AHMET ÜNAL
agahdivani
AGAH DİVANI Âgâh, H.1040/M.1630-1631’de Semerkand’da doğmuştur. Asıl adı Mehmed Bulak’tır.
Hacı Hafız olarak da bilinen Âgâh, pek çok şehri dolaştıktan sonra Âmid (Diyarbakır)’e gelmiş (H.1080/M.1669) ve ömrünün sonuna kadar da burada kalmıştır. H.1141/M.1728’de Âmid’de vefat eden şâir, zamanında burada bulunan zengin bir edebiyat topluluğunun da başında bulunmuş ve bir çok öğrenci yetiştirmiştir. Âgâh, kudretli bir şâirdir. ŞiirlerindeSebk-i Hindî ve hikemî tarzın etkileri görülen şâirin; Nâbî, Nâilî, Cevrî, Fehîm-i Kadîm ve Vâlî gibi şâirlerin şiirlerini de tanzîr ettiği görülmektedir. “Âgâh Dîvânı”, şâirin yaşadığı devrin – on yedinci yüzyılın ikinci çeyreği ve on sekizinci yüzyılın başları – siyâsî ve edebî özelliklerini ihtivâ eden Giriş ile başlamaktadır. ÂGÂH’IN YAŞADIĞI DEVRE TOPLU BİR BAKIŞ Âgâh’ın (M.1630-1728) yaşadığı devir, Osmanlı Devleti’nin siyâsî ve sosyal yönlerden duraklamaya başladığı dönem (on yedinci yüzyılın ikinci çeyreği) ile gerileme döneminin (on sekizinci yüzyıl) başına rastlamaktadır. Âgâh, Semerkand’da dünyaya geldiği zaman, Osmanlı Devleti’nin başında IV. Murad (M.1623-1640) vardır. IV. Murad, on yedinci yüzyılda tahta geçen Osmanlı padişahları arasında en değerlisidir.
Hükümdarlığının ilk dokuz senesi çocukluk dönemidir. Çocukluk dönemini atlatır atlatmaz, fevkalâde sert bir tutumla düzeni sağlamıştır. Devletin özellikle doğuda kaybettiği itibarını tekrar geri almayı başarır. Öldüğü zaman da, devleti iyi bir durumda bırakmıştır. Fakat bu durum uzun sürmez. IV. Murad’dan sonra tahta geçen Sultan İbrahim (M.1640-1648) tekrar düzenin bozulmasına sebep olur. Tam bir israf ve sefahat devri olan bu dönem, Kösem Sultan ve Ocak ağalarının birlikte hareket edip Sultan İbrahim’i tahttan indirerek öldürmeleriyle sona erer. Daha sonra tahta, Sultan İbrahim’in oğlu IV. Mehmed (M.1648-1687) geçer. IV. Mehmed henüz yedi yaşındadır ve bu sebeple devlet yönetimi saray kadınları ve Ocak ağalarının eline düşer. Hazine boşalmış, rüşvetin oranı artmıştır. 1652’de Tarhuncu Ahmed Paşa’nın sadrazam olmasından sonra, defterler gözden geçirilip, rüşvet ve suiistimaller önlenerek maliyeye bir düzen getirilmeye çalışılırsa da çıkarları zedelenen çevreler padişaha tesir ederek Paşa’yı katlettirirler. Böyle bir durumda, IV. Mehmed’in annesi Turhan Vâlide Sultan’ın siyâsî basîret göstererek, büyük salâhiyetle sadârete getirdiği ihtiyar Köprülü Mehmed Paşa, kuvvetli idaresiyle devlet otoritesini yeniden kurmaya muvaffak olur. Daha sonra yerine geçen oğlu Fâzıl Ahmed Paşa da Osmanlı tarihinin en büyük ve kahraman vezîri olmuştur. Osmanlı Devleti’nin duraklama döneminde sadaret makamına getirtilen Köprülüler, devlete âdetâ on altıncı yüzyılın muhteşem dönemini tekrar yaşatmışlardır. 1676’da Fâzıl Ahmed Paşa vefat edince yerine Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tayin edilir. Paşa, 1683’te Viyana’yı kuşatır ve yapılan hatalar sebebiyle başarıya ulaşılamaz. Köprülülerin sağladığı huzur devresi sona ermeye başlamıştır. Padişahın devlet işlerinden ziyade av ile meşgul olması halk arasında hoşnutsuzluğa yol açar ve 1687’de IV. Mehmed tahttan indirilir. IV. Mehmed’den sonra, II. Süleyman (M.1687-1691) tahta geçer. II. Süleyman kardeşi IV. Mehmed zamanında kafes hayatı yaşadığı için, sultan olunca âciz bir duruma düşmüştür. Onun Osmanlı İmparatorluğu’na en büyük hizmeti, isabetli bir kararla sadarete Köprülü-zâde Fâzıl Mustafa Paşa’yı getirmiş olmasıdır. Köprülü-zâde, yaptığı bazı ıslahatlarla memleketin iç durumunu düzeltir, dışta da devleti birçok başarıya ulaştırır. Osmanlı, çeşitli cephelerde savaşmaya devam ederken, II. Süleyman ölür ve yerine kardeşi II. Ahmed (M.1691-1695) geçer. Bu sırada devlet, Venedik ve Rusya’nın yanlarına Avusturya ve Polonya devletlerini de alarak kurdukları Mukaddes İttifak’a karşı savaşmaktadır. 