AHMET ÜNAL
bativeislam
GİZLİ SAVAŞLAR / BATI VE İSLAM
Amerikalı stratejist Samuel Huntington'ın, Foreign Affairs dergisinin 1993 yazındaki sayısında yayınlanan ve dünyanın yakın gelecekte bir "medeniyetler çatışması"na sahne olacağını ve en büyük çatışmanın da Batı ve İslam medeniyetleri arasında geçeceğini öne süren makale çok ses getirmişti. Bu makalede ortaya konan görüşlerin, Amerikan strateji merkezleri tarafından önemli boyutlarda onaylandığı da daha sonra sık sık konu edildi. Ancak bu noktada çok önemli bir ayrıntıya dikkat etmek gerekiyordu: Huntington'ın sözünü ettiği ya da belki ilan ettiği büyük çatışma, yakın gelecekte başlayacak değildir; çoktan başlamıştır. İslam'ın, mevcut seküler dünya sistemi için tek ciddi alternatifi hatta belki "tehdit"i oluşturduğu ayan beyan ortadadır ve "karşı taraf"ın şahinleri, uzunca bir süredir İslam'a karşı örtülü bir savaş yürütmektedirler.
İslam'a karşı yürütülen bu savaşın farklı yöntemleri olduğundan söz edebiliriz. İslam aleyhtarı propaganda ile İslam'ı dejenere etme, aslından saptırma çabaları bu yöntemler arasında sayılabilir. Ancak tüm bunların yanında dünya Müslümanlarının kontrol altına alınmaları, zayıflatılmaları ve ezilmeleri de kuşkusuz İslam'a karşı girişilen savaşın önemli bir boyutudur. Son yıllarda yaşadığımız örnekler, Müslümanların fiziksel olarak imha edilmelerinin bile sözkonusu olduğunu gösteriyor. Bugün İslam dünyasına baktığımızda; Bosna-Hersek'te, Cezayir'de, Tunus'ta, Eritre'de, Mısır'da, Afganistan'da, Keşmir'de, Doğu Türkistan'da, Çeçenya'da, Endonezya'da, Tayland'da, Filipinler'de, Burma'da, ya da Sudan'da dünya Müslümanlarının ezilmeye, baskı altına alınmaya ve yok edilmeye çalışıldığını rahatlıkla görebiliriz. Bu sayılan coğrafyalarda müslümanlar görünüşte farklı düşmanlarla karşı karşıyadırlar. Bosna'da Sırplar, Keşmir'de Hindular, Kafkaslar'da Ruslar, Cezayir, Mısır, Fas, gibi ülkelerde de baskıcı rejimler tarafından hedef alınmaktadırlar. Ama her nedense, birbirinden bağımsız gibi gözüken bu İslam-karşıtı güçler, hep benzer yöntemleri kullanmaktadırlar. Acaba bu durumun açıklaması nedir? Yoksa, sözkonusu anti-İslami güçler arasında bir ilişki olabilir mi?
Bu yazı dizisi boyunca, bu incelemeyi yapacak ve ABD'nin gizli kimliğini ortaya çıkaracağız. Burada kullanılan bilgiler, bir süre önce yayınlanan "YENİ MASONİK DÜZEN" Dünyanın 500 Yıllık Gerçek Tarihi ve Dünya Düzeni'nin Gizli Yöneticileri" adlı kitapların "Düzen'in Müslümanlarla Savaşı" başlıklı 12. bölümünde yer alan incelemelerin bir derlemesi ve özetidir. Yazı dizisi boyunca alıntı yapılan ve kendisine gönderme yapılan kaynaklar hakkındaki ayrıntılı bilgi burada verilmemiştir. Dileyenler, "YENİ MASONİK DÜZEN" kitabına başvurabilirler.
Bu kitapta ortaya konan ve burada da geniş bir özetini sunacağımız gerçek ise son derece çarpıcıdır: Dünyanın farklı bölgelerindeki önemli anti-İslami güçlerin hemen hepsi, tek bir merkezle bağlantı halindedirler. Bu merkez, onları askeri ve siyasi yönden desteklemekte, hatta kimi zaman yönlendirmektedir.
Bir başka deyişle, bir zamanların "Komünist Enternasyonal"i gibi, bugün de dünya üzerinde adı konmamış bir "Anti-İslami Enternasyonal" vardır!...
Bu Anti-İslami Enternasyonal'in bir de "Moskova"sı vardır: İslama karşı global bir savaş örgütlemekte olan İsrail ve onun Amerikalı uzantıları...
Bu sonuca nereden mi varılmaktadır?
Cevap basittir; çünkü İslam dünyasının Fas'tan Filipinler'e kadar uzanan coğrafyası incelendiğinde, anti-İslami güçler ile İsrail arasında -önemli bölümü gizlice yürütülen- askeri, siyasi ilişkiler olduğu, İsrail'in bu güçleri destekleyip kışkırttığı ortaya çıkmaktadır.
"Anti-İslami Enternasyonal"in Anatomisi
Gazeteci Ruşen Çakır, Milliyet'te yayınlanan "ABD'nin Refah Dosyası" başlıklı bir yazı dizisinde Amerika'daki farklı çevrelerin radikal İslam'a karşı farklı yaklaşımlar içinde olduğuna dikkat çekmişti. Çakır'ın vurguladığı konuların başında (RP de dahil olmak üzere) İslami kesimlere karşı "şahin" politikaları savunanların, asıl olarak Amerikalı Yahudiler ya da İsrail lobisine yakınlığı ile tanınan kişiler oluşu geliyordu."Yahudi kökenlilerin, ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik dış politikalarının belirlenmesinde epeyce etkin oldukları, büyük medya kuruluşlarını ve belli başlı düşünce üretim merkezlerini (think-tank) denetledikleri biliniyor. Bu çevreler RP'yi yakından izliyorlar ve onun hakkında pek olumlu düşüncelere sahip oldukları söylenemez" diyen Çakır, Amerika'da İslam'a yönelik üç farklı bakış açısının olduğunu söylüyor ve bunları "şahinler, güvercinler ve ortayolcular" olarak nitelendiriyordu. "Şahinler", İsrail yanlılarıydı.
Çakır şöyle yazıyordu. Tartışmanın 'şahinler' kanadı ağırlıklı olarak Yahudi kökenli ya da İsrail Devleti'yle doğrudan ya da dolaylı ilişki içinde olan Ortadoğu araştırmacılarından oluşuyor... Bernard Lewis'in 'duayenliğini' yaptığı şahinler, İslam dininin özünde demokrasiyle bağdaşmadığını, dolayısıyla politik İslamcı hareketlerle kalıcı işbirliğinin imkansız olduğunu savunuyor.
Çakır'ın sözünü ettiği durum, oldukça aşikar bir durumdu. Amerika'da "radikal İslam" konusunda yapılan propagandanın neredeyse tümüyle İsrail lobisinden kaynaklandığı, İsrail lobisinin sürekli olarak ABD yönetimini bu konuda sertleşmek için ikna etmeye çalıştığı konuyu yakından izleyen herkes tarafından farkedilebiliyordu. Washington Report on Middle East Affairs dergisi de, bu konuya değinmiş son yıllarda sistemli olarak körüklenen "Yeşil Korku"nun kaynağının İsrail ve onun lobisi olduğuna dikkat çekmişti. Haberde şöyle deniyordu:
... İsrail'in önceki Likud hükümeti 'İslami tehdide karşı güçlü bir kampanya başlatmıştı. Onun arkasından gelen İşçi Partisi hükümeti ise bunu daha da ileri boyutlara taşıdı. Mesela başbakan İzak Rabin pek çok politik demecinde ve röportajda İran'ın Orta Doğu İmparatorluğunun hakimi olmayı isteyecek kadar 'megalomanyak' bir tavır içinde olduğunu ve şu an bir 'İslami Bomba'yı hazırlama aşamasında olduğunu belirtti. Geçen sene Knesset'te verdiği bir demeçte Rabin bu kampanyanın rengini ortaya koydu ve şöyle söyledi.
'İsrail, İslami teröre karşı başlattığı savaşla derin bir uykuya dalmış olan dünyayı uyandırmayı amaçlamaktadır'. Ve 'İslami fundamentalizmin içerdiği büyük tehlikelerin önümüzdeki yıllarda dünya barışı için büyük bir tehlike oluşturacağı' yolundaki uyarısını yaptı: 'Ölüm tehlikesi kapımızın önündedir.' Bu ifadelerin arkası, çeşitli Arap rejimlerine karşı olan tavrı ve İslamcı kesime verdiği destek nedeniyle tehdit olarak görülen İran'ı inceleyen İsrailli 'askeri' ve 'istihbarat' kaynaklarının basına sızdırdığı bilgilerle geldi. İsrail kaynaklı raporlarda, Batı'daki ve ayrıca Amerika'daki Müslüman gruplarla Sudan, İslami Cihad ve Hamas yollarıyla kurulan İran bağlantısı detaylı bir şekilde anlatılıyordu. Amerikan İsrail Halkla ilişkiler Komitesi (AIPAC) ve diğer bazı Amerikan Yahudi organizasyonları İsrail'in gündemindeki bu konuyu gayet başarılı bir biçimde yaydılar. Büyük gazetelerdeki köşe yazarları, 'terör uzmanları' ve Kongre üyeleri bu mücadeleye yasallık kazandırabilmesi için İslam/İran tehdidiyle ilgili fikirleri bütün dünyaya yaydılar.
Yakın zamanda ve ayrı ayrı Washington'a yaptıkları ziyaretlerinde Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ve İsrail Devlet Başkanı Rabin son olarak New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanmasıyla ilgili yaptıkları konuşmalarda adeta aynı 'Radikal İslam Tehdidi' başlıklı yazıyı okuyor gibiydiler. Gerek Başkan Clinton'la yaptıkları toplantıda gerekse Kongre liderleriyle görüşmelerinde ve basına verdikleri demeçlerde her ikisi de New York'taki terörist hareketin İran'ın finanse ettiği global bir İslami tehdidin bir parçası olduğunu ve sadece İsrail'le Mısır'ı değil aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri'ni de hedef alan bir tehdit olduğunu ifade ettiler. Her yerde yankılanan görüşleriyle İsrail'in yeni Likud lideri ve 'terör uzmanı' Benjamin Netanyahu ise Dünya Ticaret Merkezinin bombalanmasının 'yalnızca deli bir adamın işi' olmadığını fakat kasıtlı ve sistematik bir vahşet olduğunu ve sözkonusu olan şeyin 'Amerika Birleşik Devletleri'nin kalbini, New York Şehrinin kalbini hedef alan organize olmuş İslami terör' olduğunu söyledi.
İsrail'in İslam'a karşı giriştiği mücadele, yalnızca Yeşil Korku'nun körüklenmesi ve Rabin'in ifadesiyle bu konuda "derin bir uykuya dalmış olan dünyanın uyandırılması" ile sınırlı değil. Pek kimsenin fark etmediği bir gerçek var; İsrail uzunca bir süredir, öncelikle Ortadoğu'da ve ikinci aşamada da İslam dünyasının diğer coğrafyalarında Müslümanlarla çatışan rejim ya da devletlere stratejik destekler veriyor.
"İsrail'in Dünya Savaşı"
Aslında İsrail'in, bundan çok daha önce, 1950'lerde başlamış olan ama genelde gizli yürütülen bir "dünya savaşı" var. Hayfa Üniversitesi'nde psikoloji profesörü olan Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why adlı önemli kitabında, Yahudi Devleti'nin onyıllardır "Üçüncü Dünya" ile savaştığını yazmıştı. Hallahmi'nin ortaya koyduğu belgeler, İsrail'in Üçüncü Dünya'nın neredeyse tüm faşist rejimlerine silah sattığını ve bazılarına da "teknik yardım" verdiğini ortaya koymaktadır. (Teknik yardım, İsrailli askeri uzmanlar ve Mossad subayları tarafından verilmektedir, konusu ise karşı-gerilla savaşı, psikolojik savaş, halk hareketlerini bastırma, sorgu yöntemleri gibi "kirli" operasyonlardır).
Hallahmi'nin yazdığına göre İsrail'den silah ve "teknik yardım" alan rejim ya da örgütlerin arasında; Guatemala ve Honduras'taki aşırı sağcı diktalar, Nikaragua'daki Somoza diktası ve ardından sağcı kontra gerilları, Kolombiya'nın kokain kartelleri, Şili'deki Pinochet rejimi, Paraguay'daki Stroessner diktası, El Salvador'daki sağcı rejimin kurduğu ünlü "ölüm mangaları", Haiti'deki Duvailer diktası, Arjantin'deki kanlı askeri cuntalar, Panama diktatörü Manuel Noriega, Sri Lanka'daki Tamil gerillaları ve aynı zamanda da Sri Lanka devlet güçleri, Zaire'deki Mobutu diktatörlüğü, Uganda'nın "yamyam" faşisti İdi Amin, "Orta Afrika İmparatorluğu" İmparatoru Bokassa, Güney Afrika'daki Apartheid rejimi ve Zulular'ın Inkatha partisi, Angola'daki sağcı UNITA ve FNLA gerillaları, Güney Sudan'daki ayrılıkçı Anya-Nya hareketi, Rodezya'nın eski ırkçı beyaz rejimi yer almaktadır.
İsrail ile sözkonusu rejim ya da örgütler arasındaki ilişkiler; Bishara Bahbah'ın Israel and Latin America: The Military Connection, Andrew ve Leslie Cockburn'un Dangerous Liason: The Inside Story of the US-Israeli Covert Relationship, George ve Douglas Ball'un The Passionate Attachment: America's Involvement with Israel, 1947 to the Present, ve eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky'nin By Way of Deception ve The Other Side of Deception adlı kitaplarında da kısmen konu edilir.
Tüm bunlar gizli yürütüldüğü için pek bilinmeyen ama gerçek bağlantılardır. Benjamin Beit-Hallahmi, İsrail'in neden böyle bir global mücadele içinde olduğunu açıklar. Buna göre İsrail, karşı karşıya olduğu düşmana karşı -ki bu Soğuk Savaş boyunca Arap ülkeleri olmuştur- son derece kapsamlı bir mücadele yürütmektedir. Bu mantık gereği, Soğuk Savaş boyunca İsrail, çoğu zaman ABD'yle beraber ama kimi zaman da tek başına, Üçüncü Dünya'daki tüm aşırı sağcı/faşist rejim ve güçleri desteklemiştir. Bunun nedeni İsrail'in, Üçüncü Dünya'da gelişebilecek bir radikalizmin düşman Arap ülkelerine verilecek desteğin artmasına neden olacağından korkması ve Üçüncü Dünya radikalizmini uzun vadede doğrudan kendisine yönelik bir tehdit olarak görmesidir. Benjamin Beit-Hallahmi, kendi ülkesinin yöneticilerinin Üçüncü Dünya'ya nasıl baktığını şöyle anlatır:
İsrail liderleri, Üçüncü Dünya radikal hareketlerinin zafer kazanmasını uzun vadede İsrail'e bir tehdit olarak görmektedirler. Birincisi Amerika'yı zayıflattığı için, ikincisi İsrail'e karşı ve Arapların yanında olan Üçüncü Dünya radikalizasyonunu kuvvetlendirdiği için...
İsrail toplumunun özelliği hep kazananlardan yana olması ve kaybedenlere hiç acıma duymamasıdır. 'Onlar gibi olmak istemiyorsan hiç bir zaman zayıflara acıma'; işte İsrail hayatını yönlendiren ruh budur.... Bir İsrailli subay hiç bir durumda kurban olmaz. Tek bildiği gerçek diğer insanlardan üstün olmak, onları kontrol etmek ve onlara hükmetmektir.... İsrailliler Üçüncü Dünya insanlarını küçümserler, küçümserler çünkü onların çoğu zayıftır ve baskı görmüştür. Bu küçümsemede hiç acıma yoktur, kurbanlara hiç şefkat duyulmaz. Üçüncü Dünya insanları kurbandırlar, zayıf ve çaresizdirler. İsrail'den hiç bir merhamet göremezler.
Bu satırların yazıldığı sırada İsrail işgali altındaki Gazze şeridinin nüfusu 525.000 ve km2 başına 2.150 kişi düşüyor. Sağlığı yerinde olan çoğu Gazzeli 8 yaşından itibaren ortalama İsrail ücretlerinin %40 altındaki ücretlerle İsrail'de çalışmaya başlıyorlar. Gelir vergisi ve sosyal güvenlik vergisi ödüyorlar ama hiç bir haktan yararlanamıyorlar, çünkü vatandaşlık hakları yok. İşte İsraillinin gözünde Üçüncü Dünya Gazze, Gazze de Üçüncü Dünyadır. İsrail anlayışına göre, Gazze çaresizliğin ve fakirliğin sembolüdür, ama Gazze vatandaşlarına acıma yoktur, çünkü onlar düşmandır. Dolayısıyla İsrailliler için Üçüncü Dünya uzak bir kavram değildir. İsrailliler Üçüncü Dünya'yı Gazze'de görürler, onunla birlikte yaşar ve her gün onunla savaşırlar....
İsrailli olmanın insana kazandırdığı deneyim, savaşmaktır. Devamlı, barış umudu olmaksızın savaşmak. Savaş sadece bir hayat tarzı olmakla kalmaz, ayrıca hayata bir bakış açısı halini de alır. Bu bakış açısı bir boğaz kesme yarışı halini alır; insanların ve milletlerin arasındaki sosyal ilişki dünyasını sadece en güçlünün yaşamını sürdürebileceği vahşi bir ormana döndüren bir bakış açısı olur. İsrail'in dünyaya olan bakış açısı, Sosyal Darwinizm denilen şeye, yani dünyanın yönetenler ve yönetilenler, hükmedenler ve hükmedilenler olarak ikiye bölündüğünü savunan düşünceye dayanır."
Ancak İsraillilerin Üçüncü Dünya'ya yönelik bakış açısında, Soğuk Savaş'ın bitiminin ardından bir değişiklik olmuştur. Çünkü artık Üçüncü Dünya'da ciddi bir sol radikalizm yoktur. Geride tek bir radikalizm kalmıştır; İslami radikalizm. Bu nedenle de İsrail, Soğuk Savaş yıllarında dünyanın dört bir yanındaki faşistlere, sağcı diktatörlere, anti-komünist ölüm mangalarına verdiği desteği, son dönemlerde İslam'a karşı olan rejim ve güçlere yöneltmiştir.
