AHMET ÜNAL
yesevilik
YESEVİLİK Batıni doktrinler tarihi açısından önem taşıyan bir başka mutasavvıf, kendisinden sonrakilerin yönünü çizmiş olan Türk sufisi Ahmet Yesevi'dir. Yesevi'nin yaşamına ve görüşlerine geçmeden önce, Orta Asya Türklerinin, İslamiyetin yayılma yıllarındaki durumlarına ve inançlarına göz atmak gerekir.
Kadim Uygur imparatorluğunun mirasçıları olan Orta Asya Türkleri, bir güneş kültü olan Şaman dinine bağlıydılar. Naacal öğretisinin binlerce sene içindeki bozulmuş bir ifadesi olan Şaman dinine göre, Türkler, aynı Tanrının eril ve dişil ifadeleri olan Güneş ve Ay'dan doğmuşlardır. Şamanizm'in rahipleri Şamanlar, Güneş ve Ay tapınım törenlerinde kırmızı külah giyerler, kopuz çalarlar ve dans ederlerdi. Benzeri uygulama, Şamanist Türklerin devamı olan Anadolu Alevilerinde ve ayrıca Mevlevilerde de görülmektedir.
Şaman olabilmek, uzun bir inisiyatif yolu takip etmeyi gerektirirdi. Şaman adayları özel törenlerle rahipliğe kabul edilir ve ancak görsel sırları aldıktan sonra Şaman sıfatını kazanabilirlerdi. Şamanizme göre evrende her şeyin bir ruhu, canı vardı. Dağlar, göller, ırmaklar ormanlar hep canlı olarak kabul edilir ve ağaçlara kutsallık yüklenirdi. Güneş ve Ay, onların ortaya çıkmasına sebep olan en büyük Tanrının, Kara Han'ın oğlu olan Gök Tanrı "Ülgen'in birer sembolüydü. Şamanlar, Gök Tanrı Ülgen'e ulaşılabilmek için içlerine kapanır ve vecde ulaşmaya çalışırlardı. Şaman deyimi de rahiplerin bu hallerinden gelmekteydi ve "kendinden geçmiş kişi" anlamındaydı.
Gök Tanrıyı akılla algılamak mümkün değildi. Onun için Güneş ve Ay'ın, Tanrı Ülgen'in temsilcileri olarak saygı görmeleri, onlara tapınılması gerekliydi. İnsan ile doğa arasındaki ilişkilere, insan ile insan arasındaki ilişkiler kadar özen göstermek gerekirdi çünkü bir taş, ağaç ya da nehrin ruhu, bir insanın ruhundan daha aşağıda değildi.
Eski bir Türk destanı olan "Oğuz Kaan Destanı"nda, Türklerin doğuşu efsanesi şöyle anlatılmaktadır:
"Oğuz Kaan, Tanrı Ülgen'e yakarırken, gökten bir ışık belirdi. Bu göksel ışığın ortasında bir kız vardı. Bu kız Oğuz'a üç çocuk doğurdu. Adlarını Güneş, Ay ve Yıldız koydular." Bunlar, gökten yere inen ruhu remzetmek üzere, ucu aşağı dönük bir üçgenle sembolize edilmiştir.
"Daha sonra, Oğuz Kaan ormanda dolaşırken, bir ağaç kovuğundan bir başka kız çıktı. Bu kızdan da üç çocuğu oldu. Bulara da gök, dağ ve deniz adlarını verdiler. Bu altı çocuktan Türk nesli doğdu". Destanın ikinci bölümünde yer alan, ağaç kovuğundan çıkan kız doğanın, dolayısıyla evrenin sembolüdür. Ondan doğan üç çocuk da, gök Havanın, dağ Toprağın ve deniz de Suyun sembolüdürler ve üç çocuğun simgesi de, ruhun gökyüzüne, yani Tanrıya döneceğini.gösteren ucu yukarı bakan üçgendir. Her iki üçgenin birleşimi, eski bir Mu simgesi olan altı köşeli yıldızı, Tanrısal adalet yıldızını verir.
Tüm bu ipuçları, Orta Asya Türklerinin tek Tanrılı bir inanış olarak kabul edilebilecek "Gök Tanrı" dinine inandıklarını göstermektedir. Ülgen'in altındaki tanrılar ancak, ikincil dereceli tanrılardır. Buna karşın, bu tek Tanrı inancı Müslümanları tatmin etmemiştir. Zaten İslam peygamberi Muhammed, kendisi Türkleri tanımamasına rağmen, onları düşman ilan etmiştir. "Kıtat Ül Türk" başlığı taşıyan bir hadisinde Muhammed, Türklerle savaşmanın özel bir anlamı olduğunu, kıyametin ancak, Müslümanların Türkleri öldürmelerinden sonra kopabileceğini söylemiştir. Buhari'nin, "Es Sahih Kitabül Cihad" adını taşıyan, peygamber hadislerini derleyen eserinde Muhammed'in, "geniş yüzlü, küçük gözlü, basık burunlu, yüzleri kalkan gibi Türklerle öldürüşmedikçe kıyamet kopmaz" dediği belirtilmektedir. Bu hadis uyarınca Arap orduları Türk topraklarına girmiş ve "kafir Türklerle öldürülmüşlerdir". Ancak, kıyamet kopmamış, netice Türklerin Müslümanlığı kabulü olmuştur.