15 yıl süren bu savaşta, Fâzıl Mustafa Paşa şehit düşer. II. Ahmed vefat eder ve yerine II. Mustafa (M.1695-1703) tahta çıkar. II. Mustafa’nın bizzat çıktığı iki sefer de, mağlubiyetlere engel olamamıştır. Macaristan ve Dalmaçya kıyıları Almanya’ya; Mora ve civarı Venediklilere; Podolya, Ukrayna ve çevresi Polonyalılara terk edilerek 1699’da Karlofça Antlaşması imzalanır. Bu antlaşma ile on yedinci yüzyılı kapayıp, on sekizinci yüzyıla giren Osmanlı Devleti’nin gerileme döneminin de başladığı kabul edilir. On sekizinci yüzyılda kaybedilmeye devam eden topraklar ve itibar sonucunda, bütün kurumlarda bir gerileme dönemi başlar. II. Mustafa tahttan indirilir ve kardeşi III. Ahmed (M.1703-1730) padişah olur. III. Ahmed barışçı bir siyâset sürdürmek isterken; İsveç Kralı XII. Karl’ın Osmanlı Devleti’ne sığınması, Rusya ile savaşmamıza sebep olur. Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa komutasındaki ordu, Kırım, Polonya ve İsveç birliklerinin de yardımıyla Rus ordusunu yener. 1711’de imzalanan Prut Antlaşmasıyla, Osmanlı Devleti Karlofça’da Ruslara verdiği toprakları geri alır. Fakat devlet bu başarıdan yeterince yararlanamaz. Daha sonra Venedik ve Avusturya ile savaşan ordu, Temeşvar ve Belgrat’ın düşmesinden sonra Pasarofça Antlaşmasını (M.1718) imzalamak zorunda kalır. Böylece Osmanlı Devleti, artık Avrupa karşısında savunma durumunda kalması gerektiğini anlar. Farklı siyâsetler geliştirir. Avrupa’yı her yönüyle tanıyabilmek için Avrupa başkentlerine elçiler gönderilir. 1718-1730 yılları arasındaki bu dönem, sanatta lâle motifinin işlenmesi sebebiyle “Lâle Devri” adıyla anılırken,matbaalar açılmaya ve kumaş fabrikaları kurulmaya başlamıştır. Ama III. Ahmed ve saray çevresinin şâşâlı zevk ve eğlenceye düşkün hayatı, halk arasında huzursuzluk yaratır. Sadrazam Damat İbrahim Paşa ve III. Ahmed asker tarafından katledilir. Böylece Lâle devri kapanır. Banarlı bu devrin kapanışını; “ Lâle Devri, Patrona Kıyâmı denilen, câhil, şuursuz ve mutaassıp bir isyanla kapandı. Bu aslında bir gericilik ihtilâliydi…Devletin yurdu kalkındırmak ve memlekette Avrupâî ıslahat yapmak için giriştiği bir teşebbüs daha cehâletin ve taassubun kurbanı olarak seviyesiz bir halk ihtilâliyle yıkılmış, ziyân edilmiş oldu.” şeklinde anlatır. Siyâsî ve sosyal hayattaki tüm bu kargaşaya rağmen, on yedinci yüzyılda edebî hayat, geçmişten aldığı güçle canlılığını korumuştur. On yedinci yüzyıla gelinceye kadar Türk şâirlerinin önündeki mükemmel örnekler klasik İran edebî ürünleriydi. Fakat bu yüzyıl şâirleri için artık İranlı meslektaşları ideal örnekler değil, mukayese unsurudurlar.Bu dönem edebiyat dünyasında, Köprülü Mehmed Paşa ve oğulları Fâzıl Ahmed, Fâzıl Mustafa Paşaların yakın ilgisini ve iltifatını gören bir şâirler zümresi vardır: Cevrî, Neşâtî, Mezâkî, Fehîm-i Kadîm ve Vecdî.10 Yine bu asırda