Keşmir'den Sudan'a Anti-İslami Enternasyonal
Bugün İslam ümmetinin sıcak cephelerinden birisi, Hindistan ve Pakistan arasında onyıllardır ihtilaf ve iki kez de savaş nedeni oluşturmuş olan Jammu-Keşmir bölgesidir. Keşmir nüfusunun ezici çoğunluğu Müslüman olmasına karşı 1947'deki ayırım sırasında Hindistan'ın elinde kalmıştır. O tarihten bugüne dek Keşmirli Müslümanlar çeşitli direniş örgütleri oluşturarak Hint yönetime karşı eyleme geçmişler, buna karşılık da son derece sert uygulamalarla karşılaşmışlardır. 1947'den bu yana Keşmir'de 200 bin Müslüman rejim tarafından tasviye edilmiştir. ABD"de bulunan "Keşmir-Amerikan Konseyi", 1992 yılında yayınladığı bir bildiri ile resmi terörün bilançosunu şöyle vermiştir:
-Ocak 1990'dan itibaren, 897'si işkence sırasında, 15.105 kişi öldürüldü. 7.690 kişi yaralandı.
-1.247 kişi sakat kaldı. Organları kopan 2.030 çocuk hastahanelerde tedavi edildi.
-14.365 ev kundaklandı.
-3 günlük gazete ve 490 İslami eğitim yapan okul kapatıldı.
-11.600 kişi halen işkence hücrelerinde tutuluyor. 95.000 kişi tutuklanmamak için gizleniyor.
Dolayısıyla Keşmir bugün Huntington'ın sözünü ettiği "İslam'ın kanlı sınırları"ndan biridir.
Keşmir İslam'ın bir "cephesi" olduğuna göre, Anti-İslami Enternasyonal de bu cephede yerini almış durumda. Anti-İslami Enternasyonal'in lideri olan İsrail, Keşmir'deki İslami muhalefete karşı Hindistan'la stratejik bir ittifak içinde. Washington Report on Middle East Affairs, Ocak 1994 sayısında ABD'deki İsrail lobisi ve radikal Hindu grupları arasındaki işbirliğiyle ilgili uzun bir araştırma yayınladı. Yazıda, Yahudi lobisiyle Hindular, özellikle de Keşmir'deki Müslümanlarla çatışan radikal Hindu örgütleri arasında tam bir "ittifak" oluşturulduğu yorumu yapılıyordu.
Washington Report, sözkonusu haberinde Hindistan'da gittikçe güçlenen Hindutva hareketine dikkat çekiyordu. Hindu radikalizminin temsilcisi olan hareket, dini fanatizme ve Müslüman düşmanlığına dayanıyordu. Hindutva'nın önemli bir özelliği ise, Amerika'da da bazı uzantılarının olmasıydı. Washington'da üslenmiş olan BJP, RSS, VHP-World Hindu Council, FISI gibi Hindu örgütleri, Hindistan'daki radikal Hindulara destek vermeye çalışıyorlardı. Haberde bu Hindu örgütlerinin gerçekten de son dönemlerde etki sahibi oldukları yazılıydı. Bunun nedeni ise, Hindu örgütlerinin Washington'daki en büyük lobi olan İsrail lobisiyle ittifak yapmalarıydı. Washington Report, BJP-RSS-VHP gibi Hindu örgütlerinin "bir Hindu-Siyonist ittifakı" kurma yolunda oldukları yorumunu yapıyordu.
Sözkonusu örgütler, Keşmir'de ve genel olarak tüm alt-kıtada Müslümanlara yapılan saldırıların sorumlularıydılar. Bu örgütler, Hindistan'daki en saldırgan Hindu örgütü olan Shiv Sena ("Shiva'nın Ordusu"; Shiva Hindu dininde "yok etme tanrısı" olarak kabul edilir) ile çok yakın bağlantı içindeydiler. Bu gruplar, Müslüman camilerine, Bombay'daki ve tüm Hindistan'daki Müslüman topluluklarına yapılan saldırıları organize ediyorlardı. RSS'nin önde gelenlerinden Guru M. S. Golwakar, bir keresinde "Adolf Hitler'in uyguladığı ırk temizliği programının aynısının Hindistan'da da başta Müslümanlar olmak üzere Hıristiyanlar, Budistler ve Sihlere de uygulanmasını" istemişti.
İlginçtir, Hitler'e özenecek kadar faşist olan bu Hindu örgütleri, İsrail'le çok samimiydiler. Washington Report, aynı Hindu gruplarının, Şimon Peres'in 17 Mayıs 1993'te Hindistan'a yaptığı ziyaret sırasında Peres'le en yakın bağlantı kuran gruplar olduğuna dikkat çekiyordu. Radikal Hindu örgütleri ile İsrail arasındaki yakınlaşmaya Washington'da yayınlanan The Times of India gazetesi de dikkat çekmişti.
Washington Report, BJP-RSS-VHP liderlerinin İsrail'e ve İsrail lobisine olan hayranlıklarını açıkça ifade etmelerini de vurguluyordu. Örneğin ABD'deki Hindu örgütlerinin liderlerinden biri olan Tiwari, "Yahudi lobisi gerçekten de çok yetenekli ve güçlü, buradaki sistemin nasıl işlediğini çok iyi biliyorlar. Hindistan'ın çıkarları için de şimdiye kadar çok şey yaptılar" diyerek lobiye olan minnettarlığını vurgulamıştı. Tiwari ayrıca "Bizim lobi çalışmalarımız çok zayıf. Ama her ihtiyacımız olduğunda İsrail lobisinden yardım istiyoruz. Bizi şimdiye kadar hiç geri çevirmediler" demişti. Washington Report, İsrail lobisinin Hindu'lara destek olmak için bazı think-tank'leri de devreye soktuğunu yazıyor ve bunların başında Morton Abramowitz'in yönettiği Carnegie Endowment'ın geldiğini bildiriyordu. Haberde ayrıca Şimon Peres'in Hindistan ziyareti sırasında söylediği "Pakistan'ın terörist devlet ilan edilmesi için size destek vereceğiz" sözü de hatırlatılmıştı.
İsrail ve Hindistan arasındaki ittifak, yalnızca lobi desteğiyle sınırlı değildi. İsrail, uzun yıllardır özellikle Keşmir direnişine karşı Hint yönetimine askeri destek de veriyordu. İsrail'in Hindistan'a verdiği destek ile ilgili haberler, dünya basınına ilk kez 1960'lı yılların sonunda yansımıştı. New York Times'ın Kudüs muhabiri Terence Smith, 28 Ağustos 1968'de yayınlanan uzunca bir makalesinde bu ilişkiyi ayrıntılarıyla gözler önüne sermişti. Buna göre İsrail, Hindistan'a büyük oranlarda silah yardımı yapıyordu. Bu yardımın en önemli kısmını, İsrail'in 120 mm'lik son derece kullanışlı ve etkili havan topları oluşturuyordu. Ancak haberde de belirtildiği gibi, uzunca bir süredir devam eden bu tür askeri yardımlar son derece "gizli"ydi.
Soğuk Savaş dönemi boyunca Hindistan ve İsrail arasında özellikle istihbarat, savunma ve nükleer araştırma alanlarında yakın bir işbirliği devam etti. Hint ve İsrail askeri yetkilileri yıllardır karşılıklı ziyaret geleneğini sürdürdüler. Her iki ülke birbirinden askeri malzeme satın alıyordu. 1963'te Albay M. M. Sindhi, Hindistan'ın ihtiyaç duyduğu İsrail silahlarını tespit etmek üzere İsrail'e gitmiş ve 2 ay Hayfa'da kalmıştı. Bu ziyaret Hindistan'ın Kuzeydoğu eyaletlerinin Çin tarafından işgal edilişinden hemen sonraydı. Hindistan-Çin savaşı sırasında ortaya çıkan İsrail casusluk skandalının anahtar ismi Rama Sawarup'un açıklamasına göre, 1963 yılında İsrail askeri istihbarat şefi Hindistan'a davet edilmişti. Bunun nedeni, kötü durumda olan Sovyet silahları konusunda İsrail'den yardım istenmesiydi.
1965 Hindistan-Pakistan savaşı sırasında ise, İsrail askeri uzmanları, Askeri İstihbarat şefi başkanlığında Hindistan'ı ziyaret ederek, Pakistan'ın elinde bulunan Amerikan silahları konusunda Hintlilere bilgi verdiler. 1967 İsrail işgali sırasında da Hindistan taktik ve alınan sonuçları incelemek üzere İsrail'e askeri uzmanlarını gönderdi. İsrail 1971'de Bangladeş'in kurulmasıyla sonuçlanan Hindistan-Pakistan savaşı sırasında da Hindistan'a silah yardımı yaptı.
Hindistan ve İsrail arasındaki gizli ittifak, nükleer silahları da içeriyordu. İsrailli yazarlar Dan Raviv ve Yossi Melman'ın yazdıkları ve Mossad'ı konu edinen Every Spy a Prince adlı kitapta iki ülkenin nükleer alandaki işbirliğine değiniliyor. Victor Ostrovsky'nin By Way of Deception adlı kitabında da bildirildiğine göre, Hindistan 1984 yılında Pakistan'ın atom bombası yapmasından endişe ederek İsrail'den yardım istemişti. İsrail Hindistan'ın bu isteğine olumlu cevap vermiş ve iki ülke arasında gizli bir anlaşmaya varılmıştı. Bunun ardından 2 Hindistanlı nükleer fizikçi, nükleer bomba ve füze başlığı yapımında uzmanlaşmak için İsrail'e gitmişlerdi. 8 Şubat 1986 tarihli Indian Express gazetesinin verdiği habere göre ise, İsrail, kendisinin 1981'de Irak'ın nükleer santral inşaatına yaptığı saldırının bir benzerini Pakistan'daki nükleer santrala yapması için, Hindistan'a teknik bilgi aktarmıştı.
Uzun süre gizlilik içinde yürütülen bu ilişkiler, 1990'lı yıllarda iyice ortaya çıktı. Amerikan kökenli News India gazetesinin verdiği bir haberde, İsrail Gizli Servisi Mossad'ın uzunca bir süredir Hindistan gizli servisi RAW'ın elemanlarını eğittiği ortaya çıkarılmıştı. Mossad'ın Hintli meslektaşlarına verdiği eğitimin konusu ise "halk ayaklanmalarının bastırılması", yani Keşmir'deki İslami direnişin kırılması yönündeydi. Habere göre, İsraillilerin eğitiminden geçmiş yüz kadar RAW ajanı, Keşmir'de faaliyet gösteriyordu.
1992 yılında ise İsrailli askeri uzmanlar, BJP ve RSS gibi radikal Hindu örgütlerinin militer merkezlerinde görülmüşlerdi. Ayrıca, İsrail'in sürekli yalanlamasına rağmen, "güvenilir kaynaklar" Keşmir'de İsrailli askeri görevlilerin bulunduğunu bildiriyordu.
İsrail-Hindistan ilişkilerine Londra'da yayınlanan Middle East International dergisi de 6 Mart 1992 tarihli sayısında değinmişti. Jane Hunter'ın dergide yazdığı makalede, "Amerikan kaynaklı çeşitli raporlara göre Hindistan-İsrail yakınlaşmasının anti-İslami bir tabanı olduğu" haber veriliyor ve ayrıca Hindistan Savunma Bakanı Pawar'ın, Hint ordusunun İsrail tarafından eğitileceğini bildiren açıklamasına dikkat çekiliyordu.
Etiyopya Cephesi
Keşmir'den çok daha uzak bir yerde, Etiyopya'da da benzer bir Anti-İslami Enternasyonal ittifakı görülebilir. Onyıllardır süren ittifak, Etiyopya'nın farklı iki rejimi ve İsrail arasındadır ve Etiyopya'nın kuzeyindeki Eritreli İslami harekete karşıdır.
Nüfusunun % 80'i Müslümanlardan oluşan Eritre, yarım yüzyıl boyunca Etiyopya egemenliğine karşı savaştı. 1952'de BM Eritre'yi Etiyopya ile federal bir devlet haline getirmişti. Bu karar Eritre halkı tarafından kabul edilmedi. Geniş halk ayaklanmaları başladı. 14 Kasım1962'de ise Etiyopya karışıklıkları bahane ederek Eritre'yi topraklarına kattığını ilan etti. Böylece Eritre'de Etiyopya yasaları uygulanmaya başladı. "Etiyopya İmparatoru" Haile Selassie, Eritreli Müslümanlara baskı uygulamaya başladı. Çok sayıda rejim muhalifi tasviye edildi. Ayrıca Eritre halkının bir bölümü sürgüne uğratıldı, ve tümü inanç özgürlüğünden mahkum bırakıldı. 1974'de Haile Selassie, Marksist bir askeri darbe sonucunda devrildi ve Albay Mengistu Haile Mariam yeni sosyalist rejimin lideri oldu. Ancak Eritre'ye uygulanan baskı politikası değişmedi; Etiyopyalı "güvenlik güçleri", Eritre'de devlet terörü uygulamaya devam ettiler. Eritre'ye karşı uyguladığı bu politika ile "anti-İslami" vasfını yeterince ispatlayan Etiyopya rejiminin en büyük dostu ise, "Anti-İslami Enternasyonal"in lideri olan İsrail'di.
İsrailli profesör Benjamin Beit-Hallahmi, Etiyopya ile İsrail arasındaki "olağanüstü yakın" ilişkilere ve iki ülkenin arasındaki ittifakı uzun uzun anlatıyor. Buna göre, Etiyopya ile İsrail arasındaki ilişkiler ilk olarak 1952'de kurulan sivil ticaret bağlarıyla başladı. 1956 Süveyş savaşından kısa bir süre sonra, bir İsrail temsilcisi, Haile Selassie ve yardımcıları ile görüşmek için Etiyopya'yı ziyaret etti. 1958'de başlayan Etiyopya-İsrail ittifakı en üst düzeyde (İmparator düzeyinde) devam ediyordu ve Hallahmi'nin ifadesiyle, "bölgede radikalizasyonu ve Pan-Arabizmi durdurma" mantığı üstüne kurulmuştu.
Hallahmi, aynı sayfada Etiyopya-İsrail ittifakının ardındaki ortak noktayı da şöyle açıklıyor: "Bu ittifakın arkasında yatan ideolojik temel, Etiyopyalılar'ın, İsraillileri de yine kendileri gibi 'tehditkar Müslüman denizinin ortasında kendi güçlerini korumaya çalışan cesur bir halk' olarak görmeleriydi". Bu "ideolojik temel" üzerine kurulu olan Etiyopya-İsrail ittifakı, İsrail'in klasik yöntemlerini de içeriyordu: Silah yardımı ve "halk hareketlerini bastırma" konusunda destek... Hallahmi'nin yazdığına göre, Haile Selassie tarafından yönetilen Etiyopya ordusu, İsrail'den gelen askeri birlikler tarafından destekleniyordu. İsrailli askeri uzmanlar, Etiyopyalı komando birliklerini ve karşı-gerilla timlerini eğitmişti. Hatta Eritre'deki ayaklanmaları bastırmak için "Acil Durum Polisi" adlı 3.100 kişilik bir kontrgerilla timi özel olarak İsrail uzmanlarının eğitiminden geçmişti. Hallahmi şöyle diyor: "İsrail ve Etiyopya, Eritre Kurtuluş Cephesi'ne karşı girişilen ortak bir savaşın iki partneriydi".
1974'de Etiyopya'da Marksist bir darbe oldu ve Albay Mengistu iktidarı ele aldı. Ancak Haile Selassie ve Mengistu rejimleri arasında Eritre açısından bir fark yoktu; ilginçtir, İsrail'le ittifak açısından da bu iki rejim birbirinden ayrılmadı. Hallahmi'nin de vurguladığı gibi, Mengistu'nun liderliğindeki yeni Marksist rejim de İsrail'le olan ittifakını sürdürdü. 1977 yılında yine İsrailli uzmanların Etiyopyalı kontrgerilla timlerini eğittiği ve Etiyopya rejimine silah sevkiyatı yaptığı ortaya çıkmıştı. Hallahmi'nin ifadesiyle "Etiyopya ile İsrail arasında devam eden ilişki, iki ülkenin de bölgedeki İslami gruplara olan karşıtlığına dayanıyordu." Bu işbirliği, 1990'lara dek sürdü. Andrew ve Leslie Cockburn, Dangerous Liason'da, 1990 yılında İsrail'in, "ayrılıkçı militanlara" karşı kullanması için Etiyopya rejimine misket bombaları yolladığını not ediyorlar.
Sudan Cephesi
Etiyopya'nın komşusu olan Sudan da Anti-İslami Enternasyonal'in aktif olduğu alanlardan biridir. Bugün dünyada kendisini "İslam devleti" olarak tanımlayan ülkelerin sayısı, bir elin parmaklarını geçmemektedir. Bu devletlerden biri de Sudan'dır.
Sudan'ın yakın geçmişini incelerken gündeme gelen en önemli konu, ülkede onyıllardır süren kuzey-güney çatışmasıdır. Bu hem dini hem de etnik bir çatışmadır: Ülkenin kuzeyinde Müslüman Araplar yaşar. Güneyde ise Hıristiyan Afrikalılar çoğunluktadır. Bu dini ve etnik farklılık, ülkenin sınırlarını masabaşında üreten İngiliz sömürge yönetiminin bir mirasıdır. Ve bu miras, kanlı bir mirastır: 1960 yılından itibaren, güneyli Hıristiyanlar, kuzeydeki Müslüman Arapların denetimindeki Hartum yönetimine karşı 12 yıl süren bir ayaklanma yürütmüşlerdir. Anya-Nya adlı Hıristiyan örgütü tarafından yönetilen ayaklanma, 1972'de imzalanan bir anlaşma ile durdurulmuştur. Ve son yıllarda, İslami rejimin kurulmasından bu yana, güneydeki ayaklanma Sudan Halk Kurtuluş Ordusu yeniden başlamıştır. Çünkü "birileri", bu ayaklanmayı Hartum rejimine karşı desteklemektedir.
