kitap onların hayatlarında olduğu sürece onları mağlup etmemiz mümkün değildir” demişti. [ Devamı ]
Bugün 91 ziyaretçi (116 klik) kişi buradaydı.