yetişen Nef’î, özellikle kasîdeleriyle dîvân edebiyatının önde gelen isimlerindendir. On yedinci yüzyıl, Türk edebiyatının hemen her dalında olduğu gibi şiirde de en gelişmiş yüzyılıdır. Bu yüzyıl şâirleri, on altıncı yüzyıl şâirlerinden farklı bir şiir anlayışı içindedirler. On yedinci yüzyıl şâirlerinin üslûbu ince ve nâziktir. Anlam derin, hayâller geniş, renkli ve abartılıdır. Yabancı kelimeler, uzun tamlamalar şiir anlayışını zorlaştırmıştır. Sözün güzelliği yanında, anlamda derinlik ve hayâllerde genişlik aranmıştır. Mübâlağa, tezâd, telmîh en çok kullanılan edebî sanatlardır. Tasavvuf şiirlerin konusudur. Sözlüklerden seçilen,kimsenin bilmediği kelimeler ile çarşı-pazarda halkın kullandığı kelimeler de şiire sokulmuştur. Şâirler az sözle çok şey anlatmağa özen göstermişlerdir. Bunlar, Sebk-i Hindî’nin özellikleridir. Ve Sebk-i Hindî on yedinci yüzyıla damgasını vurmuştur. Bu akımın edebiyatımızdaki temsilcileri ise; Nâ’ilî-i Kadîm, Şehrî, İsmetî, Neşâtî, Fehîm-i Kâdîm, Nedim ve Şeyh Galib’dir. Sebk-i Hindî etkisini sürdürürken, on yedinci yüzyılın sonlarına doğru Nâbî’nin “Hikemî Tarzı” büyük şöhret kazanmıştır. Bu tarz Sebk-i Hindî’nin aksine şiirde düşünceye ağırlık verir.13 Nâbî, devrindeki şâirlerin şiir anlayışını beğenmez, öz bakımından eski şiir geleneğini devam ettirmelerini kınar ve çağdaşlarını şiire yenilik getirmemekle suçlar. İranlıçağdaşı Sâ’ib’in etkisiyle huzursuzluk içindeki halkı uyarmak, onlara öğüt vermek amacıyla hikmetli söyleyişlere yer verir. Böylece Türk şiirini yeni bir vadiye, fikir ve hikmet vadisine yönlendirir. On beşinci yüzyılda Cafer Çelebi ile başlayan Nazmî ve Mahremî ile süren mahallileşme, on yedinci yüzyılda duraklamış ama yüzyılın sonunda Nâbî’nin gayretleriyle yaygınlaşmaya, daha geniş çevrelere ulaşmaya başlamıştır.15 Nevî-zâde Atâ’î ve Sâbit bu üslûbun en büyük temsilcileri olmuştur. On yedinci yüzyılda görülen bu üç akımın içinde en etkilisi ise Sebk-i Hindî ‘dir. Osmanlı Devleti on sekizinci yüzyıla girerken, siyâsî gücünü kaybetmiştir. Fakat edebiyat bu durumdan fazla etkilenmemiş, on yedinci yüzyıl edebiyatının devamı olarak gelişmesini sürdürmüştür. Nedîm ve Şeyh Galib, bu yüzyılın en büyük şâirleridir. Hikemî tarzın öncüsü Nâbî ve Sebk-i Hindî’nin öncüsü Nâ’ilî’nin bu yüzyıl şâirleri üzerinde etkisi devam etmektedir. Ancak kederden uzak, coşkun şiir anlayışının temsilcisi Nedîm yetiştikten sonra, şâirler artık onu takip etmeye başlarlar. Kâmî, Sâbit, İzzet Âli Paşa, Sâmî ve Raşîd gibi. On sekizinci yüzyılda yaşanan Lâle Devri (M.1718-1730), sadece imarda kalkınma, zevk ve eğlence devri olmakla kalmamış, edebiyat ve kültür devri olarak da dikkatleri çekmiştir. On yedinci yüzyılda başlayan mahallileşme akımı bu yüzyılda da devam etmiş, edebiyata âdet ve an’aneler girmeye başlamıştır. Özellikle Lâle Devri şâirlerinin Boğazı, yeni binaları, eğlenceleri anlatmaları, yerlileşme çabalarının başlangıcı olmuştur.16 On sekizinci yüzyılın dikkat çeken bir özelliği de klasik dîvân şiirinin katı kaidelerinden kurtulmağa başlamasıdır. Tekrar edile edile usanılmış belli benzetmelerin dışına çıkılmış, güzelin saçının gözünün rengi değişmiş, âşığın niyazı azalmış, sevgilinin nazı hafiflemiştir. Bu yüzyılda birkaç şeyh şâir dışında tasavvufî aşk işlenmemiştir. Ayrıca, nazîrecilik gelişmiştir. Kasîdede Nef’î, gazelde Nâbî tanzîr