Tahmin edilebileceği gibi, Güney Sudan ayaklanmasını destekleyen güçlerin başında İsrail gelmektedir Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection'da İsrail'in Güney Sudanlı isyancı güçleri 1960'lı yıllardan bu yana desteklediğini bildiriyor. Buna göre İsrail, o tarihlerden başlayarak Anya-Nya hareketine silah yardımı ve askeri eğitim vermişti. Mossad, komşu ülkeler Uganda, Çad, Etiyopya ve Kongo'daki istasyonları aracılığıyla Güneyli ayaklanmacılarla bağlantı kurmuş, Torit kentindeki Mossad merkezinde 30 kadar Anya-Nya gerillası özel eğitimden geçirilmişti. İsrail 1970 yılında Sudan'ın güneyindeki Uganda ile bir anlaşma yaparak, Uganda-Sudan sınırını rahatlıkla kullanma ve Anya-Nya'ya destek verme imkanını genişletmişti. Eski bir Alman gerillası Rolf Steiner'ın söylediğine göre, İsrail, Güney Sudanlı ayaklanmacılara destek veren en önemli güç konumundaydı.
Ancak Güney Sudan ayaklanması, az önce belirttiğimiz gibi, Anya-Nya liderleri ve Hartum hükümeti arasında 1972'de yapılan Addis Ababa Anlaşması ile -geçici olarak- sona erdi. 1972-1985 yılları arasında ülkede iktidar Cafer Numeyri'nin elindeydi. Sudan'daki İslami gelişimin "ruhani" lideri olan ve o dönem parlamento üyeliği yapan Hasan el-Turabi, Numeyri tarafından 8 sene süreyle hapse mahkum edildi. Ve doğal olarak, Numeyri ile İsrail'in ilişkileri çok iyiydi: Hallahmi, Numeyri'nin Yahudi Devleti ile "son derece yakın ancak gizli ilişkiler geliştirdiğini", Numeyri rejimi sırasında Mossad'ın Hartum'da bir istasyon kurduğunu ve Sudan gizli servisi ile Mossad arasında yakın işbirliği oluşturulduğunu söylüyor.
Ancak Numeyri'nin iktidarı 1985'deki bir darbeyle sona erdi. 1989'a kadar ülke farklı hükümetlerin yönetiminde kaldı. 1989 yılında ise genel başkanlığını Hasan Turabi'nin yürüttüğü Müslüman Kardeşler örgütü Sudan'da yönetimi ele aldı. O tarihten sonra da Hasan Turabi önderliğinde İslami devlet sistemi kuruldu. Ve Sudan Parlamentosu'nun İslam kanunlarını yürürlüğe koymasının ardından, güneydeki Anya-Nya hareketi yeniden ayaklanma başlattı. Ayrılıkçıların lideri John Garang, Sudan yönetimi ile masaya oturmak için ilk önce, "İslam kanunlarının yürürlükten kaldırılması" şartını öne sürdü. Parlamento böyle bir ön şartı kabul etmeyince olaylar daha da şiddetlendi.
İslami rejime karşı yeniden başlayan ayaklanmanın en büyük destekçisi ise, eskiden olduğu gibi yine İsrail'di. Turabi, ayrılıkçıların silahları hangi yollardan sağladığı sorusuna "Ne yazık ki İsrail ve bazı komşularımız bizimle savaşmaları için Garang'ı silahlandırıyor" demişti. Zamanla ortaya çıkan bilgiler, Hıristiyan ayaklanmacılara Protestan ve Anglikan kiliseleri tarafından tabutlar içinde getirilen silahların asıl kaynağının İsrail olduğunu ortaya çıkardı.
Washington Report on Middle Affairs'in Haziran 1994 sayısında da İsrail'in Güney Sudan'a silah verdiğine dair bir yazı yayınlandı. Habere göre Tel-Aviv'den havalanan silah dolu bir Boeing 707, Uganda'daki Entebbe havaalanına inmiş ve karayolu aracılığıyla taşıdığı yüklü miktardaki silahı, Güneyli ayaklanmacıların lideri olan John Garang'ın komutasındaki Sudan Halk Kurtuluş Ordusu'na ulaştırmıştı.
"Ilımlı" Monarşilerin Desteklenmesi
İsrail, Müslümanlarla doğrudan savaşan güçleri desteklemenin yanında, bir de İslam ülkelerindeki seküler rejim ve liderlere de destek olmaya çalışmaktadır. Arap dünyasındaki muhafazakar monarşiler bugün İslami hareketlerin tehdidi altındadırlar ve İsrail bu monarşilerle çok yakın ilişkiler içindedir. En iyi iki örnek Ürdün Kralı Hüseyin ve Fas Kralı Hasan'dır.
Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection'da Fas Kralı Hasan'ın Yahudi Devleti ile olan ilişkileriyle ilgili ayrıntılı bilgiler veriyor. Buna göre, İsrail ve Fas arasındaki ittifak, 1960'larda, Arap dünyasındaki radikalizm dalgasının büyümesiyle başladı. Arap dünyasındaki monarşiler birer birer sahneden çekiliyordu ve Fas Kralı Hasan bu gidişi durdurabilecek tek gücün İsrail olduğunu düşünerek Tel-Aviv'e yanaştı. 1966'da, Fas ve İsrail arasındaki işbirliği İsrail için büyük bir enternasyonal iç krizin doğmasına sebep oldu: Fransa, Fas ve İsrail'in karıştığı Ben Barka olayı. Mehdi Ben Barka sürgünde yaşayan ve Hasan rejimi tarafından ölüme mahkum edilmiş Fas'lı radikal bir aydındı. Fas gizli servis şefi General Muhammed Oufkir, 1965'de kraldan Ben Barka'yı ortadan kaldırmak için emir aldı, ve derhal Mossad'dan yardım istedi. Mossad, Ben Barka'nın Paris'teki kaçırılma olayını organize etti. Daha sonra da Ben Barka öldürüldü. Fas gizli servisi o zamandan beri Mossad'la hep yakın ilişkiler içinde olmuştur.
İsrail, 1975'den beri Fas'a, Batı Sahara bölgesinde bağımsızlıklarını ilan etmeye çalışan Polisario asileriyle yaptığı savaşta da yardım etti. Ayrıca İsrail, Washington'daki lobisini kullanarak Amerikan Kongresi'nde Fas lehinde baskı ve propaganda yaptı. Hallahmi'nin not ettiğine göre, İsrailliler bu konuda özellikle Yahudi asıllı Kongre üyesi Stephen Solarz'ı devreye soktular. Halahmi, Fas Kralı Hasan'ın İsrail'le olan ilişkisinin, İran Şahı'nın İsrail'le olan olağanüstü yakın ilişkilerine benzediğini söylüyor.
Kral Hüseyin ise 1970'li yıllardan bu yana İsrail'le yakın ve de gizli ilişkilere sahiptir. İsrail gizli servislerinin Hüseyin'i darbe girişimlerine karşı bilgilendirdikleri, Kral'ın ise 1973'teki Yom Kippur savaşından birkaç gün önce İsraillilere Mısır ve Suriye'nin saldırı hazırlığında olduğunu bildirdiği, bilinen gerçeklerdendir.
Bosna-Hersek Cephesi
Anti-İslami Enternasyonal'in Bosna-Hersek'teki savaş hakkında ne düşündüğü de önemli bir sorudur. Bugün Batılı Yahudi kuruluşların ve Yahudi entellektüellerin, II. Dünya Savaşı sırasındaki Holokost'u çağrıştırdığı için, Bosna konusunda duyarlı davrandıkları bir gerçektir. Ancak İsrail ve bazı ABD'li uzantıları, Bosna'daki durumun farklı bir yönüyle ilgilenmektedirler. Başta Aliya İzzetbegoviç olmak üzere bugünkü Bosna-Hersek yönetiminde "İslamcılar"ın ağırlığı vardır ve daha da önemlisi, İran savaşın başından beri Boşnak ordusuna yaptığı silah yardımı ile buradaki etkinliğini artırmaktadır. Batılı Yahudiler belki "Boşnak"ların dramına insancıl bir ilgi duyuyor olabilirler, ama Anti-İslami Enternasyonal'in Batı Kudüs'te oturan stratejistleri Bosna'daki radikal İslami yükselişten hiç memnun değildirler ve bu onları Sırpların tarafına geçmeye yöneltmektedir.
Bu durumun çarpıcı bir örneği, 1993 yılında ABD'de yayınlanan Bosna ile ilgili ilginç bir "rapor"du. Oldukça marjinal iddialarla Sırplara destek veren rapor, ABD Kongresi'ne bağlı "Task Force on Terrorism and Unconventional Warfare" (Terörizm ve Olağandışı Savaşa Karşı İşbirliği) adlı kuruluşun direktörleri Yossef Bodansky ve Vaughn S. Forrest tarafından hazırlanmıştı. Iran's European Springboard (İran'ın Avrupa Çıkarması) başlığını taşıyan rapora göre, Aliya İzzetbegoviç ve hükümeti, İran'ın başını çektiği uluslararası bir "İslami komplo"nun parçası olarak, Balkanlar'da bir İslam Devleti kurmaya çalışıyorlar ve bunun için de her türlü kirli yönteme başvuruyorlardı. Raporun yazarları İzzetbegoviç'e o denli antipatiyle yaklaşıyorlardı ki, Bosna Müslüman güçlerinin, Sırplar aleyhinde dünya kamuoyunu provoke edebilmek için, kendi insanlarını öldürdüklerini ve işkenceye tabi tuttuklarını iddia etmişlerdi.
Raporda ayrıca, pek çok Müslüman ülkeden Bosna'ya gelen "İslamcı teröristler"in, Avrupa'da büyük bir "Müslüman ayaklanması" oluşturma hazırlığında oldukları, bu İslam devriminin, Müslümanların batıya ve liberal toplum yapısına duydukları derin kin ve nefretin bir sonucu olarak gerçekleşeceği öne sürülüyordu. Kullanılan üslup da oldukça ateşliydi. 14 sayfalık raporun içinde "İslamcı terörist" kelimesi tam 27 kez geçiyordu. Rapora göre, İngiliz Dışişleri Bakanı Douglas Hurd'e 1992 Temmuzu'nda yapılan bombalı saldırının ve ABC televizyonu prodüktörü David Kaplan'ın Ağustos ayında öldürülmesinin ardında da "özel eğitilmiş Bosna Müslüman güçleri" vardı.... Ve konuyla ilgili haberi veren Washington Report on Middle East Affairs'in Temmuz/Ağustos 1993 sayısında da vurguladığı üzere, rapordaki iddiaların hiç birine kaynak gösterilmemişti.
Peki bu propaganda kimin ürünüydü? Kim Bosna hükümetinin "propaganda olsun diye" kendi vatandaşlarını öldürdüğünü ve dolayısıyla Sırpların suçsuz olduğunu öne sürüyordu?
Raporun iki yazarından birinin, Yosef Bodansky'nin kimliği bu konuda oldukça aydınlatıcıydı. Bodansky, İsrail doğumlu bir Yahudiydi. 1970'lerde İsrail Hava Kuvvetleri dergisinin editörlüğünü yapmıştı. Daha sonra ABD'ye göç ederek John Hopkins Üniversitesi'ne akademisyen olarak katıldı. Amerikalı Yahudi örgütleriyle ilişkisi ise oldukça açıktı. JINSA'nın (Jewish Institute of National Security Affairs) bülteninde teknik yönetmen oldu. Washington kulislerinde Bodansky'nin bir "Mossad ajanı" olduğu söylentisi yaygındı. Nitekim Bodansky, Amerikan donanması istihbaratında çalıştığı sırada Amerikan gizli belgelerini İsrail'e aktarırken yakalanan Amerikalı Yahudi Jonathan Pollard'la da çok yakın ilişkilere sahipti.
Raporun öteki yazarı Vaughn S. Forrest de İsrail-yanlısı çevrelerle son derece içli-dışlıydı. Nitekim bu ikili, Bosna hakkındaki raporları sonucunda Amerikalı Müslümanlardan yükselen tepkilere, Washington Jewish Week'te cevap vermeye çalıştılar. Sözkonusu gazeteye verdikleri demeçte, yazdıkları raporu ve onun 'bilimselliğini' savundular. "Aslında tüm yazılanların kaynağı ve dipnotları var" diyordu Forrest, "... ama güvenlik nedeniyle ve masrafları kısmak için kaynak ve dipnotların olduğu ek bölümü raporla birlikte vermedik".
Bodansky, bu raporun ardından yine "İslam tehlikesi" ile ilgili bir kitap yayınladı. Kitabın adı Target America: Terrorism in the USA Today (Hedef Amerika: Günümüzde ABD'de Terörizm)di. Ayrıca Forrest ve Bodansky, The New Islamist International (Yeni İslami Enternasyonal) adlı 93 sayfalık yeni bir rapor daha yayınladılar. Rapor, Bosnalıların kendi vatandaşlarını öldürdükleri suçlamasını yeniden öne sürüyor, ayrıca "köktendincilerin Bosna-Hersek"teki savaşı Yeni Dünya Düzeni ile Müslümanların geleceği arasında bir çarpışma olarak gördüklerini, İslamcıların yeni intikam savaşları açmaya devam edeceklerini" iddia ediyordu...
İzzetbegoviç ve diğer Boşnak yetkililerin İslamintern'le olan ilişkileri, Amerika'nın Bosna politikasını da etkiledi. Amerikan yönetimi "Boşnak"lara sempati besliyordu; ama "Bosnalı Müslümanlar"dan, özellikle radikallerinden pek hoşlanmıyordu. Hürriyet'in Washington muhabiri Serdar Turgut, Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü Jonathan Spalter'in "bizim Bosna politikamızın temel amacı, oradaki İslami gelişimi önlemektir" dediğini yazmıştı.
Nitekim çok geçmeden Amerika'nın gerçekten de İzzetbegoviç'in ayağını kaydırmaya ve onun yerine "seküler" liderler getirmeye uğraştığı ortaya çıktı. Alman Der Spiegel dergisi, 31 Ocak 1995 tarihli sayısında, "Aliya İzzetbegoviç'in İslamcı akımlarla bağlantısından rahatsızlık duyan ABD yönetiminin, İzzetbegoviç'in yerine başka birinin getirilmesi için" çalıştığını yazmıştı.
İsrailli Profesör Açıkladı: İsrail, Sırplara Silah Veriyor!
İsrail, Bosna'daki İslami yönetimden rahatsız olduğu için, bir yandan da Sırplara destek veriyordu.
Sırp-İsrail bağlantısı ile ilgili bazı önemli bilgiler, İsrail İbrani Üniversitesi'nden profesör Igor Primorac'ın, Jerusalem Report dergisinin Ocak 1995 tarihli sayısında yazdığı bir makalede ortaya kondu.
Felsefe profesörü olan Yugoslav doğumlu Yahudi Igor Primorac, 1980 yılına dek Belgrad Üniversitesi'nde çalışmış ve o yıldan sonra da İsrail'e göç ederek İbrani Üniversitesi'nde akademik kariyerini sürdürmüştü. Jerusalem Report'taki sözkonusu yazısında ise eski ülkesi ile İsrail arasındaki gizli ilişkilerden söz ediyordu. Primorac'ın yazdığına göre, Mossad, İsrailli silah tüccarlarını Sırbistan'a uygulanan silah ambargosunu delmeleri için yönlendiriyor ve Sırplara önemli miktarda silah ve cephane yolluyordu.
Profesör, İsrail-Sırp bağlantısını ortaya çıkaran bir olayı da aktarıyordu: Uluslararası yardım kuruluşlarına üye olan İsrailli Joel Wienberg, Saraybosna'da iken ilginç bir olay yaşamış ve bunu İsrail'in Kanal 2 televizyonunda anlatmıştı. Buna göre, Wienberg Saraybosna'dayken, bir Birleşmiş Milletler görevlisi, Saraybosna havaalanına düşen bir top mermisini bir türlü teşhis edememiş ve bir göz atması için Wienberg'i çağırmıştı. Wienberg, mermiye bakar bakmaz üzerindeki garip yazıları tanıdı: Kapsülün üzerindeki yazılar İbranice'ydi ve top mermisi de İsrail ordusu (IDF) tarafından üretilen ve kullanılan 120 mm'lik standart bir mermiydi. Bu mermi uzun süre Saraybosna'nın bombalanmasında kullanılmış ve şehre yapılan insani yardım uçuşları da uzunca bir süre bu bombalamalar nedeniyle sekteye uğramıştı. Wienberg, ayrıca Sırp saldırganların (Çetnikler) İsrail yapımı Uzi silahlar kullandıklarına da defalarca şahit olduğunu söylüyordu.
Profesör Primorac, makalesinde Bosna'daki Sırpların İsrail yapımı silahlar kullandıklarına dair daha bunun gibi pek çok görgü tanıklığı olduğunu, ancak İsrailli yetkililerin bu gerçeği birkaç kez resmi olarak yalanladıklarını yazıyordu. Primorac, Sırp-İsrail ilişkisi ile ilgili diğer bazı detaylar da veriyordu:
Sırplar İsrail'le olan ilişkilerini hiç bir zaman gizlemeye çalışmadılar. Belgrad'daki eski bir savaş bakanlığı görevlisi olan Dobrila Gajic-Glisic, 1992'de yayınladığı bir kitabında, 1991 Ekimi'nde, yani Birleşmiş Milletler'in Eski Yugoslavya'ya silah ambargosu koymasından bir ay sonra İsrail ile Sırbistan arasında büyük bir silah anlaşması yapıldığını yazmıştı. Bu anlaşmanın yapıldığı sıralarda Sırplar çoktan Vukovar ve Dubrovnik gibi Hırvat kentlerini bombalamaya başlamışlardı. Aynı sıralarda Yugoslav basınının çeşitli gazetelerinde İsrail ile Sırplar arasındaki silah bağlantıları ile ilgili haberler yayınlandı. 3 Haziran 1993 tarihli European gazetesinde ise Batılı istihbarat raporlarına dayanılarak, Mossad ile Bosnalı Sırplar arasında yapılan yeni bir silah anlaşmasının varlığından söz edilmişti.
Primorac, tüm bu bilgilerin ardından Sırpları Naziler'e benzetiyor ve "II. Dünya Savaşı'ndan bu yana Avrupa'da yürütülen ilk soykırımın İsrail silahları ile yürütüldüğünü" yazıyordu. Aslında II. Dünya Savaşı'nda Avrupa'da bir "soykırım" yürütülmemişti ama şu anda yürütülen Müslüman soykırımının İsrail'in desteğiyle yürütüldüğü açık bir gerçekti...
