AHMET ÜNAL
kayipkitamu
MU UYGARLIĞI / KAYIP KITA
Kadim uygarlıklar hakkında bir yazı yazma isteği, her birimizin belki de ana vatanı olan bu ülkeleri tanımanın ötesinde, büyük bir değişim dönemi içinde olan günümüz uygarlığının Mu ve Atlantis gibi batık uygarlıkların yıkım önceki dönemlerine benzer dönemlerden geçiyor olmaları ve özellikle yaşamakta olduğumuz topraklardaki insanların Mu ve Atlantis uygarlığıyla olan köken bağlarının ve psişik yapılarımızın daha fazla anlaşılması temeline dayanıyor. Bu uygarlıklar hakkındaki ilk bilgileri Plato ve Eflatun’dan öğreniyoruz.
Mu kıtası hakkında en yaygın bilgiler, İngiliz albay James Churchward’ın Tibet’te yaptığı araştırmalara dayanır. Bu araştırmalarla ilgili dört adet kitap yayınlanmıştır. Churchward Tibet tapınaklarında bulduğu tabletleri oradaki rahiplere tercüme ettirmiş, elde ettiği bilgiye göre Büyük Okyanusta Asya Kıtası ve Amerika Kıtası arasında Avustralya’nın iki katı büyüklüğünde bir kıtanın bulunduğu ve bu kıtanın yaklaşık 12.000 yıl önce batmış olduğuna dair bilgilere ulaşır. Küçük de olsa hala bazı bölümlerinin su üstünde olduğu kıtanın doğudan batıya uzunluğu 9500 km’dir. Kıta büyük depremlerle çökerek üzerindeki 60 milyon insanla birlikte kocaman bir su altı mezarlığı haline gelmiştir.
Bugünkü Paskalya, Tahiti, Samoa, Cook, Marshall, Gilbert, Caroline, Mariana, Hawaii ve Marquesa adaları bu kadim kıtaya bekçilik etmektedir. Mu uygarlığının bırakmış olduğu miras, kendinden sonraki tüm uygarlıklar –eski, kaybolmuş ve yeni – tarafından paylaşılmış olan dinsel, mistik sembollerin temelini oluşturmaktadır. Churchward 50 yıl boyunca 20 yi aşkın ülkede kayıp uygarlık Mu hakkında bilgiler aramış, Hitit, Babil, Mısır, Hint, Grek, Güney ve Kuzey Amerika’ da bulunan eski uygarlıklarda belirgin bir sekilde göze çarpan ortak semboller bulmuştur. Mu araştırmacılarına göre, Mu kıtasından her kıtaya göçler yapılmışsa da başlıca göçler Kuzey ve Güney Amerika'ya, Orta-Asya'ya, Mısır ve Anadolu'ya yapılmıştır. Bilimsel bulguların haricinde pek çok psişik kaynaktan da Mu hakkında bilgiler gelmektedir.
Ezoterik bilgilerimize göre, Doğu ve Batı Uygarlıklarının iki ana kaynağı vardır. Bunlardan biri Atlantis, diğeri de büyük Ana Vatan Mu uygarlığıdır. Mu uygarlığının en büyük evladı Atlantis’tir. Mu ve Atlantis Uygarlıklarının birbirleriyle senkronizasyonu çok büyüktür. Onlar kendilerinden önceki büyük kozmik uygarlıkların birer merkezi halinde çalıştıkları için birbirlerine paralel olarak gelişmişlerdir ve yine bu paralellikte bir çöküş yaşamışlardır. Bütün insanlığın uygarlık adına yaptığı her şeyin temel bilgisi ve tüm ilkeleri bu iki merkezden yayılmış ve onların öğretileriyle nakledilmiştir. Atlantis’e bu serinin ilerleyen bölümünde değinileceği için burada Atlantis Uygarlığına derinlemesine değinmiyorum.
Mu battığı zamana kadar bütün kutsal törenler ve semboller anlamlarını koruyordu. Battıktan sonraki 5000 – 6000 sene Hindistan ve Mısırdaki bilgi kırıntıları hariç hiçbir tarihi kayıt tutulmadığını bu süreyi insanlığın yeni yapılanmaya ayırdığını söyleyebiliriz.
Yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı kıta Mu kıtasıdır.
Mu kıtası kuzeyden güneye 3000 mil, doğudan batıya 5000 mil kadar uzanan,üç kara parçasından oluşan büyük bir kıtaydı.
Günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Melanezya takımadalarını oluşturan adalar, muhtemelen bu kıtadan arta kalan kara parçalarıdır.
Bu kıta, kıtanın altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması nedeniyle, yaklaşık 12.000 yıl önce 64 milyon nüfusuyla birlikte sulara gömülmüştür. Bu kıtada 70.000 yıl önce tek tanrılı bir din bulunuyordu. Aynı tarihlerde Mu'lular diğer kıtalarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı ki, anavatan dışındaki en büyük imparatorluk, başkenti günümüzde Gobi Çölü ’nün uzandığı bölgede bulunan Uygur İmparatorluğu ’ydu. Mu dininin öğretimini Naakaller adı verilen rahipler üstlenmişlerdi ve sembolizme dayalı bir öğretimleri vardı.
Kadim uygarlıklar hakkında bir yazı yazma isteği, her birimizin belki de ana vatanı olan bu ülkeleri tanımanın ötesinde, büyük bir değişim dönemi içinde olan günümüz uygarlığının Mu ve Atlantis gibi batık uygarlıkların yıkım önceki dönemlerine benzer dönemlerden geçiyor olmaları ve özellikle yaşamakta olduğumuz topraklardaki insanların Mu ve Atlantis uygarlığıyla olan köken bağlarının ve psişik yapılarımızın daha fazla anlaşılması temeline dayanıyor. Bu uygarlıklar hakkındaki ilk bilgileri Plato ve Eflatun’dan öğreniyoruz.
Mu kıtası hakkında en yaygın bilgiler, İngiliz albay James Churchward’ın Tibet’te yaptığı araştırmalara dayanır. Bu araştırmalarla ilgili dört adet kitap yayınlanmıştır. Churchward Tibet tapınaklarında bulduğu tabletleri oradaki rahiplere tercüme ettirmiş, elde ettiği bilgiye göre Büyük Okyanusta Asya Kıtası ve Amerika Kıtası arasında Avustralya’nın iki katı büyüklüğünde bir kıtanın bulunduğu ve bu kıtanın yaklaşık 12.000 yıl önce batmış olduğuna dair bilgilere ulaşır. Küçük de olsa hala bazı bölümlerinin su üstünde olduğu kıtanın doğudan batıya uzunluğu 9500 km’dir. Kıta büyük depremlerle çökerek üzerindeki 60 milyon insanla birlikte kocaman bir su altı mezarlığı haline gelmiştir.
Bugünkü Paskalya, Tahiti, Samoa, Cook, Marshall, Gilbert, Caroline, Mariana, Hawaii ve Marquesa adaları bu kadim kıtaya bekçilik etmektedir. Mu uygarlığının bırakmış olduğu miras, kendinden sonraki tüm uygarlıklar –eski, kaybolmuş ve yeni – tarafından paylaşılmış olan dinsel, mistik sembollerin temelini oluşturmaktadır. Churchward 50 yıl boyunca 20 yi aşkın ülkede kayıp uygarlık Mu hakkında bilgiler aramış, Hitit, Babil, Mısır, Hint, Grek, Güney ve Kuzey Amerika’ da bulunan eski uygarlıklarda belirgin bir sekilde göze çarpan ortak semboller bulmuştur. Mu araştırmacılarına göre, Mu kıtasından her kıtaya göçler yapılmışsa da başlıca göçler Kuzey ve Güney Amerika'ya, Orta-Asya'ya, Mısır ve Anadolu'ya yapılmıştır. Bilimsel bulguların haricinde pek çok psişik kaynaktan da Mu hakkında bilgiler gelmektedir.