Emeviler yönetimi sırasıda Türkistan'a giren Arap orduları son derece ırkçı davranmışlar ve onların bu tutumu Türk halkının büyük tepkisine yol açmıştır. İki ulus arasında çok uzun süren kanlı savaşlar meydana gelmiştir Kentlerde yaşıyan Türk halkı, işgalci Arapların bazı vergi muhafiyetleri tanıması neticesinde ve yoğun baskılar altında daha çabuk İslamiyete geçerken, göçebelerin Şamanlıktan kopmaları ve Müslüman olmaları daha uzun bir süreç almıştır. Sonunda kabul ettikleri Müslümanlık da, sadece görünürde Müslümanlık olmuştur.
Arapların zengin Orta Asya kentlerini işgali M.S. 630'larda başladı. Özellikle Halife 2. Yezid döneminde Türk hakanı Su-Lu'nun Arap ordularına yenilmesi, Müslümanlığın Türk topraklarına bir daha çıkmamacasına yerleşmeye başlamasına yol açtı. Araplar, Orta Asya Türklerinden bir bölümünü, köle asker olarak kullanmak üzere ülkelerine götürdüler. Arapların bu tutumu hiç de ummadıkları bir neticeye yol açtı. Büyük bir Türk göçü başladı ve zaman içerisinde, Arap egemenliğindeki toprakların tamamı Türklerin yönetimine geçti. Araplar için geçen yüzyılın sonuna kadar bitmeyecek Türk egemenliği başlamış oldu.
Türklerin, Emevilerin getirdiği sömürgeci İslamiyete direnmeleri, iki ulus arasında kanlı savaşlara ve düşmanlığa yol açtı. Bu kuvvetli direncin altında, eski inançlarını koruma isteğinin yanısıra, Emeviler'in aşırı Arap milliyetçiliği gütmeleri de yatıyordu. Türkleri, yok edilmesi gereken ırk, kendilerini de üstün ırk olarak gören Emeviler, ırkçı politikalarını işgal ettikleri tüm Arap olmayan kentlerde sergilediler. Bir İran veya Türkistan kentinde yerli halkın Arap işgalcilerle aynı kaldırımda yürümeleri bile yasaktı. Bir Arabın geldiğini gören yerli, kaldırım değiştirmek zorundaydı. Emeviler için kendileri efendi, diğer uluslar köleydi. Arap olanlar, Arap kadınları ile evlenemezdi. Aksine davrananların kellesi uçurulurdu.
Emevi devletinin yıkılmasından sonra ortaya çıkan Abbasiler, Emevileri desteklemiş olan Arap unsurlara güvenemezlerdi. Onun için atlarını paralı Türk askerlerine dayamak zorunda kaldılar. Bu zorunluluk, Abbasiler'in, İslamiyeti kabul etmeleri koşuluyla tüm milletleri Araplara eşit saymaları ödününü getirdi. Bu arada meydana gelen bir olay, Türk-Arap yakınlaşmasına ve daha çok sayıda Türk'ün İslamiyeti kabulüne yardımcı oldu. Orta Asya'da Çin-Türk rekabeti yüzyıllardır sürmekteydi ve M.S. 700'lerde Çin, Batı Türkistan'ın önemlice bir bölümünü ele geçirmişti. Aradan 50 yıl kadar geçtikten sonra Çinlilerin yeni bir saldırı başlatmaları üzerine Türkler, Abbasi'lerden yardım istediler. Arapların bölgedeki ordusunun yardımı ile Türk kuvvetleri Talaş meydan savaşında Çinlileri yendi ve Batı Türkistan Çin'in elinden kurtarıldı.
Abbasi Halifelerinin paralı Türk askerlerinden meydana getirdiği ordunun başarısı, Türklere olan talebi artırdı ve bu talep önlenemeyen muazzam bir göçün başlangıcı oldu. 9. yüzyılda Türkler, Horasan ve civarında çoğunluğa ulaşmışlardı bile. Ancak Horasan'da hakimiyet kurabilmek için bölgeye yerleşen Türkler, Müslümanlığa geçmek durumunda kaldılar. Çünkü, Müslümanlığı daha önce kabul etmiş bölge sakinleri, başka bir dinden olanları aralarına kabul etmiyorlardı. Türkler, kitleler halinde Müslümanlığa geçiyorlardı. Ancak çoğunluğu, Müslümanlığın Şaman dinine çok daha yakın olan İsmaili mezhebini seçiyorlardı. İsmaililer de bölgede son derece örgütlüydüler ve büyük bir güç halindeydiler.
|