İran'ın Kuşatılması
Anti-İslami Enternasyonal'in son dönemdeki en önemli uygulamasının ise, İslamintern'in lideri olan İran'a karşı uygulanan kuşatma politikası olduğu söylenebilir. Clinton yönetiminin uyguladığı bu politika, doğal olarak, büyük ölçüde İsrail'in ve lobisinin telkinleri sonucunda oluşmuştur. İran'a yönelik kuşatma uygulanması, Clinton'ın Ortadoğu'yla ilgili Ulusal Güvenlik Danışmanı Martin Indyk tarafından ilk olarak gündeme getirilmişti. Daha önce İsrail Başbakanı İzak Şamir'in basın danışmanlığını yapan Avusturalya doğumlu bir Yahudi olan ve uzun bir süre de İsrail'in ABD'deki en önemli lobi kuruluşu olan AIPAC'ta (American-Israel Public Affairs Committee) çalışan Indyk, İran'a karşı "dual containment" (çifte kuşatma) politikasını savunmuş uygulamaya sokmuştu. Bu politika, 1995 başında ekonomik ambargoya dönüştü. 1995 Martı'nda, İran ile İslam Devrimi'nden bu yana Hürmüz boğazında petrol çıkartma ve sevkiyatı için anlaşma yapan ilk Amerikan şirketi olan Coneco'nun Tahran'la yaptığı 1 milyar dolarlık anlaşma, Clinton yönetimi tarafından iptal edildi. Ancak olayın bir de perde arkası vardı. Cengiz Çandar'ın 21 Mart 1995 tarihli Sabah gazetesinde yazdığı gibi, aslında, devreye İsrail lobisi girmiş ve Coneco'nun bağlı bulunduğu ana şirketin en büyük hissedarı bulunan Amerikan Yahudi ailesi Bronfman kanalıyla, İran-Coneco anlaşmasının iptalini sağlamıştı.
En son olarak da Clinton, 1 Mayıs 1995'te New York'ta Dünya Yahudi Kongresi'nin toplantısında, İran'a ekonomik ambargo konduğunu ve tüm müttefiklerinden de bu uygulamaya katılmalarını beklediklerini açıkladı. Japonya ve Avrupa ülkeleri ambargoya soğuk bakarken, İsrail yönetimi, verdiği karardan dolayı Clinton'ı kutluyordu...
Kafkaslar ve Orta Asya'da İsrail-Rus İttifakı: Tacikistan ve Çeçenya Cepheleri
Son dönemlerde İslam dünyasının yeni cephelerinden biri de Kafkasya ve Orta Asya haline geldi. Sovyetler Birliği'nin dağılışının ardından bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan Müslüman cumhuriyetler, kısa sürede Rus yayılmacılığı ile yeniden karşı karşıya kaldılar.
Bu arada bir yandan da İsrail, bu bölgeye yönelik son derece belirgin bir yakınlaşma politikası izlemeye başladı. İsrailli yöneticiler sözkonusu cumhuriyetlere geziler düzenlediler, o cumhuriyetlerin bazı liderleri de İsrail'de boy gösterdi. İsrail, "tarımsal işbirliği" gibi anlamlı bir yöntemle bu devletlere yaklaşırken, bir yandan da Mossad ajanı işadamı Shaul Eisenberg aracılığıyla bölgedeki uyuşturucu ticaretine de el atıyordu.
İsrail'in bölgeye yönelmesinin ardındaki temel etken ise birtakım ticari çıkarların ötesinde, asıl olarak stratejik hesaplardı. İsrail, önemli bir İslami potansiyele sahip olan eski Sovyet Cumhuriyetlerinin gerçek anlamda İslamileşmesinden ve bölgede radikalizasyondan çekinmişti. İsrail'in bu yöndeki hesapları zamanın Genel Kurmay Başkanı Ehud Barak tarafından açıkça dile getirilmiş, Barak, yeni cumhuriyetlerin "Müslüman" kimliğine atıfta bulunarak, yeni Müslüman cumhuriyetlerin doğmasının İsrail'in çıkarlarına uygun olmadığını söylemişti. Dolayısıyla İsrail'in Orta Asya ve Kafkaslar'la ilgilenmesinin ardındaki asıl neden, bu ülkelerin İslami bir tarza kaymalarına engel olmaktı.
Bu durumda İsrail'in ve Rusya'nın hedefleri tam uyuşuyordu. Çünkü Rusya'nın da en çok korktuğu şey, yeni cumhuriyetleri İslam'a "kaptırmak"tı. İzak Rabin'in Yeltsin ile 1993 yazında Moksova'da yaptığı ve ana konusu "İslam tehlikesi" olan görüşme de bu ittifakı sağlamlaştırmış, Rabin Yeltsin'i "radikal İslam konusunda yeterince duyarlı bulduğunu" açıklamıştı. Bu "anti-İslami" ittifakı ABD de onaylıyordu. İsrail'in Amerikalı uzantılarından Henry Kissinger, "İslami radikalizm en şiddetli biçimde Rus çıkarlarına da aykırıdır. Dolayısıyla Washington Moskova ile işbirliği yapmalıdır" diyerek konuya açıklık getirmişti.
Rusya ile İsrail'in İslam'a karşı kurduğu ittifak, ilk işaretlerini Tacikistan'da verdi. Sovyetler'in çöküşünün ardından bağımsızlığına kavuşan Tacikistan'da, kısa bir süre sonra ülke içinde güçlü olan İslami hareket iktidara geldi. Ancak Rus destekli eski komünistler 1992'nin son günlerinde Müslümanlara karşı kanlı bir saldırı başlatarak yeniden iktidara oturdular. İşin ilginç yanı, Rusya ile birlikte İsrail'in de komünistlerin yanında yer almasıydı. Müslümanlara karşı saldırıya geçen komünist birliklerinin içinde pek çoki askeri uzmanların bulunduğu ve İsrail silahlarının kullanıldığına ilişkin haberler o dönemde özellikle İslami basında sıkça yer almıştı.
Kafkaslar'da Müslümanlara karşı açılan bir ikinci cephe ise halkının % 80'i Müslüman olan Çeçenya oldu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasına rağmen bağımsızlığını kazanamayan ve Rusya Federasyonu sınırları -yani Rus hegemonyası- içinde tutulan Çeçenya, Aralık 1994'te bağımsızlığını ilan etti. Üstüne üstlük, Çeçen lideri Dudayev, bir "İslam devleti" kurmayı hedeflediklerini açıkladı. Çeçenya'nın İnguşlar, Tatarlar ve Dağıstanlılar'ı da yanına alarak Kuzey Kafkasya'da efsanevi Şeyh Şamil direnişini tekrar edecek bir İslami kalkan oluşturmasından korkan Rusya; tank dahil 2.000 zırhlı araç, 350 savaş uçağı, 400'den fazla füze bataryası ve 50 bin asker ile Çeçen topraklarına girdi.
Çeçenya işgalinin görünmeyen yüzü ile ilgili önemli bir bilgiyi ise Çeçen Cumhurbaşkanı merhum şehit Cahar Dudayev'in özel temsilcisi Safita Murat verdi. Murat, "Yeltsin'in arkasında Yahudiler var" başlığıyla yayınlanan bir röportajda, Çeçenya'nın işgal edilmesi planının arkasında Moskova'daki güçlü Yahudi liderlerin yer aldığını ve Yeltsin'i bu konuda ikna edenlerin de sözkonusu Yahudiler olduğunu söylemişti. Safita Murat'ın sözünü ettiği "Yahudiler"den birisi, Yeltsin'in Kafkasya ve Ortadoğu politikalarını belirleyen Dışişleri danışmanı Vitaly Naumkin'di. Mayıs 1995'te, Ankara'da, Graham Fuller'in ve İsrailli Dışişleri görevlilerinin de katıldığı Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya konulu bir konferansta konuşan Naumkin, Rusya'nın Çeçen direnişini kırmak için her türlü yolu kullanmaktan çekinmeyeceğini söylemişti.
İsrail'in Çeçenya'daki ilginç bir operasyonu da dikkat çekiciydi: Yahudi Devleti, Rus saldırılarının başlamasından iki ay kadar önce, Çeçenya'daki Yahudileri İsrail'e aktarmaya başlamıştı. Gizlilik içinde yürütülen harekat sonucunda, Rus saldırıları başladığında, İsrail'e gitmeyi reddeden az sayıdaki Çeçen Yahudisi dışında, ülkede yahudi kalmamıştı. Haberi veren Yeni Yüzyıl "Yahudilerin büyük bölümü Ruslar Çeçenya'ya girmeden ülke dışına çıkarılırken, 50 kadarı Grozni'de çarpışmalar başladıktan sonra güçlükle kaçabildi" diyordu.
Bu kuşkusuz önemli bir bilgiydi: İsrail'in, Yahudileri Rus saldırısından iki ay önce tahliye etmeye başlamış olması, Rus saldırısından en az iki ay öncesinden haberdar olması anlamına geliyordu. Bu durum, Safita Murat'ın "Yeltsin'in arkasında Yahudiler var" şeklindeki açıklamasıyla yan yana geldiğinde ise ortaya daha anlamlı bir tablo çıkıyordu: Rus işgali, İsrail'in bilgi ve denetimi ile gerçekleştirilmişti.
Azerbaycan ve Elçibey Bağlantısı
Üstte saydığımız Tacikistan, Azerbaycan ve Çeçenya örnekleri, Yahudi Devleti'nin Orta Asya'daki İslami potansiyeli engellemek için kullandığı anti-islam güçleri destekleme ve kışkırtma yönteminin birer uygulamasıdır. Ancak İsrail bunun yanında bir ikinci yöntemi, seküler liderleri destekleme ve yönlendirme yöntemini de kullanmaktadır. Bunun çarpıcı bir örneği, askeri bir darbe ile devrilene dek Azerbaycan'ın Devlet Başkanlığını yürüten Ebulfez Elçibey'di. Elçibey, İslam'a karşı garip yaklaşımlar içinde olan ve oldukça da seküler bir liderdi. Ali Bulaç, Elçibey'in zihin yapısından bir yazısında şöyle söz etmişti:
Azerbaycan'ı ziyaret ettiğim sene Elçibey başındaydı... Amerika ve Türkiye'ye mesajlar göndermek üzere ikide bir İran'a çatıyor, arasıra 'İranlı mollalar kafamı bozmasın, değil Şiiliği, Müslümanlığı dahi yasaklayıp Şamanizmi ilan ederim' diyordu. Bir defasında da Hz. Muhammed (s.a.v.) ile peygamberliğin sona ermediğini, Mustafa Kemal'in Türk dünyasının peygamberi olduğunu söylemiş, bu çirkin, çiğ ve küstahça demecinden dolayı gece gündüz sarhoş dolaşan Azeriler'den bile tepki almıştı. Son günlerde aynı Elçibey'in İran'ı parçalamak üzere bir kez daha sahneye çıktığını görüyoruz. Geçmişte İran'ın pek yakın bir gelecekte beş ana parçaya bölüneceği kehanetinde bulunan bu Azeri İttihatçı, şimdi tarihin iki Azerbaycan'ı birleştirme görevini kendisine verdiğini, bu kaçınılmaz kadere boyun eğerek İran sınırları dahilinde kalan Güney Azerbaycan'ı Kuzey Azerbaycan'a katacağını söylüyor... Belli ki birileri Elçibey'e bu yönde demeçler verdiriyor, arkasından birtakım medya kuruluşlarıyla eşgüdüm halinde bunu kamuoyuna bir duyuru ve İranlılar'a bir tehdit olarak öne sürüyor. Bu duyuru ve tehditlerin hangi merkezden beslendiğini tahmin etmek için kahin olmak gerekmez. Amerika ve İsrail'in İran'a karşı başlattıkları saldırı ile birlikte düşünüldüğünde bu tehditin kaynağı da açığa çıkmış olmaktadır. Belli ki bu işi uluslararası Siyonizm tezgahlamaktadır.
Ali Bulaç'ın Elçibey'in tavrını -ve ona destek veren bazı medya kuruluşlarını- "uluslararası Siyonizm"le ilişkilendirmesi yerindeydi. Çünkü "Azeri İttihatçı", iktidarda olduğu sırada gerçekten de "uluslararası Siyonizm"le çok ilginç yakınlaşmalar içine girmişti. Elçibey yönetimi sırasında İsrail ve Azerbaycan arasında gizli bir diplomasi trafiği başlamıştı. Resmi olarak iki ülke arasında diplomatik ilişki kurulmuş olmamasına karşın, İsrail'in temsilcisi Lev Bardani Bakü'de bir eve yerleşmiş ve 'İsrail'in Azerbaycan'daki gözü-kulağı' işlevini görmeye başlamıştı. Lev Bardani'nin haftada birkaç kez Elçibey'le ve Savunma Bakanlığı ile görüştüğü rapor ediliyordu. Lev Bardani, özellikle askeri konularda Azeri yönetimi ile diyalog kuruyordu. Bardani ayrıca ülkedeki Yahudi cemaatinin önde gelenleriyle de bağlantı halindeydi.
Elçibey de İsrail'i çok sevmişti. "İsrail'le askeri alanda işbirliği yapmak istiyoruz. İsrailliler çok gelişmiş bir teknolojiye sahipler ve mükemmel silahlar üretiyorlar. Fakat böyle bir ilişkinin olumsuz bir şekilde değerlendirilmesini istemiyoruz. Her durumda İsrail ile diplomatik ilişkiler bir-iki ay içinde kurulacak" diyordu. Bu ilişkilerin arkasında oldukça ilginç isimler de vardı; İsrail ve Azerbaycan arasındaki askeri ilişkiler, üst düzey Mossad yetkilisi David Kimche tarafından yönetiliyordu.
Elçibey'in "uluslararası Siyonizm"le olan ilişkisi, 1992 Ağustosu'nda Türkiye'ye yaptığı bir resmi ziyaret sırasındaki ilginç bir görüntüyle de tescillenmişti. Elçibey'in heyetinde Azerbaycan'daki Yahudileri temsilen cemaat lideri Boris Vayzalt da bulunuyordu. Çankaya'da Elçibey onuruna verilen resepsiyona başındaki kutsal takkesi (kipa ya da tefilin) ile katılan Vayzalt, Azeri liderinin yanında anlamlı bir tablo oluşturmuştu.
Bu ülkelerin yanısıra, İsrail, Orta Asya'daki; Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan gibi Türki Cumhuriyetlerle de yakın ve ilginç ilişkiler kurdu. Ticari görünüm altında yürütülen bu ilişkilerin gerçek amacı ise Orta Asya'daki muhtemel bir İslami yükselişe karşı önlem alabilmek, bölgedeki seküler yöneticileri güçlendirip, onları İsrail'in müttefikleri arasında katabilmekti.
"Ahzab"
"YENİ MASONİK DÜZEN" adlı kitap ile ortaya konan ve bu yazıdizisi boyunca da özetlenen bu gerçekler, aslında bizlere Kuran ayetlerinin ve İslam'ın tarihi tecrübesinin yeni bir tecellisini göstermektedir.
Kuran, Müslümanların karşılarında düşman olarak kimi bulacaklarını bildirirken şöyle der: "Andolsun, insanlar içinde, mü'minlere en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve müşrikleri bulursun" (Maide Suresi, 82). Bugün dünyanın dört bir yanında Müslümanlara düşmanlık gösteren yerel güçler -Sırplar, Hindular, vb.- ayetin içindeki "müşrik" tanımına uymaktadırlar. Ancak ayetin hükmüne göre, müşrikler kadar en az Yahudilerin de Müslümanlara düşmanlığı sözkonusudur. Ve Anti-İslami Enternasyonal'in anatomisi bizlere göstermektedir ki; bugün İslam dünyasının dört bir yanındaki İslam-karşıtı hareketlerde "müşrik"lerin yanında "Yahudileri" de bulmak mümkündür.
Bu ilginç durum, aslında İslam ümmetinin ilk kez karşılaştığı bir durum değildir. Peygamberimiz zamanında da Hayber Kalesi'ni mesken eden Yahudi kabilesi Ben-i Kaynuka, Arap yarımadasındaki farklı müşrik topluluklarını Müslümanlara karşı organize etmişti. Hendek (Ahzab, Hizipler) savaşı, Yahudiler tarafından kışkırtılmış olan farklı grup (hizip)lerin Müslümanların elindeki Medine'ye saldırmalarıyla gerçekleşmişti. Bugün de Müslümanlar, aynı merkezden kışkırtılıp organize edilen farklı hiziplerin saldırılarıyla karşı karşıyadır.
Ahzab savaşı oldukça uzun sürmüş, ama sonunda Müslümanların zaferiyle sonuçlanmıştı. Madem bugün benzeri bir durumla karşı karşıyayız, öyleyse bu kez de aynı sonuç gerçekleşebilir.
Ancak bir şartla; bugünkü Müslümanlar da, Ahzab savaşını yapan sahabenin iman, ihlas ve kararlılığına sahip olmalıdır. Sahabe gibi düşünmeli, sahabe gibi davranmalı, sahabenin aklına ve bilincine sahip olmalıdır. Her zaman için birlik ve beraberlik düsturu ile hareket etmeli, onları birbirine düşürmek için düzenlenen kışkırtma ve tuzaklara alet olmadan, her türlü dünyevi hırs ve tutkudan kopmuş bir biçimde, tek bir mukaddes amaç için çalışmalıdırlar.
Özellikle Türkiye'ye bu konuda büyük bir görev düşmektedir. İslam dünyasının liderliğini asırlar boyu yürütmüş ve bugün de aynı liderliği yürütmek için gereken siyasi ve sosyolojik birikime sahip olan Türkiye, eğer bu sorumluluğu üstlenecek bilince de sahip olursa, o zaman 21. yüzyıl bir öncekinden çok daha farklı olabilir. Anti-İslami Enternasyonal, ve özellikle de onun "Moskova"sı olan İsrail, işte bu yüzden Türkiye konusunda çok hassastır. Bu yüzden Türkiye'yi İslami kimliğinden koparmak ve o kimlikten uzak tutmak için bu denli büyük bir diplomasi ve gizli diplomasi faaliyeti yürütmektedir. Yine aynı sebeple, Türkiye'deki Müslümanları birbirine düşürmek, toplumun bir kısmının İslam'a cephe almasını sağlamak için çeşitli provokasyonlar ve dezinformasyonlar üretmektedir.
İşte tüm bu nedenle, Türk toplumunun bu büyük oyuna gelmemesi, kendi esas kimliğinden uzaklaşmaması, o kimliğe sarılması, hem Türk toplumunun hem de İslam dünyasının genelinin kurtuluşu için elzemdir.