edilmiştir. Manzum tarih de gelişme göstermiş, özellikle Lâle Devrinde yapılan binalar, tamirler, düğünler, eğlenceler, kasîde ya da kıt’a tarihler olarak dîvânlarda yer almıştır. Şiirde dil, ince, sade, pürüzsüzdür. Nedîm’in atasözleri ve deyimleri, halkın kullandığı mahallî dili şiire sokma çabaları şiir dilini oldukça sadeleştirmiştir. Âgâh, siyâsî alanda duraklama ve gerilemenin yaşandığı fakat edebiyatın gelişmesini devam ettirdiği bir dönemde yaşamış ve IV. Murad (M.1623-1640), Sultan İbrahim (M.1640- 1648), IV. Mehmed (M.1648-1687), II. Süleyman (M.1687-1691), II. Ahmed (M.1691-1695), II. Mustafa (M.1695-1703) ve III. Ahmed (M.1703-1730)’in saltanatlarını görmüştür. Bu padişahlardan IV. Murad ( Murâdî), IV. Mehmed (Vefâî), II. Ahmed, II. Mustafa (İkbâl) ve III. Ahmed (Necîb) aynı zamanda padişah-şâirlerdendirler ve Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu olumsuzluklara rağmen sanatı ve sanatçıyı korumuş ve kollamışlardır. Âgâh, bütün bu yaşananları, ömrünün büyük bir kısmını geçirdiği Diyarbakır’dan izlemektedir. Diyarbakır ise Osmanlı coğrafyası içinde önemli bir kültür merkezidir. Yapılan bir araştırmada; tezkîrelerden hareketle Osmanlı coğrafyasında şâir yetiştiren 211 yerleşim merkezi olduğundan bahsedilmektedir. Buralara yöreler açısından bakıldığında, 32 yöre içinde Diyarbakır, yetiştirdiği 40 şâirle 5. sıradadır.18 Diyarbakır (Âmid), Âgâh, Vâlî, Lebîb ve Hâmî gibi şâirleri bir arada tutarak edebiyat hayatımıza büyük katkı sağlamıştır. ÂGÂH’IN HAYATI, ESERLERİ Türk edebiyatında Âgâh mahlasını kullanan dört şâir tespit edilmiştir. Bunlardan, çalışmamızın konusu olan Hacı Hâfız Mehmed Bulak dışındaki Âgâh mahlasını kullanan diğer şâirleri şöyle sıralamak mümkündür. 1. Âgâh: (ö. H. 1158 / M.1745) İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mehmet’tir. Babası Yûsuf Efendi’dir. Sultan Selim Han’ın evkafının ruznameciliğini yapmış; Süleymaniye Camii’nin ruznamecisi iken de H. 1158 / M. 1745’te vefat etmiştir. Hüsn-i hatt ve imlâda meşhurdur. Döneminin ünlü şâirlerindendir. 2. Âgâh Osman Paşa: (ö. H.1324 / M.1906) Hazinedar-zâde Osman Paşa’nın kavas başısı Mustafa Ağa’nın oğludur. H. 1247 / M. 1831-1832’de Trabzon’da doğdu. Gemi hocalığı ve kalyon katipliği hizmetlerinde bulundu. Bir süre askerlik mesleğini yaparak muhtelif vilâyetleri dolaştıktan sonra Ankara’da emekliye ayrılıp, oraya yerleşmiştir. H.1324 / M.1906 Muharreminde vefât etmiş ve büyük mutasavvıf Hacı Bayram Velî Hazretlerinin türbesi civarına defnolunmuştur. Mürettep Dîvânı ve Bülbülnâmesi vardır. Şiiri, Avnî ve Hakkı Beyler tarzındadır. Mutasavvıfâne ve hakîmâne şiirler yazan şâir, “parasız” redifli uzun manzumesi ile meşhurdur. 3. Âgâh: (ö. H. 1220 / M.1805) Hindistan şuarasından, Mevlevî Mehmed Bâkır’ın muhlisidir. H.1158 / M. 1745 tarihinde doğup, H. 1220 / M.1805’de vefat etmiştir. Mürettep Dîvân sahibidir. Şâir olmadıkları halde kaynaklarda iki Âgâh’a daha rastlanılmaktadır. Bunlardan biri; Sultan Abdü’l-Mecîd Han’ın vezirlerinden Âgâh Paşa’dır. Diğeri ise, İstanbul’da Kasideci-zâde âilesinden gelen, tarihçi ve ilim erbabından sayılan Hâfız İbrahim Âgâh Paşa’dır (ö. H.1334 / M.1916). Âgâh Paşa’nın, “Ikdü’l-Cemil fî Müteşâbihi’t-Tenzîl”, “Vekâyi’l-Tarihiyye”, “Takvîmü’t-Tevârîh”, “Yemen Tarihi” isimli eserleri bulunmaktadır. |
Bugün 125 ziyaretçi (158 klik) kişi buradaydı.