Amerikalı stratejist Samuel Huntington'ın, Foreign Affairs dergisinin 1993 yazındaki sayısında yayınlanan ve dünyanın yakın gelecekte bir "medeniyetler çatışması"na sahne olacağını ve en büyük çatışmanın da Batı ve İslam medeniyetleri arasında geçeceğini öne süren makale çok ses getirmişti. Bu makalede ortaya konan görüşlerin, Amerikan strateji merkezleri tarafından önemli boyutlarda onaylandığı da daha sonra sık sık konu edildi. Ancak bu noktada çok önemli bir ayrıntıya dikkat etmek gerekiyordu: Huntington'ın sözünü ettiği ya da belki ilan ettiği büyük çatışma, yakın gelecekte başlayacak değildir; çoktan başlamıştır. İslam'ın, mevcut seküler dünya sistemi için tek ciddi alternatifi hatta belki "tehdit"i oluşturduğu ayan beyan ortadadır ve "karşı taraf"ın şahinleri, uzunca bir süredir İslam'a karşı örtülü bir savaş yürütmektedirler.
İslam'a karşı yürütülen bu savaşın farklı yöntemleri olduğundan söz edebiliriz. İslam aleyhtarı propaganda ile İslam'ı dejenere etme, aslından saptırma çabaları bu yöntemler arasında sayılabilir. Ancak tüm bunların yanında dünya Müslümanlarının kontrol altına alınmaları, zayıflatılmaları ve ezilmeleri de kuşkusuz İslam'a karşı girişilen savaşın önemli bir boyutudur. Son yıllarda yaşadığımız örnekler, Müslümanların fiziksel olarak imha edilmelerinin bile sözkonusu olduğunu gösteriyor. Bugün İslam dünyasına baktığımızda; Bosna-Hersek'te, Cezayir'de, Tunus'ta, Eritre'de, Mısır'da, Afganistan'da, Keşmir'de, Doğu Türkistan'da, Çeçenya'da, Endonezya'da, Tayland'da, Filipinler'de, Burma'da, ya da Sudan'da dünya Müslümanlarının ezilmeye, baskı altına alınmaya ve yok edilmeye çalışıldığını rahatlıkla görebiliriz. Bu sayılan coğrafyalarda müslümanlar görünüşte farklı düşmanlarla karşı karşıyadırlar. Bosna'da Sırplar, Keşmir'de Hindular, Kafkaslar'da Ruslar, Cezayir, Mısır, Fas, gibi ülkelerde de baskıcı rejimler tarafından hedef alınmaktadırlar. Ama her nedense, birbirinden bağımsız gibi gözüken bu İslam-karşıtı güçler, hep benzer yöntemleri kullanmaktadırlar. Acaba bu durumun açıklaması nedir? Yoksa, sözkonusu anti-İslami güçler arasında bir ilişki olabilir mi?
Bu yazı dizisi boyunca, bu incelemeyi yapacak ve ABD'nin gizli kimliğini ortaya çıkaracağız. Burada kullanılan bilgiler, bir süre önce yayınlanan "YENİ MASONİK DÜZEN" Dünyanın 500 Yıllık Gerçek Tarihi ve Dünya Düzeni'nin Gizli Yöneticileri" adlı kitapların "Düzen'in Müslümanlarla Savaşı" başlıklı 12. bölümünde yer alan incelemelerin bir derlemesi ve özetidir. Yazı dizisi boyunca alıntı yapılan ve kendisine gönderme yapılan kaynaklar hakkındaki ayrıntılı bilgi burada verilmemiştir. Dileyenler, "YENİ MASONİK DÜZEN" kitabına başvurabilirler.
Bu kitapta ortaya konan ve burada da geniş bir özetini sunacağımız gerçek ise son derece çarpıcıdır: Dünyanın farklı bölgelerindeki önemli anti-İslami güçlerin hemen hepsi, tek bir merkezle bağlantı halindedirler. Bu merkez, onları askeri ve siyasi yönden desteklemekte, hatta kimi zaman yönlendirmektedir.
Bir başka deyişle, bir zamanların "Komünist Enternasyonal"i gibi, bugün de dünya üzerinde adı konmamış bir "Anti-İslami Enternasyonal" vardır!...
Bu Anti-İslami Enternasyonal'in bir de "Moskova"sı vardır: İslama karşı global bir savaş örgütlemekte olan İsrail ve onun Amerikalı uzantıları...
Bu sonuca nereden mi varılmaktadır?
Cevap basittir; çünkü İslam dünyasının Fas'tan Filipinler'e kadar uzanan coğrafyası incelendiğinde, anti-İslami güçler ile İsrail arasında -önemli bölümü gizlice yürütülen- askeri, siyasi ilişkiler olduğu, İsrail'in bu güçleri destekleyip kışkırttığı ortaya çıkmaktadır.
"Anti-İslami Enternasyonal"in Anatomisi
Gazeteci Ruşen Çakır, Milliyet'te yayınlanan "ABD'nin Refah Dosyası" başlıklı bir yazı dizisinde Amerika'daki farklı çevrelerin radikal İslam'a karşı farklı yaklaşımlar içinde olduğuna dikkat çekmişti. Çakır'ın vurguladığı konuların başında (RP de dahil olmak üzere) İslami kesimlere karşı "şahin" politikaları savunanların, asıl olarak Amerikalı Yahudiler ya da İsrail lobisine yakınlığı ile tanınan kişiler oluşu geliyordu."Yahudi kökenlilerin, ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik dış politikalarının belirlenmesinde epeyce etkin oldukları, büyük medya kuruluşlarını ve belli başlı düşünce üretim merkezlerini (think-tank) denetledikleri biliniyor. Bu çevreler RP'yi yakından izliyorlar ve onun hakkında pek olumlu düşüncelere sahip oldukları söylenemez" diyen Çakır, Amerika'da İslam'a yönelik üç farklı bakış açısının olduğunu söylüyor ve bunları "şahinler, güvercinler ve ortayolcular" olarak nitelendiriyordu. "Şahinler", İsrail yanlılarıydı.
Çakır şöyle yazıyordu. Tartışmanın 'şahinler' kanadı ağırlıklı olarak Yahudi kökenli ya da İsrail Devleti'yle doğrudan ya da dolaylı ilişki içinde olan Ortadoğu araştırmacılarından oluşuyor... Bernard Lewis'in 'duayenliğini' yaptığı şahinler, İslam dininin özünde demokrasiyle bağdaşmadığını, dolayısıyla politik İslamcı hareketlerle kalıcı işbirliğinin imkansız olduğunu savunuyor.
Çakır'ın sözünü ettiği durum, oldukça aşikar bir durumdu. Amerika'da "radikal İslam" konusunda yapılan propagandanın neredeyse tümüyle İsrail lobisinden kaynaklandığı, İsrail lobisinin sürekli olarak ABD yönetimini bu konuda sertleşmek için ikna etmeye çalıştığı konuyu yakından izleyen herkes tarafından farkedilebiliyordu. Washington Report on Middle East Affairs dergisi de, bu konuya değinmiş son yıllarda sistemli olarak körüklenen "Yeşil Korku"nun kaynağının İsrail ve onun lobisi olduğuna dikkat çekmişti. Haberde şöyle deniyordu:
... İsrail'in önceki Likud hükümeti 'İslami tehdide karşı güçlü bir kampanya başlatmıştı. Onun arkasından gelen İşçi Partisi hükümeti ise bunu daha da ileri boyutlara taşıdı. Mesela başbakan İzak Rabin pek çok politik demecinde ve röportajda İran'ın Orta Doğu İmparatorluğunun hakimi olmayı isteyecek kadar 'megalomanyak' bir tavır içinde olduğunu ve şu an bir 'İslami Bomba'yı hazırlama aşamasında olduğunu belirtti. Geçen sene Knesset'te verdiği bir demeçte Rabin bu kampanyanın rengini ortaya koydu ve şöyle söyledi.
'İsrail, İslami teröre karşı başlattığı savaşla derin bir uykuya dalmış olan dünyayı uyandırmayı amaçlamaktadır'. Ve 'İslami fundamentalizmin içerdiği büyük tehlikelerin önümüzdeki yıllarda dünya barışı için büyük bir tehlike oluşturacağı' yolundaki uyarısını yaptı: 'Ölüm tehlikesi kapımızın önündedir.' Bu ifadelerin arkası, çeşitli Arap rejimlerine karşı olan tavrı ve İslamcı kesime verdiği destek nedeniyle tehdit olarak görülen İran'ı inceleyen İsrailli 'askeri' ve 'istihbarat' kaynaklarının basına sızdırdığı bilgilerle geldi. İsrail kaynaklı raporlarda, Batı'daki ve ayrıca Amerika'daki Müslüman gruplarla Sudan, İslami Cihad ve Hamas yollarıyla kurulan İran bağlantısı detaylı bir şekilde anlatılıyordu. Amerikan İsrail Halkla ilişkiler Komitesi (AIPAC) ve diğer bazı Amerikan Yahudi organizasyonları İsrail'in gündemindeki bu konuyu gayet başarılı bir biçimde yaydılar. Büyük gazetelerdeki köşe yazarları, 'terör uzmanları' ve Kongre üyeleri bu mücadeleye yasallık kazandırabilmesi için İslam/İran tehdidiyle ilgili fikirleri bütün dünyaya yaydılar.
Yakın zamanda ve ayrı ayrı Washington'a yaptıkları ziyaretlerinde Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ve İsrail Devlet Başkanı Rabin son olarak New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanmasıyla ilgili yaptıkları konuşmalarda adeta aynı 'Radikal İslam Tehdidi' başlıklı yazıyı okuyor gibiydiler. Gerek Başkan Clinton'la yaptıkları toplantıda gerekse Kongre liderleriyle görüşmelerinde ve basına verdikleri demeçlerde her ikisi de New York'taki terörist hareketin İran'ın finanse ettiği global bir İslami tehdidin bir parçası olduğunu ve sadece İsrail'le Mısır'ı değil aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri'ni de hedef alan bir tehdit olduğunu ifade ettiler. Her yerde yankılanan görüşleriyle İsrail'in yeni Likud lideri ve 'terör uzmanı' Benjamin Netanyahu ise Dünya Ticaret Merkezinin bombalanmasının 'yalnızca deli bir adamın işi' olmadığını fakat kasıtlı ve sistematik bir vahşet olduğunu ve sözkonusu olan şeyin 'Amerika Birleşik Devletleri'nin kalbini, New York Şehrinin kalbini hedef alan organize olmuş İslami terör' olduğunu söyledi.
İsrail'in İslam'a karşı giriştiği mücadele, yalnızca Yeşil Korku'nun körüklenmesi ve Rabin'in ifadesiyle bu konuda "derin bir uykuya dalmış olan dünyanın uyandırılması" ile sınırlı değil. Pek kimsenin fark etmediği bir gerçek var; İsrail uzunca bir süredir, öncelikle Ortadoğu'da ve ikinci aşamada da İslam dünyasının diğer coğrafyalarında Müslümanlarla çatışan rejim ya da devletlere stratejik destekler veriyor.
"İsrail'in Dünya Savaşı"
Aslında İsrail'in, bundan çok daha önce, 1950'lerde başlamış olan ama genelde gizli yürütülen bir "dünya savaşı" var. Hayfa Üniversitesi'nde psikoloji profesörü olan Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why adlı önemli kitabında, Yahudi Devleti'nin onyıllardır "Üçüncü Dünya" ile savaştığını yazmıştı. Hallahmi'nin ortaya koyduğu belgeler, İsrail'in Üçüncü Dünya'nın neredeyse tüm faşist rejimlerine silah sattığını ve bazılarına da "teknik yardım" verdiğini ortaya koymaktadır. (Teknik yardım, İsrailli askeri uzmanlar ve Mossad subayları tarafından verilmektedir, konusu ise karşı-gerilla savaşı, psikolojik savaş, halk hareketlerini bastırma, sorgu yöntemleri gibi "kirli" operasyonlardır).
Hallahmi'nin yazdığına göre İsrail'den silah ve "teknik yardım" alan rejim ya da örgütlerin arasında; Guatemala ve Honduras'taki aşırı sağcı diktalar, Nikaragua'daki Somoza diktası ve ardından sağcı kontra gerilları, Kolombiya'nın kokain kartelleri, Şili'deki Pinochet rejimi, Paraguay'daki Stroessner diktası, El Salvador'daki sağcı rejimin kurduğu ünlü "ölüm mangaları", Haiti'deki Duvailer diktası, Arjantin'deki kanlı askeri cuntalar, Panama diktatörü Manuel Noriega, Sri Lanka'daki Tamil gerillaları ve aynı zamanda da Sri Lanka devlet güçleri, Zaire'deki Mobutu diktatörlüğü, Uganda'nın "yamyam" faşisti İdi Amin, "Orta Afrika İmparatorluğu" İmparatoru Bokassa, Güney Afrika'daki Apartheid rejimi ve Zulular'ın Inkatha partisi, Angola'daki sağcı UNITA ve FNLA gerillaları, Güney Sudan'daki ayrılıkçı Anya-Nya hareketi, Rodezya'nın eski ırkçı beyaz rejimi yer almaktadır.
İsrail ile sözkonusu rejim ya da örgütler arasındaki ilişkiler; Bishara Bahbah'ın Israel and Latin America: The Military Connection, Andrew ve Leslie Cockburn'un Dangerous Liason: The Inside Story of the US-Israeli Covert Relationship, George ve Douglas Ball'un The Passionate Attachment: America's Involvement with Israel, 1947 to the Present, ve eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky'nin By Way of Deception ve The Other Side of Deception adlı kitaplarında da kısmen konu edilir.
Tüm bunlar gizli yürütüldüğü için pek bilinmeyen ama gerçek bağlantılardır. Benjamin Beit-Hallahmi, İsrail'in neden böyle bir global mücadele içinde olduğunu açıklar. Buna göre İsrail, karşı karşıya olduğu düşmana karşı -ki bu Soğuk Savaş boyunca Arap ülkeleri olmuştur- son derece kapsamlı bir mücadele yürütmektedir. Bu mantık gereği, Soğuk Savaş boyunca İsrail, çoğu zaman ABD'yle beraber ama kimi zaman da tek başına, Üçüncü Dünya'daki tüm aşırı sağcı/faşist rejim ve güçleri desteklemiştir. Bunun nedeni İsrail'in, Üçüncü Dünya'da gelişebilecek bir radikalizmin düşman Arap ülkelerine verilecek desteğin artmasına neden olacağından korkması ve Üçüncü Dünya radikalizmini uzun vadede doğrudan kendisine yönelik bir tehdit olarak görmesidir. Benjamin Beit-Hallahmi, kendi ülkesinin yöneticilerinin Üçüncü Dünya'ya nasıl baktığını şöyle anlatır:
İsrail liderleri, Üçüncü Dünya radikal hareketlerinin zafer kazanmasını uzun vadede İsrail'e bir tehdit olarak görmektedirler. Birincisi Amerika'yı zayıflattığı için, ikincisi İsrail'e karşı ve Arapların yanında olan Üçüncü Dünya radikalizasyonunu kuvvetlendirdiği için...
İsrail toplumunun özelliği hep kazananlardan yana olması ve kaybedenlere hiç acıma duymamasıdır. 'Onlar gibi olmak istemiyorsan hiç bir zaman zayıflara acıma'; işte İsrail hayatını yönlendiren ruh budur.... Bir İsrailli subay hiç bir durumda kurban olmaz. Tek bildiği gerçek diğer insanlardan üstün olmak, onları kontrol etmek ve onlara hükmetmektir.... İsrailliler Üçüncü Dünya insanlarını küçümserler, küçümserler çünkü onların çoğu zayıftır ve baskı görmüştür. Bu küçümsemede hiç acıma yoktur, kurbanlara hiç şefkat duyulmaz. Üçüncü Dünya insanları kurbandırlar, zayıf ve çaresizdirler. İsrail'den hiç bir merhamet göremezler.
Bu satırların yazıldığı sırada İsrail işgali altındaki Gazze şeridinin nüfusu 525.000 ve km2 başına 2.150 kişi düşüyor. Sağlığı yerinde olan çoğu Gazzeli 8 yaşından itibaren ortalama İsrail ücretlerinin %40 altındaki ücretlerle İsrail'de çalışmaya başlıyorlar. Gelir vergisi ve sosyal güvenlik vergisi ödüyorlar ama hiç bir haktan yararlanamıyorlar, çünkü vatandaşlık hakları yok. İşte İsraillinin gözünde Üçüncü Dünya Gazze, Gazze de Üçüncü Dünyadır. İsrail anlayışına göre, Gazze çaresizliğin ve fakirliğin sembolüdür, ama Gazze vatandaşlarına acıma yoktur, çünkü onlar düşmandır. Dolayısıyla İsrailliler için Üçüncü Dünya uzak bir kavram değildir. İsrailliler Üçüncü Dünya'yı Gazze'de görürler, onunla birlikte yaşar ve her gün onunla savaşırlar....
İsrailli olmanın insana kazandırdığı deneyim, savaşmaktır. Devamlı, barış umudu olmaksızın savaşmak. Savaş sadece bir hayat tarzı olmakla kalmaz, ayrıca hayata bir bakış açısı halini de alır. Bu bakış açısı bir boğaz kesme yarışı halini alır; insanların ve milletlerin arasındaki sosyal ilişki dünyasını sadece en güçlünün yaşamını sürdürebileceği vahşi bir ormana döndüren bir bakış açısı olur. İsrail'in dünyaya olan bakış açısı, Sosyal Darwinizm denilen şeye, yani dünyanın yönetenler ve yönetilenler, hükmedenler ve hükmedilenler olarak ikiye bölündüğünü savunan düşünceye dayanır."
Ancak İsraillilerin Üçüncü Dünya'ya yönelik bakış açısında, Soğuk Savaş'ın bitiminin ardından bir değişiklik olmuştur. Çünkü artık Üçüncü Dünya'da ciddi bir sol radikalizm yoktur. Geride tek bir radikalizm kalmıştır; İslami radikalizm. Bu nedenle de İsrail, Soğuk Savaş yıllarında dünyanın dört bir yanındaki faşistlere, sağcı diktatörlere, anti-komünist ölüm mangalarına verdiği desteği, son dönemlerde İslam'a karşı olan rejim ve güçlere yöneltmiştir.
Keşmir'den Sudan'a Anti-İslami Enternasyonal
Bugün İslam ümmetinin sıcak cephelerinden birisi, Hindistan ve Pakistan arasında onyıllardır ihtilaf ve iki kez de savaş nedeni oluşturmuş olan Jammu-Keşmir bölgesidir. Keşmir nüfusunun ezici çoğunluğu Müslüman olmasına karşı 1947'deki ayırım sırasında Hindistan'ın elinde kalmıştır. O tarihten bugüne dek Keşmirli Müslümanlar çeşitli direniş örgütleri oluşturarak Hint yönetime karşı eyleme geçmişler, buna karşılık da son derece sert uygulamalarla karşılaşmışlardır. 1947'den bu yana Keşmir'de 200 bin Müslüman rejim tarafından tasviye edilmiştir. ABD"de bulunan "Keşmir-Amerikan Konseyi", 1992 yılında yayınladığı bir bildiri ile resmi terörün bilançosunu şöyle vermiştir:
-Ocak 1990'dan itibaren, 897'si işkence sırasında, 15.105 kişi öldürüldü. 7.690 kişi yaralandı.
-1.247 kişi sakat kaldı. Organları kopan 2.030 çocuk hastahanelerde tedavi edildi.
-14.365 ev kundaklandı.
-3 günlük gazete ve 490 İslami eğitim yapan okul kapatıldı.
-11.600 kişi halen işkence hücrelerinde tutuluyor. 95.000 kişi tutuklanmamak için gizleniyor.
Dolayısıyla Keşmir bugün Huntington'ın sözünü ettiği "İslam'ın kanlı sınırları"ndan biridir.
Keşmir İslam'ın bir "cephesi" olduğuna göre, Anti-İslami Enternasyonal de bu cephede yerini almış durumda. Anti-İslami Enternasyonal'in lideri olan İsrail, Keşmir'deki İslami muhalefete karşı Hindistan'la stratejik bir ittifak içinde. Washington Report on Middle East Affairs, Ocak 1994 sayısında ABD'deki İsrail lobisi ve radikal Hindu grupları arasındaki işbirliğiyle ilgili uzun bir araştırma yayınladı. Yazıda, Yahudi lobisiyle Hindular, özellikle de Keşmir'deki Müslümanlarla çatışan radikal Hindu örgütleri arasında tam bir "ittifak" oluşturulduğu yorumu yapılıyordu.
Washington Report, sözkonusu haberinde Hindistan'da gittikçe güçlenen Hindutva hareketine dikkat çekiyordu. Hindu radikalizminin temsilcisi olan hareket, dini fanatizme ve Müslüman düşmanlığına dayanıyordu. Hindutva'nın önemli bir özelliği ise, Amerika'da da bazı uzantılarının olmasıydı. Washington'da üslenmiş olan BJP, RSS, VHP-World Hindu Council, FISI gibi Hindu örgütleri, Hindistan'daki radikal Hindulara destek vermeye çalışıyorlardı. Haberde bu Hindu örgütlerinin gerçekten de son dönemlerde etki sahibi oldukları yazılıydı. Bunun nedeni ise, Hindu örgütlerinin Washington'daki en büyük lobi olan İsrail lobisiyle ittifak yapmalarıydı. Washington Report, BJP-RSS-VHP gibi Hindu örgütlerinin "bir Hindu-Siyonist ittifakı" kurma yolunda oldukları yorumunu yapıyordu.
Sözkonusu örgütler, Keşmir'de ve genel olarak tüm alt-kıtada Müslümanlara yapılan saldırıların sorumlularıydılar. Bu örgütler, Hindistan'daki en saldırgan Hindu örgütü olan Shiv Sena ("Shiva'nın Ordusu"; Shiva Hindu dininde "yok etme tanrısı" olarak kabul edilir) ile çok yakın bağlantı içindeydiler. Bu gruplar, Müslüman camilerine, Bombay'daki ve tüm Hindistan'daki Müslüman topluluklarına yapılan saldırıları organize ediyorlardı. RSS'nin önde gelenlerinden Guru M. S. Golwakar, bir keresinde "Adolf Hitler'in uyguladığı ırk temizliği programının aynısının Hindistan'da da başta Müslümanlar olmak üzere Hıristiyanlar, Budistler ve Sihlere de uygulanmasını" istemişti.
İlginçtir, Hitler'e özenecek kadar faşist olan bu Hindu örgütleri, İsrail'le çok samimiydiler. Washington Report, aynı Hindu gruplarının, Şimon Peres'in 17 Mayıs 1993'te Hindistan'a yaptığı ziyaret sırasında Peres'le en yakın bağlantı kuran gruplar olduğuna dikkat çekiyordu. Radikal Hindu örgütleri ile İsrail arasındaki yakınlaşmaya Washington'da yayınlanan The Times of India gazetesi de dikkat çekmişti.
Washington Report, BJP-RSS-VHP liderlerinin İsrail'e ve İsrail lobisine olan hayranlıklarını açıkça ifade etmelerini de vurguluyordu. Örneğin ABD'deki Hindu örgütlerinin liderlerinden biri olan Tiwari, "Yahudi lobisi gerçekten de çok yetenekli ve güçlü, buradaki sistemin nasıl işlediğini çok iyi biliyorlar. Hindistan'ın çıkarları için de şimdiye kadar çok şey yaptılar" diyerek lobiye olan minnettarlığını vurgulamıştı. Tiwari ayrıca "Bizim lobi çalışmalarımız çok zayıf. Ama her ihtiyacımız olduğunda İsrail lobisinden yardım istiyoruz. Bizi şimdiye kadar hiç geri çevirmediler" demişti. Washington Report, İsrail lobisinin Hindu'lara destek olmak için bazı think-tank'leri de devreye soktuğunu yazıyor ve bunların başında Morton Abramowitz'in yönettiği Carnegie Endowment'ın geldiğini bildiriyordu. Haberde ayrıca Şimon Peres'in Hindistan ziyareti sırasında söylediği "Pakistan'ın terörist devlet ilan edilmesi için size destek vereceğiz" sözü de hatırlatılmıştı.
İsrail ve Hindistan arasındaki ittifak, yalnızca lobi desteğiyle sınırlı değildi. İsrail, uzun yıllardır özellikle Keşmir direnişine karşı Hint yönetimine askeri destek de veriyordu. İsrail'in Hindistan'a verdiği destek ile ilgili haberler, dünya basınına ilk kez 1960'lı yılların sonunda yansımıştı. New York Times'ın Kudüs muhabiri Terence Smith, 28 Ağustos 1968'de yayınlanan uzunca bir makalesinde bu ilişkiyi ayrıntılarıyla gözler önüne sermişti. Buna göre İsrail, Hindistan'a büyük oranlarda silah yardımı yapıyordu. Bu yardımın en önemli kısmını, İsrail'in 120 mm'lik son derece kullanışlı ve etkili havan topları oluşturuyordu. Ancak haberde de belirtildiği gibi, uzunca bir süredir devam eden bu tür askeri yardımlar son derece "gizli"ydi.
Soğuk Savaş dönemi boyunca Hindistan ve İsrail arasında özellikle istihbarat, savunma ve nükleer araştırma alanlarında yakın bir işbirliği devam etti. Hint ve İsrail askeri yetkilileri yıllardır karşılıklı ziyaret geleneğini sürdürdüler. Her iki ülke birbirinden askeri malzeme satın alıyordu. 1963'te Albay M. M. Sindhi, Hindistan'ın ihtiyaç duyduğu İsrail silahlarını tespit etmek üzere İsrail'e gitmiş ve 2 ay Hayfa'da kalmıştı. Bu ziyaret Hindistan'ın Kuzeydoğu eyaletlerinin Çin tarafından işgal edilişinden hemen sonraydı. Hindistan-Çin savaşı sırasında ortaya çıkan İsrail casusluk skandalının anahtar ismi Rama Sawarup'un açıklamasına göre, 1963 yılında İsrail askeri istihbarat şefi Hindistan'a davet edilmişti. Bunun nedeni, kötü durumda olan Sovyet silahları konusunda İsrail'den yardım istenmesiydi.
1965 Hindistan-Pakistan savaşı sırasında ise, İsrail askeri uzmanları, Askeri İstihbarat şefi başkanlığında Hindistan'ı ziyaret ederek, Pakistan'ın elinde bulunan Amerikan silahları konusunda Hintlilere bilgi verdiler. 1967 İsrail işgali sırasında da Hindistan taktik ve alınan sonuçları incelemek üzere İsrail'e askeri uzmanlarını gönderdi. İsrail 1971'de Bangladeş'in kurulmasıyla sonuçlanan Hindistan-Pakistan savaşı sırasında da Hindistan'a silah yardımı yaptı.
Hindistan ve İsrail arasındaki gizli ittifak, nükleer silahları da içeriyordu. İsrailli yazarlar Dan Raviv ve Yossi Melman'ın yazdıkları ve Mossad'ı konu edinen Every Spy a Prince adlı kitapta iki ülkenin nükleer alandaki işbirliğine değiniliyor. Victor Ostrovsky'nin By Way of Deception adlı kitabında da bildirildiğine göre, Hindistan 1984 yılında Pakistan'ın atom bombası yapmasından endişe ederek İsrail'den yardım istemişti. İsrail Hindistan'ın bu isteğine olumlu cevap vermiş ve iki ülke arasında gizli bir anlaşmaya varılmıştı. Bunun ardından 2 Hindistanlı nükleer fizikçi, nükleer bomba ve füze başlığı yapımında uzmanlaşmak için İsrail'e gitmişlerdi. 8 Şubat 1986 tarihli Indian Express gazetesinin verdiği habere göre ise, İsrail, kendisinin 1981'de Irak'ın nükleer santral inşaatına yaptığı saldırının bir benzerini Pakistan'daki nükleer santrala yapması için, Hindistan'a teknik bilgi aktarmıştı.
Uzun süre gizlilik içinde yürütülen bu ilişkiler, 1990'lı yıllarda iyice ortaya çıktı. Amerikan kökenli News India gazetesinin verdiği bir haberde, İsrail Gizli Servisi Mossad'ın uzunca bir süredir Hindistan gizli servisi RAW'ın elemanlarını eğittiği ortaya çıkarılmıştı. Mossad'ın Hintli meslektaşlarına verdiği eğitimin konusu ise "halk ayaklanmalarının bastırılması", yani Keşmir'deki İslami direnişin kırılması yönündeydi. Habere göre, İsraillilerin eğitiminden geçmiş yüz kadar RAW ajanı, Keşmir'de faaliyet gösteriyordu.
1992 yılında ise İsrailli askeri uzmanlar, BJP ve RSS gibi radikal Hindu örgütlerinin militer merkezlerinde görülmüşlerdi. Ayrıca, İsrail'in sürekli yalanlamasına rağmen, "güvenilir kaynaklar" Keşmir'de İsrailli askeri görevlilerin bulunduğunu bildiriyordu.
İsrail-Hindistan ilişkilerine Londra'da yayınlanan Middle East International dergisi de 6 Mart 1992 tarihli sayısında değinmişti. Jane Hunter'ın dergide yazdığı makalede, "Amerikan kaynaklı çeşitli raporlara göre Hindistan-İsrail yakınlaşmasının anti-İslami bir tabanı olduğu" haber veriliyor ve ayrıca Hindistan Savunma Bakanı Pawar'ın, Hint ordusunun İsrail tarafından eğitileceğini bildiren açıklamasına dikkat çekiliyordu.
Etiyopya Cephesi
Keşmir'den çok daha uzak bir yerde, Etiyopya'da da benzer bir Anti-İslami Enternasyonal ittifakı görülebilir. Onyıllardır süren ittifak, Etiyopya'nın farklı iki rejimi ve İsrail arasındadır ve Etiyopya'nın kuzeyindeki Eritreli İslami harekete karşıdır.
Nüfusunun % 80'i Müslümanlardan oluşan Eritre, yarım yüzyıl boyunca Etiyopya egemenliğine karşı savaştı. 1952'de BM Eritre'yi Etiyopya ile federal bir devlet haline getirmişti. Bu karar Eritre halkı tarafından kabul edilmedi. Geniş halk ayaklanmaları başladı. 14 Kasım1962'de ise Etiyopya karışıklıkları bahane ederek Eritre'yi topraklarına kattığını ilan etti. Böylece Eritre'de Etiyopya yasaları uygulanmaya başladı. "Etiyopya İmparatoru" Haile Selassie, Eritreli Müslümanlara baskı uygulamaya başladı. Çok sayıda rejim muhalifi tasviye edildi. Ayrıca Eritre halkının bir bölümü sürgüne uğratıldı, ve tümü inanç özgürlüğünden mahkum bırakıldı. 1974'de Haile Selassie, Marksist bir askeri darbe sonucunda devrildi ve Albay Mengistu Haile Mariam yeni sosyalist rejimin lideri oldu. Ancak Eritre'ye uygulanan baskı politikası değişmedi; Etiyopyalı "güvenlik güçleri", Eritre'de devlet terörü uygulamaya devam ettiler. Eritre'ye karşı uyguladığı bu politika ile "anti-İslami" vasfını yeterince ispatlayan Etiyopya rejiminin en büyük dostu ise, "Anti-İslami Enternasyonal"in lideri olan İsrail'di.
İsrailli profesör Benjamin Beit-Hallahmi, Etiyopya ile İsrail arasındaki "olağanüstü yakın" ilişkilere ve iki ülkenin arasındaki ittifakı uzun uzun anlatıyor. Buna göre, Etiyopya ile İsrail arasındaki ilişkiler ilk olarak 1952'de kurulan sivil ticaret bağlarıyla başladı. 1956 Süveyş savaşından kısa bir süre sonra, bir İsrail temsilcisi, Haile Selassie ve yardımcıları ile görüşmek için Etiyopya'yı ziyaret etti. 1958'de başlayan Etiyopya-İsrail ittifakı en üst düzeyde (İmparator düzeyinde) devam ediyordu ve Hallahmi'nin ifadesiyle, "bölgede radikalizasyonu ve Pan-Arabizmi durdurma" mantığı üstüne kurulmuştu.
Hallahmi, aynı sayfada Etiyopya-İsrail ittifakının ardındaki ortak noktayı da şöyle açıklıyor: "Bu ittifakın arkasında yatan ideolojik temel, Etiyopyalılar'ın, İsraillileri de yine kendileri gibi 'tehditkar Müslüman denizinin ortasında kendi güçlerini korumaya çalışan cesur bir halk' olarak görmeleriydi". Bu "ideolojik temel" üzerine kurulu olan Etiyopya-İsrail ittifakı, İsrail'in klasik yöntemlerini de içeriyordu: Silah yardımı ve "halk hareketlerini bastırma" konusunda destek... Hallahmi'nin yazdığına göre, Haile Selassie tarafından yönetilen Etiyopya ordusu, İsrail'den gelen askeri birlikler tarafından destekleniyordu. İsrailli askeri uzmanlar, Etiyopyalı komando birliklerini ve karşı-gerilla timlerini eğitmişti. Hatta Eritre'deki ayaklanmaları bastırmak için "Acil Durum Polisi" adlı 3.100 kişilik bir kontrgerilla timi özel olarak İsrail uzmanlarının eğitiminden geçmişti. Hallahmi şöyle diyor: "İsrail ve Etiyopya, Eritre Kurtuluş Cephesi'ne karşı girişilen ortak bir savaşın iki partneriydi".
1974'de Etiyopya'da Marksist bir darbe oldu ve Albay Mengistu iktidarı ele aldı. Ancak Haile Selassie ve Mengistu rejimleri arasında Eritre açısından bir fark yoktu; ilginçtir, İsrail'le ittifak açısından da bu iki rejim birbirinden ayrılmadı. Hallahmi'nin de vurguladığı gibi, Mengistu'nun liderliğindeki yeni Marksist rejim de İsrail'le olan ittifakını sürdürdü. 1977 yılında yine İsrailli uzmanların Etiyopyalı kontrgerilla timlerini eğittiği ve Etiyopya rejimine silah sevkiyatı yaptığı ortaya çıkmıştı. Hallahmi'nin ifadesiyle "Etiyopya ile İsrail arasında devam eden ilişki, iki ülkenin de bölgedeki İslami gruplara olan karşıtlığına dayanıyordu." Bu işbirliği, 1990'lara dek sürdü. Andrew ve Leslie Cockburn, Dangerous Liason'da, 1990 yılında İsrail'in, "ayrılıkçı militanlara" karşı kullanması için Etiyopya rejimine misket bombaları yolladığını not ediyorlar.
Sudan Cephesi
Etiyopya'nın komşusu olan Sudan da Anti-İslami Enternasyonal'in aktif olduğu alanlardan biridir. Bugün dünyada kendisini "İslam devleti" olarak tanımlayan ülkelerin sayısı, bir elin parmaklarını geçmemektedir. Bu devletlerden biri de Sudan'dır.
Sudan'ın yakın geçmişini incelerken gündeme gelen en önemli konu, ülkede onyıllardır süren kuzey-güney çatışmasıdır. Bu hem dini hem de etnik bir çatışmadır: Ülkenin kuzeyinde Müslüman Araplar yaşar. Güneyde ise Hıristiyan Afrikalılar çoğunluktadır. Bu dini ve etnik farklılık, ülkenin sınırlarını masabaşında üreten İngiliz sömürge yönetiminin bir mirasıdır. Ve bu miras, kanlı bir mirastır: 1960 yılından itibaren, güneyli Hıristiyanlar, kuzeydeki Müslüman Arapların denetimindeki Hartum yönetimine karşı 12 yıl süren bir ayaklanma yürütmüşlerdir. Anya-Nya adlı Hıristiyan örgütü tarafından yönetilen ayaklanma, 1972'de imzalanan bir anlaşma ile durdurulmuştur. Ve son yıllarda, İslami rejimin kurulmasından bu yana, güneydeki ayaklanma Sudan Halk Kurtuluş Ordusu yeniden başlamıştır. Çünkü "birileri", bu ayaklanmayı Hartum rejimine karşı desteklemektedir.
Tahmin edilebileceği gibi, Güney Sudan ayaklanmasını destekleyen güçlerin başında İsrail gelmektedir Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection'da İsrail'in Güney Sudanlı isyancı güçleri 1960'lı yıllardan bu yana desteklediğini bildiriyor. Buna göre İsrail, o tarihlerden başlayarak Anya-Nya hareketine silah yardımı ve askeri eğitim vermişti. Mossad, komşu ülkeler Uganda, Çad, Etiyopya ve Kongo'daki istasyonları aracılığıyla Güneyli ayaklanmacılarla bağlantı kurmuş, Torit kentindeki Mossad merkezinde 30 kadar Anya-Nya gerillası özel eğitimden geçirilmişti. İsrail 1970 yılında Sudan'ın güneyindeki Uganda ile bir anlaşma yaparak, Uganda-Sudan sınırını rahatlıkla kullanma ve Anya-Nya'ya destek verme imkanını genişletmişti. Eski bir Alman gerillası Rolf Steiner'ın söylediğine göre, İsrail, Güney Sudanlı ayaklanmacılara destek veren en önemli güç konumundaydı.
Ancak Güney Sudan ayaklanması, az önce belirttiğimiz gibi, Anya-Nya liderleri ve Hartum hükümeti arasında 1972'de yapılan Addis Ababa Anlaşması ile -geçici olarak- sona erdi. 1972-1985 yılları arasında ülkede iktidar Cafer Numeyri'nin elindeydi. Sudan'daki İslami gelişimin "ruhani" lideri olan ve o dönem parlamento üyeliği yapan Hasan el-Turabi, Numeyri tarafından 8 sene süreyle hapse mahkum edildi. Ve doğal olarak, Numeyri ile İsrail'in ilişkileri çok iyiydi: Hallahmi, Numeyri'nin Yahudi Devleti ile "son derece yakın ancak gizli ilişkiler geliştirdiğini", Numeyri rejimi sırasında Mossad'ın Hartum'da bir istasyon kurduğunu ve Sudan gizli servisi ile Mossad arasında yakın işbirliği oluşturulduğunu söylüyor.
Ancak Numeyri'nin iktidarı 1985'deki bir darbeyle sona erdi. 1989'a kadar ülke farklı hükümetlerin yönetiminde kaldı. 1989 yılında ise genel başkanlığını Hasan Turabi'nin yürüttüğü Müslüman Kardeşler örgütü Sudan'da yönetimi ele aldı. O tarihten sonra da Hasan Turabi önderliğinde İslami devlet sistemi kuruldu. Ve Sudan Parlamentosu'nun İslam kanunlarını yürürlüğe koymasının ardından, güneydeki Anya-Nya hareketi yeniden ayaklanma başlattı. Ayrılıkçıların lideri John Garang, Sudan yönetimi ile masaya oturmak için ilk önce, "İslam kanunlarının yürürlükten kaldırılması" şartını öne sürdü. Parlamento böyle bir ön şartı kabul etmeyince olaylar daha da şiddetlendi.
İslami rejime karşı yeniden başlayan ayaklanmanın en büyük destekçisi ise, eskiden olduğu gibi yine İsrail'di. Turabi, ayrılıkçıların silahları hangi yollardan sağladığı sorusuna "Ne yazık ki İsrail ve bazı komşularımız bizimle savaşmaları için Garang'ı silahlandırıyor" demişti. Zamanla ortaya çıkan bilgiler, Hıristiyan ayaklanmacılara Protestan ve Anglikan kiliseleri tarafından tabutlar içinde getirilen silahların asıl kaynağının İsrail olduğunu ortaya çıkardı.
Washington Report on Middle Affairs'in Haziran 1994 sayısında da İsrail'in Güney Sudan'a silah verdiğine dair bir yazı yayınlandı. Habere göre Tel-Aviv'den havalanan silah dolu bir Boeing 707, Uganda'daki Entebbe havaalanına inmiş ve karayolu aracılığıyla taşıdığı yüklü miktardaki silahı, Güneyli ayaklanmacıların lideri olan John Garang'ın komutasındaki Sudan Halk Kurtuluş Ordusu'na ulaştırmıştı.
"Ilımlı" Monarşilerin Desteklenmesi
İsrail, Müslümanlarla doğrudan savaşan güçleri desteklemenin yanında, bir de İslam ülkelerindeki seküler rejim ve liderlere de destek olmaya çalışmaktadır. Arap dünyasındaki muhafazakar monarşiler bugün İslami hareketlerin tehdidi altındadırlar ve İsrail bu monarşilerle çok yakın ilişkiler içindedir. En iyi iki örnek Ürdün Kralı Hüseyin ve Fas Kralı Hasan'dır.
Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection'da Fas Kralı Hasan'ın Yahudi Devleti ile olan ilişkileriyle ilgili ayrıntılı bilgiler veriyor. Buna göre, İsrail ve Fas arasındaki ittifak, 1960'larda, Arap dünyasındaki radikalizm dalgasının büyümesiyle başladı. Arap dünyasındaki monarşiler birer birer sahneden çekiliyordu ve Fas Kralı Hasan bu gidişi durdurabilecek tek gücün İsrail olduğunu düşünerek Tel-Aviv'e yanaştı. 1966'da, Fas ve İsrail arasındaki işbirliği İsrail için büyük bir enternasyonal iç krizin doğmasına sebep oldu: Fransa, Fas ve İsrail'in karıştığı Ben Barka olayı. Mehdi Ben Barka sürgünde yaşayan ve Hasan rejimi tarafından ölüme mahkum edilmiş Fas'lı radikal bir aydındı. Fas gizli servis şefi General Muhammed Oufkir, 1965'de kraldan Ben Barka'yı ortadan kaldırmak için emir aldı, ve derhal Mossad'dan yardım istedi. Mossad, Ben Barka'nın Paris'teki kaçırılma olayını organize etti. Daha sonra da Ben Barka öldürüldü. Fas gizli servisi o zamandan beri Mossad'la hep yakın ilişkiler içinde olmuştur.
İsrail, 1975'den beri Fas'a, Batı Sahara bölgesinde bağımsızlıklarını ilan etmeye çalışan Polisario asileriyle yaptığı savaşta da yardım etti. Ayrıca İsrail, Washington'daki lobisini kullanarak Amerikan Kongresi'nde Fas lehinde baskı ve propaganda yaptı. Hallahmi'nin not ettiğine göre, İsrailliler bu konuda özellikle Yahudi asıllı Kongre üyesi Stephen Solarz'ı devreye soktular. Halahmi, Fas Kralı Hasan'ın İsrail'le olan ilişkisinin, İran Şahı'nın İsrail'le olan olağanüstü yakın ilişkilerine benzediğini söylüyor.
Kral Hüseyin ise 1970'li yıllardan bu yana İsrail'le yakın ve de gizli ilişkilere sahiptir. İsrail gizli servislerinin Hüseyin'i darbe girişimlerine karşı bilgilendirdikleri, Kral'ın ise 1973'teki Yom Kippur savaşından birkaç gün önce İsraillilere Mısır ve Suriye'nin saldırı hazırlığında olduğunu bildirdiği, bilinen gerçeklerdendir.
Bosna-Hersek Cephesi
Anti-İslami Enternasyonal'in Bosna-Hersek'teki savaş hakkında ne düşündüğü de önemli bir sorudur. Bugün Batılı Yahudi kuruluşların ve Yahudi entellektüellerin, II. Dünya Savaşı sırasındaki Holokost'u çağrıştırdığı için, Bosna konusunda duyarlı davrandıkları bir gerçektir. Ancak İsrail ve bazı ABD'li uzantıları, Bosna'daki durumun farklı bir yönüyle ilgilenmektedirler. Başta Aliya İzzetbegoviç olmak üzere bugünkü Bosna-Hersek yönetiminde "İslamcılar"ın ağırlığı vardır ve daha da önemlisi, İran savaşın başından beri Boşnak ordusuna yaptığı silah yardımı ile buradaki etkinliğini artırmaktadır. Batılı Yahudiler belki "Boşnak"ların dramına insancıl bir ilgi duyuyor olabilirler, ama Anti-İslami Enternasyonal'in Batı Kudüs'te oturan stratejistleri Bosna'daki radikal İslami yükselişten hiç memnun değildirler ve bu onları Sırpların tarafına geçmeye yöneltmektedir.
Bu durumun çarpıcı bir örneği, 1993 yılında ABD'de yayınlanan Bosna ile ilgili ilginç bir "rapor"du. Oldukça marjinal iddialarla Sırplara destek veren rapor, ABD Kongresi'ne bağlı "Task Force on Terrorism and Unconventional Warfare" (Terörizm ve Olağandışı Savaşa Karşı İşbirliği) adlı kuruluşun direktörleri Yossef Bodansky ve Vaughn S. Forrest tarafından hazırlanmıştı. Iran's European Springboard (İran'ın Avrupa Çıkarması) başlığını taşıyan rapora göre, Aliya İzzetbegoviç ve hükümeti, İran'ın başını çektiği uluslararası bir "İslami komplo"nun parçası olarak, Balkanlar'da bir İslam Devleti kurmaya çalışıyorlar ve bunun için de her türlü kirli yönteme başvuruyorlardı. Raporun yazarları İzzetbegoviç'e o denli antipatiyle yaklaşıyorlardı ki, Bosna Müslüman güçlerinin, Sırplar aleyhinde dünya kamuoyunu provoke edebilmek için, kendi insanlarını öldürdüklerini ve işkenceye tabi tuttuklarını iddia etmişlerdi.
Raporda ayrıca, pek çok Müslüman ülkeden Bosna'ya gelen "İslamcı teröristler"in, Avrupa'da büyük bir "Müslüman ayaklanması" oluşturma hazırlığında oldukları, bu İslam devriminin, Müslümanların batıya ve liberal toplum yapısına duydukları derin kin ve nefretin bir sonucu olarak gerçekleşeceği öne sürülüyordu. Kullanılan üslup da oldukça ateşliydi. 14 sayfalık raporun içinde "İslamcı terörist" kelimesi tam 27 kez geçiyordu. Rapora göre, İngiliz Dışişleri Bakanı Douglas Hurd'e 1992 Temmuzu'nda yapılan bombalı saldırının ve ABC televizyonu prodüktörü David Kaplan'ın Ağustos ayında öldürülmesinin ardında da "özel eğitilmiş Bosna Müslüman güçleri" vardı.... Ve konuyla ilgili haberi veren Washington Report on Middle East Affairs'in Temmuz/Ağustos 1993 sayısında da vurguladığı üzere, rapordaki iddiaların hiç birine kaynak gösterilmemişti.
Peki bu propaganda kimin ürünüydü? Kim Bosna hükümetinin "propaganda olsun diye" kendi vatandaşlarını öldürdüğünü ve dolayısıyla Sırpların suçsuz olduğunu öne sürüyordu?
Raporun iki yazarından birinin, Yosef Bodansky'nin kimliği bu konuda oldukça aydınlatıcıydı. Bodansky, İsrail doğumlu bir Yahudiydi. 1970'lerde İsrail Hava Kuvvetleri dergisinin editörlüğünü yapmıştı. Daha sonra ABD'ye göç ederek John Hopkins Üniversitesi'ne akademisyen olarak katıldı. Amerikalı Yahudi örgütleriyle ilişkisi ise oldukça açıktı. JINSA'nın (Jewish Institute of National Security Affairs) bülteninde teknik yönetmen oldu. Washington kulislerinde Bodansky'nin bir "Mossad ajanı" olduğu söylentisi yaygındı. Nitekim Bodansky, Amerikan donanması istihbaratında çalıştığı sırada Amerikan gizli belgelerini İsrail'e aktarırken yakalanan Amerikalı Yahudi Jonathan Pollard'la da çok yakın ilişkilere sahipti.
Raporun öteki yazarı Vaughn S. Forrest de İsrail-yanlısı çevrelerle son derece içli-dışlıydı. Nitekim bu ikili, Bosna hakkındaki raporları sonucunda Amerikalı Müslümanlardan yükselen tepkilere, Washington Jewish Week'te cevap vermeye çalıştılar. Sözkonusu gazeteye verdikleri demeçte, yazdıkları raporu ve onun 'bilimselliğini' savundular. "Aslında tüm yazılanların kaynağı ve dipnotları var" diyordu Forrest, "... ama güvenlik nedeniyle ve masrafları kısmak için kaynak ve dipnotların olduğu ek bölümü raporla birlikte vermedik".
Bodansky, bu raporun ardından yine "İslam tehlikesi" ile ilgili bir kitap yayınladı. Kitabın adı Target America: Terrorism in the USA Today (Hedef Amerika: Günümüzde ABD'de Terörizm)di. Ayrıca Forrest ve Bodansky, The New Islamist International (Yeni İslami Enternasyonal) adlı 93 sayfalık yeni bir rapor daha yayınladılar. Rapor, Bosnalıların kendi vatandaşlarını öldürdükleri suçlamasını yeniden öne sürüyor, ayrıca "köktendincilerin Bosna-Hersek"teki savaşı Yeni Dünya Düzeni ile Müslümanların geleceği arasında bir çarpışma olarak gördüklerini, İslamcıların yeni intikam savaşları açmaya devam edeceklerini" iddia ediyordu...
İzzetbegoviç ve diğer Boşnak yetkililerin İslamintern'le olan ilişkileri, Amerika'nın Bosna politikasını da etkiledi. Amerikan yönetimi "Boşnak"lara sempati besliyordu; ama "Bosnalı Müslümanlar"dan, özellikle radikallerinden pek hoşlanmıyordu. Hürriyet'in Washington muhabiri Serdar Turgut, Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü Jonathan Spalter'in "bizim Bosna politikamızın temel amacı, oradaki İslami gelişimi önlemektir" dediğini yazmıştı.
Nitekim çok geçmeden Amerika'nın gerçekten de İzzetbegoviç'in ayağını kaydırmaya ve onun yerine "seküler" liderler getirmeye uğraştığı ortaya çıktı. Alman Der Spiegel dergisi, 31 Ocak 1995 tarihli sayısında, "Aliya İzzetbegoviç'in İslamcı akımlarla bağlantısından rahatsızlık duyan ABD yönetiminin, İzzetbegoviç'in yerine başka birinin getirilmesi için" çalıştığını yazmıştı.
İsrailli Profesör Açıkladı: İsrail, Sırplara Silah Veriyor!
İsrail, Bosna'daki İslami yönetimden rahatsız olduğu için, bir yandan da Sırplara destek veriyordu.
Sırp-İsrail bağlantısı ile ilgili bazı önemli bilgiler, İsrail İbrani Üniversitesi'nden profesör Igor Primorac'ın, Jerusalem Report dergisinin Ocak 1995 tarihli sayısında yazdığı bir makalede ortaya kondu.
Felsefe profesörü olan Yugoslav doğumlu Yahudi Igor Primorac, 1980 yılına dek Belgrad Üniversitesi'nde çalışmış ve o yıldan sonra da İsrail'e göç ederek İbrani Üniversitesi'nde akademik kariyerini sürdürmüştü. Jerusalem Report'taki sözkonusu yazısında ise eski ülkesi ile İsrail arasındaki gizli ilişkilerden söz ediyordu. Primorac'ın yazdığına göre, Mossad, İsrailli silah tüccarlarını Sırbistan'a uygulanan silah ambargosunu delmeleri için yönlendiriyor ve Sırplara önemli miktarda silah ve cephane yolluyordu.
Profesör, İsrail-Sırp bağlantısını ortaya çıkaran bir olayı da aktarıyordu: Uluslararası yardım kuruluşlarına üye olan İsrailli Joel Wienberg, Saraybosna'da iken ilginç bir olay yaşamış ve bunu İsrail'in Kanal 2 televizyonunda anlatmıştı. Buna göre, Wienberg Saraybosna'dayken, bir Birleşmiş Milletler görevlisi, Saraybosna havaalanına düşen bir top mermisini bir türlü teşhis edememiş ve bir göz atması için Wienberg'i çağırmıştı. Wienberg, mermiye bakar bakmaz üzerindeki garip yazıları tanıdı: Kapsülün üzerindeki yazılar İbranice'ydi ve top mermisi de İsrail ordusu (IDF) tarafından üretilen ve kullanılan 120 mm'lik standart bir mermiydi. Bu mermi uzun süre Saraybosna'nın bombalanmasında kullanılmış ve şehre yapılan insani yardım uçuşları da uzunca bir süre bu bombalamalar nedeniyle sekteye uğramıştı. Wienberg, ayrıca Sırp saldırganların (Çetnikler) İsrail yapımı Uzi silahlar kullandıklarına da defalarca şahit olduğunu söylüyordu.
Profesör Primorac, makalesinde Bosna'daki Sırpların İsrail yapımı silahlar kullandıklarına dair daha bunun gibi pek çok görgü tanıklığı olduğunu, ancak İsrailli yetkililerin bu gerçeği birkaç kez resmi olarak yalanladıklarını yazıyordu. Primorac, Sırp-İsrail ilişkisi ile ilgili diğer bazı detaylar da veriyordu:
Sırplar İsrail'le olan ilişkilerini hiç bir zaman gizlemeye çalışmadılar. Belgrad'daki eski bir savaş bakanlığı görevlisi olan Dobrila Gajic-Glisic, 1992'de yayınladığı bir kitabında, 1991 Ekimi'nde, yani Birleşmiş Milletler'in Eski Yugoslavya'ya silah ambargosu koymasından bir ay sonra İsrail ile Sırbistan arasında büyük bir silah anlaşması yapıldığını yazmıştı. Bu anlaşmanın yapıldığı sıralarda Sırplar çoktan Vukovar ve Dubrovnik gibi Hırvat kentlerini bombalamaya başlamışlardı. Aynı sıralarda Yugoslav basınının çeşitli gazetelerinde İsrail ile Sırplar arasındaki silah bağlantıları ile ilgili haberler yayınlandı. 3 Haziran 1993 tarihli European gazetesinde ise Batılı istihbarat raporlarına dayanılarak, Mossad ile Bosnalı Sırplar arasında yapılan yeni bir silah anlaşmasının varlığından söz edilmişti.
Primorac, tüm bu bilgilerin ardından Sırpları Naziler'e benzetiyor ve "II. Dünya Savaşı'ndan bu yana Avrupa'da yürütülen ilk soykırımın İsrail silahları ile yürütüldüğünü" yazıyordu. Aslında II. Dünya Savaşı'nda Avrupa'da bir "soykırım" yürütülmemişti ama şu anda yürütülen Müslüman soykırımının İsrail'in desteğiyle yürütüldüğü açık bir gerçekti...
İran'ın Kuşatılması
Anti-İslami Enternasyonal'in son dönemdeki en önemli uygulamasının ise, İslamintern'in lideri olan İran'a karşı uygulanan kuşatma politikası olduğu söylenebilir. Clinton yönetiminin uyguladığı bu politika, doğal olarak, büyük ölçüde İsrail'in ve lobisinin telkinleri sonucunda oluşmuştur. İran'a yönelik kuşatma uygulanması, Clinton'ın Ortadoğu'yla ilgili Ulusal Güvenlik Danışmanı Martin Indyk tarafından ilk olarak gündeme getirilmişti. Daha önce İsrail Başbakanı İzak Şamir'in basın danışmanlığını yapan Avusturalya doğumlu bir Yahudi olan ve uzun bir süre de İsrail'in ABD'deki en önemli lobi kuruluşu olan AIPAC'ta (American-Israel Public Affairs Committee) çalışan Indyk, İran'a karşı "dual containment" (çifte kuşatma) politikasını savunmuş uygulamaya sokmuştu. Bu politika, 1995 başında ekonomik ambargoya dönüştü. 1995 Martı'nda, İran ile İslam Devrimi'nden bu yana Hürmüz boğazında petrol çıkartma ve sevkiyatı için anlaşma yapan ilk Amerikan şirketi olan Coneco'nun Tahran'la yaptığı 1 milyar dolarlık anlaşma, Clinton yönetimi tarafından iptal edildi. Ancak olayın bir de perde arkası vardı. Cengiz Çandar'ın 21 Mart 1995 tarihli Sabah gazetesinde yazdığı gibi, aslında, devreye İsrail lobisi girmiş ve Coneco'nun bağlı bulunduğu ana şirketin en büyük hissedarı bulunan Amerikan Yahudi ailesi Bronfman kanalıyla, İran-Coneco anlaşmasının iptalini sağlamıştı.
En son olarak da Clinton, 1 Mayıs 1995'te New York'ta Dünya Yahudi Kongresi'nin toplantısında, İran'a ekonomik ambargo konduğunu ve tüm müttefiklerinden de bu uygulamaya katılmalarını beklediklerini açıkladı. Japonya ve Avrupa ülkeleri ambargoya soğuk bakarken, İsrail yönetimi, verdiği karardan dolayı Clinton'ı kutluyordu...
Kafkaslar ve Orta Asya'da İsrail-Rus İttifakı: Tacikistan ve Çeçenya Cepheleri
Son dönemlerde İslam dünyasının yeni cephelerinden biri de Kafkasya ve Orta Asya haline geldi. Sovyetler Birliği'nin dağılışının ardından bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan Müslüman cumhuriyetler, kısa sürede Rus yayılmacılığı ile yeniden karşı karşıya kaldılar.
Bu arada bir yandan da İsrail, bu bölgeye yönelik son derece belirgin bir yakınlaşma politikası izlemeye başladı. İsrailli yöneticiler sözkonusu cumhuriyetlere geziler düzenlediler, o cumhuriyetlerin bazı liderleri de İsrail'de boy gösterdi. İsrail, "tarımsal işbirliği" gibi anlamlı bir yöntemle bu devletlere yaklaşırken, bir yandan da Mossad ajanı işadamı Shaul Eisenberg aracılığıyla bölgedeki uyuşturucu ticaretine de el atıyordu.
İsrail'in bölgeye yönelmesinin ardındaki temel etken ise birtakım ticari çıkarların ötesinde, asıl olarak stratejik hesaplardı. İsrail, önemli bir İslami potansiyele sahip olan eski Sovyet Cumhuriyetlerinin gerçek anlamda İslamileşmesinden ve bölgede radikalizasyondan çekinmişti. İsrail'in bu yöndeki hesapları zamanın Genel Kurmay Başkanı Ehud Barak tarafından açıkça dile getirilmiş, Barak, yeni cumhuriyetlerin "Müslüman" kimliğine atıfta bulunarak, yeni Müslüman cumhuriyetlerin doğmasının İsrail'in çıkarlarına uygun olmadığını söylemişti. Dolayısıyla İsrail'in Orta Asya ve Kafkaslar'la ilgilenmesinin ardındaki asıl neden, bu ülkelerin İslami bir tarza kaymalarına engel olmaktı.
Bu durumda İsrail'in ve Rusya'nın hedefleri tam uyuşuyordu. Çünkü Rusya'nın da en çok korktuğu şey, yeni cumhuriyetleri İslam'a "kaptırmak"tı. İzak Rabin'in Yeltsin ile 1993 yazında Moksova'da yaptığı ve ana konusu "İslam tehlikesi" olan görüşme de bu ittifakı sağlamlaştırmış, Rabin Yeltsin'i "radikal İslam konusunda yeterince duyarlı bulduğunu" açıklamıştı. Bu "anti-İslami" ittifakı ABD de onaylıyordu. İsrail'in Amerikalı uzantılarından Henry Kissinger, "İslami radikalizm en şiddetli biçimde Rus çıkarlarına da aykırıdır. Dolayısıyla Washington Moskova ile işbirliği yapmalıdır" diyerek konuya açıklık getirmişti.
Rusya ile İsrail'in İslam'a karşı kurduğu ittifak, ilk işaretlerini Tacikistan'da verdi. Sovyetler'in çöküşünün ardından bağımsızlığına kavuşan Tacikistan'da, kısa bir süre sonra ülke içinde güçlü olan İslami hareket iktidara geldi. Ancak Rus destekli eski komünistler 1992'nin son günlerinde Müslümanlara karşı kanlı bir saldırı başlatarak yeniden iktidara oturdular. İşin ilginç yanı, Rusya ile birlikte İsrail'in de komünistlerin yanında yer almasıydı. Müslümanlara karşı saldırıya geçen komünist birliklerinin içinde pek çoki askeri uzmanların bulunduğu ve İsrail silahlarının kullanıldığına ilişkin haberler o dönemde özellikle İslami basında sıkça yer almıştı.
Kafkaslar'da Müslümanlara karşı açılan bir ikinci cephe ise halkının % 80'i Müslüman olan Çeçenya oldu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasına rağmen bağımsızlığını kazanamayan ve Rusya Federasyonu sınırları -yani Rus hegemonyası- içinde tutulan Çeçenya, Aralık 1994'te bağımsızlığını ilan etti. Üstüne üstlük, Çeçen lideri Dudayev, bir "İslam devleti" kurmayı hedeflediklerini açıkladı. Çeçenya'nın İnguşlar, Tatarlar ve Dağıstanlılar'ı da yanına alarak Kuzey Kafkasya'da efsanevi Şeyh Şamil direnişini tekrar edecek bir İslami kalkan oluşturmasından korkan Rusya; tank dahil 2.000 zırhlı araç, 350 savaş uçağı, 400'den fazla füze bataryası ve 50 bin asker ile Çeçen topraklarına girdi.
Çeçenya işgalinin görünmeyen yüzü ile ilgili önemli bir bilgiyi ise Çeçen Cumhurbaşkanı merhum şehit Cahar Dudayev'in özel temsilcisi Safita Murat verdi. Murat, "Yeltsin'in arkasında Yahudiler var" başlığıyla yayınlanan bir röportajda, Çeçenya'nın işgal edilmesi planının arkasında Moskova'daki güçlü Yahudi liderlerin yer aldığını ve Yeltsin'i bu konuda ikna edenlerin de sözkonusu Yahudiler olduğunu söylemişti. Safita Murat'ın sözünü ettiği "Yahudiler"den birisi, Yeltsin'in Kafkasya ve Ortadoğu politikalarını belirleyen Dışişleri danışmanı Vitaly Naumkin'di. Mayıs 1995'te, Ankara'da, Graham Fuller'in ve İsrailli Dışişleri görevlilerinin de katıldığı Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya konulu bir konferansta konuşan Naumkin, Rusya'nın Çeçen direnişini kırmak için her türlü yolu kullanmaktan çekinmeyeceğini söylemişti.
İsrail'in Çeçenya'daki ilginç bir operasyonu da dikkat çekiciydi: Yahudi Devleti, Rus saldırılarının başlamasından iki ay kadar önce, Çeçenya'daki Yahudileri İsrail'e aktarmaya başlamıştı. Gizlilik içinde yürütülen harekat sonucunda, Rus saldırıları başladığında, İsrail'e gitmeyi reddeden az sayıdaki Çeçen Yahudisi dışında, ülkede yahudi kalmamıştı. Haberi veren Yeni Yüzyıl "Yahudilerin büyük bölümü Ruslar Çeçenya'ya girmeden ülke dışına çıkarılırken, 50 kadarı Grozni'de çarpışmalar başladıktan sonra güçlükle kaçabildi" diyordu.
Bu kuşkusuz önemli bir bilgiydi: İsrail'in, Yahudileri Rus saldırısından iki ay önce tahliye etmeye başlamış olması, Rus saldırısından en az iki ay öncesinden haberdar olması anlamına geliyordu. Bu durum, Safita Murat'ın "Yeltsin'in arkasında Yahudiler var" şeklindeki açıklamasıyla yan yana geldiğinde ise ortaya daha anlamlı bir tablo çıkıyordu: Rus işgali, İsrail'in bilgi ve denetimi ile gerçekleştirilmişti.
Azerbaycan ve Elçibey Bağlantısı
Üstte saydığımız Tacikistan, Azerbaycan ve Çeçenya örnekleri, Yahudi Devleti'nin Orta Asya'daki İslami potansiyeli engellemek için kullandığı anti-islam güçleri destekleme ve kışkırtma yönteminin birer uygulamasıdır. Ancak İsrail bunun yanında bir ikinci yöntemi, seküler liderleri destekleme ve yönlendirme yöntemini de kullanmaktadır. Bunun çarpıcı bir örneği, askeri bir darbe ile devrilene dek Azerbaycan'ın Devlet Başkanlığını yürüten Ebulfez Elçibey'di. Elçibey, İslam'a karşı garip yaklaşımlar içinde olan ve oldukça da seküler bir liderdi. Ali Bulaç, Elçibey'in zihin yapısından bir yazısında şöyle söz etmişti:
Azerbaycan'ı ziyaret ettiğim sene Elçibey başındaydı... Amerika ve Türkiye'ye mesajlar göndermek üzere ikide bir İran'a çatıyor, arasıra 'İranlı mollalar kafamı bozmasın, değil Şiiliği, Müslümanlığı dahi yasaklayıp Şamanizmi ilan ederim' diyordu. Bir defasında da Hz. Muhammed (s.a.v.) ile peygamberliğin sona ermediğini, Mustafa Kemal'in Türk dünyasının peygamberi olduğunu söylemiş, bu çirkin, çiğ ve küstahça demecinden dolayı gece gündüz sarhoş dolaşan Azeriler'den bile tepki almıştı. Son günlerde aynı Elçibey'in İran'ı parçalamak üzere bir kez daha sahneye çıktığını görüyoruz. Geçmişte İran'ın pek yakın bir gelecekte beş ana parçaya bölüneceği kehanetinde bulunan bu Azeri İttihatçı, şimdi tarihin iki Azerbaycan'ı birleştirme görevini kendisine verdiğini, bu kaçınılmaz kadere boyun eğerek İran sınırları dahilinde kalan Güney Azerbaycan'ı Kuzey Azerbaycan'a katacağını söylüyor... Belli ki birileri Elçibey'e bu yönde demeçler verdiriyor, arkasından birtakım medya kuruluşlarıyla eşgüdüm halinde bunu kamuoyuna bir duyuru ve İranlılar'a bir tehdit olarak öne sürüyor. Bu duyuru ve tehditlerin hangi merkezden beslendiğini tahmin etmek için kahin olmak gerekmez. Amerika ve İsrail'in İran'a karşı başlattıkları saldırı ile birlikte düşünüldüğünde bu tehditin kaynağı da açığa çıkmış olmaktadır. Belli ki bu işi uluslararası Siyonizm tezgahlamaktadır.
Ali Bulaç'ın Elçibey'in tavrını -ve ona destek veren bazı medya kuruluşlarını- "uluslararası Siyonizm"le ilişkilendirmesi yerindeydi. Çünkü "Azeri İttihatçı", iktidarda olduğu sırada gerçekten de "uluslararası Siyonizm"le çok ilginç yakınlaşmalar içine girmişti. Elçibey yönetimi sırasında İsrail ve Azerbaycan arasında gizli bir diplomasi trafiği başlamıştı. Resmi olarak iki ülke arasında diplomatik ilişki kurulmuş olmamasına karşın, İsrail'in temsilcisi Lev Bardani Bakü'de bir eve yerleşmiş ve 'İsrail'in Azerbaycan'daki gözü-kulağı' işlevini görmeye başlamıştı. Lev Bardani'nin haftada birkaç kez Elçibey'le ve Savunma Bakanlığı ile görüştüğü rapor ediliyordu. Lev Bardani, özellikle askeri konularda Azeri yönetimi ile diyalog kuruyordu. Bardani ayrıca ülkedeki Yahudi cemaatinin önde gelenleriyle de bağlantı halindeydi.
Elçibey de İsrail'i çok sevmişti. "İsrail'le askeri alanda işbirliği yapmak istiyoruz. İsrailliler çok gelişmiş bir teknolojiye sahipler ve mükemmel silahlar üretiyorlar. Fakat böyle bir ilişkinin olumsuz bir şekilde değerlendirilmesini istemiyoruz. Her durumda İsrail ile diplomatik ilişkiler bir-iki ay içinde kurulacak" diyordu. Bu ilişkilerin arkasında oldukça ilginç isimler de vardı; İsrail ve Azerbaycan arasındaki askeri ilişkiler, üst düzey Mossad yetkilisi David Kimche tarafından yönetiliyordu.
Elçibey'in "uluslararası Siyonizm"le olan ilişkisi, 1992 Ağustosu'nda Türkiye'ye yaptığı bir resmi ziyaret sırasındaki ilginç bir görüntüyle de tescillenmişti. Elçibey'in heyetinde Azerbaycan'daki Yahudileri temsilen cemaat lideri Boris Vayzalt da bulunuyordu. Çankaya'da Elçibey onuruna verilen resepsiyona başındaki kutsal takkesi (kipa ya da tefilin) ile katılan Vayzalt, Azeri liderinin yanında anlamlı bir tablo oluşturmuştu.
Bu ülkelerin yanısıra, İsrail, Orta Asya'daki; Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan gibi Türki Cumhuriyetlerle de yakın ve ilginç ilişkiler kurdu. Ticari görünüm altında yürütülen bu ilişkilerin gerçek amacı ise Orta Asya'daki muhtemel bir İslami yükselişe karşı önlem alabilmek, bölgedeki seküler yöneticileri güçlendirip, onları İsrail'in müttefikleri arasında katabilmekti.
"Ahzab"
"YENİ MASONİK DÜZEN" adlı kitap ile ortaya konan ve bu yazıdizisi boyunca da özetlenen bu gerçekler, aslında bizlere Kuran ayetlerinin ve İslam'ın tarihi tecrübesinin yeni bir tecellisini göstermektedir.
Kuran, Müslümanların karşılarında düşman olarak kimi bulacaklarını bildirirken şöyle der: "Andolsun, insanlar içinde, mü'minlere en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve müşrikleri bulursun" (Maide Suresi, 82). Bugün dünyanın dört bir yanında Müslümanlara düşmanlık gösteren yerel güçler -Sırplar, Hindular, vb.- ayetin içindeki "müşrik" tanımına uymaktadırlar. Ancak ayetin hükmüne göre, müşrikler kadar en az Yahudilerin de Müslümanlara düşmanlığı sözkonusudur. Ve Anti-İslami Enternasyonal'in anatomisi bizlere göstermektedir ki; bugün İslam dünyasının dört bir yanındaki İslam-karşıtı hareketlerde "müşrik"lerin yanında "Yahudileri" de bulmak mümkündür.
Bu ilginç durum, aslında İslam ümmetinin ilk kez karşılaştığı bir durum değildir. Peygamberimiz zamanında da Hayber Kalesi'ni mesken eden Yahudi kabilesi Ben-i Kaynuka, Arap yarımadasındaki farklı müşrik topluluklarını Müslümanlara karşı organize etmişti. Hendek (Ahzab, Hizipler) savaşı, Yahudiler tarafından kışkırtılmış olan farklı grup (hizip)lerin Müslümanların elindeki Medine'ye saldırmalarıyla gerçekleşmişti. Bugün de Müslümanlar, aynı merkezden kışkırtılıp organize edilen farklı hiziplerin saldırılarıyla karşı karşıyadır.
Ahzab savaşı oldukça uzun sürmüş, ama sonunda Müslümanların zaferiyle sonuçlanmıştı. Madem bugün benzeri bir durumla karşı karşıyayız, öyleyse bu kez de aynı sonuç gerçekleşebilir.
Ancak bir şartla; bugünkü Müslümanlar da, Ahzab savaşını yapan sahabenin iman, ihlas ve kararlılığına sahip olmalıdır. Sahabe gibi düşünmeli, sahabe gibi davranmalı, sahabenin aklına ve bilincine sahip olmalıdır. Her zaman için birlik ve beraberlik düsturu ile hareket etmeli, onları birbirine düşürmek için düzenlenen kışkırtma ve tuzaklara alet olmadan, her türlü dünyevi hırs ve tutkudan kopmuş bir biçimde, tek bir mukaddes amaç için çalışmalıdırlar.
Özellikle Türkiye'ye bu konuda büyük bir görev düşmektedir. İslam dünyasının liderliğini asırlar boyu yürütmüş ve bugün de aynı liderliği yürütmek için gereken siyasi ve sosyolojik birikime sahip olan Türkiye, eğer bu sorumluluğu üstlenecek bilince de sahip olursa, o zaman 21. yüzyıl bir öncekinden çok daha farklı olabilir. Anti-İslami Enternasyonal, ve özellikle de onun "Moskova"sı olan İsrail, işte bu yüzden Türkiye konusunda çok hassastır. Bu yüzden Türkiye'yi İslami kimliğinden koparmak ve o kimlikten uzak tutmak için bu denli büyük bir diplomasi ve gizli diplomasi faaliyeti yürütmektedir. Yine aynı sebeple, Türkiye'deki Müslümanları birbirine düşürmek, toplumun bir kısmının İslam'a cephe almasını sağlamak için çeşitli provokasyonlar ve dezinformasyonlar üretmektedir.
İşte tüm bu nedenle, Türk toplumunun bu büyük oyuna gelmemesi, kendi esas kimliğinden uzaklaşmaması, o kimliğe sarılması, hem Türk toplumunun hem de İslam dünyasının genelinin kurtuluşu için elzemdir.
Bugün 335 ziyaretçi (448 klik) kişi buradaydı.