Ezoterik bilgilerimize göre, Doğu ve Batı Uygarlıklarının iki ana kaynağı vardır. Bunlardan biri Atlantis, diğeri de büyük Ana Vatan Mu uygarlığıdır. Mu uygarlığının en büyük evladı Atlantis’tir. Mu ve Atlantis Uygarlıklarının birbirleriyle senkronizasyonu çok büyüktür. Onlar kendilerinden önceki büyük kozmik uygarlıkların birer merkezi halinde çalıştıkları için birbirlerine paralel olarak gelişmişlerdir ve yine bu paralellikte bir çöküş yaşamışlardır. Bütün insanlığın uygarlık adına yaptığı her şeyin temel bilgisi ve tüm ilkeleri bu iki merkezden yayılmış ve onların öğretileriyle nakledilmiştir. Atlantis’e bu serinin ilerleyen bölümünde değinileceği için burada Atlantis Uygarlığına derinlemesine değinmiyorum.
Mu battığı zamana kadar bütün kutsal törenler ve semboller anlamlarını koruyordu. Battıktan sonraki 5000 – 6000 sene Hindistan ve Mısırdaki bilgi kırıntıları hariç hiçbir tarihi kayıt tutulmadığını bu süreyi insanlığın yeni yapılanmaya ayırdığını söyleyebiliriz.
Mu ve Atlantis’in yok olmasından sonra süren gaz kuşakları ve dağların formasyonu sürecinde yeryüzünün yeni iskan alanları kurmak için kullanıldığını bu süreçte Örneğin Mısır’da orijinal Mu sembollerinin bir çoğunun varlığını sürdürdüğünü ancak Mısır’lılaştıkları görülmektedir. Özellikle tasarimlarda bu geçerlidir ve içinden çıkılamayan bir teoloji de bu sembolleri takip etmektedir. Bir sürü yeni sembol türemesinin yanı sıra bu sembollerin ezoterik ve gizli anlamlarının da anlaşılmamasıyla sonuçlanmıştır. Özellikle yukarı ve aşağı Mısır’ın birleşmesinde her iki bölgenin sembollerinin birbirine karışması ve rahiplerin dahi anlayamayacağı bir semboller karmaşası yaratmıştır. Mısır tarihindeki bir sonraki dönem Ptolemeler hanedanı zamandır. Bu dönemden itibaren, çok sayıda Grek filozofu Mısır’a gelmeye başlamış ve buradaki tapınaklarda inisiye edilen bu filozoflar aldıkları bilgileri ülkelerine götürmeye başlamışlardır. Bu da Mu ve Atlantis ‘in kutsal sembollerinin Grekleşip yeni isimler alarak yeni bir teolojiyle Grek toplumunda kullanılmaya başladığını görmekteyiz. Bunun sonucu eğlendirici Grek Mitleri ortaya çıkmıştır. Mu ortadan kalkınca, kol kanat gerdiği tüm uygarlıklar üzerindeki kontrolü de ortadan kalmıştır. Din ve ilimlerde destekledikleri bu ülkelerdeki güçleri ortadan kalkınca, zaman içerisinde özgün din ve ilimler öylesine dejenere olmuştur ki, artık eski büyük uygarlıkların öğretileri tarihe karışmıştır. Hayal meyal de olsa Mu ve Atlantis’in bazı yansımalarını bulabileceğimiz öğretiler her yanı sararak bir dinler karmaşası halini almıştır.
Mu uygarlığı hakkındaki görüşleri kısaca şöyle özetleyebiliriz:
Mu uygarlığı hakkındaki görüşleri kısaca şöyle özetleyebiliriz:
Yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı kıta Mu kıtasıdır.
Mu kıtası kuzeyden güneye 3000 mil, doğudan batıya 5000 mil kadar uzanan,üç kara parçasından oluşan büyük bir kıtaydı.
Günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Melanezya takımadalarını oluşturan adalar, muhtemelen bu kıtadan arta kalan kara parçalarıdır.
Bu kıta, kıtanın altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması nedeniyle, yaklaşık 12.000 yıl önce 64 milyon nüfusuyla birlikte sulara gömülmüştür. Bu kıtada 70.000 yıl önce tek tanrılı bir din bulunuyordu. Aynı tarihlerde Mu'lular diğer kıtalarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı ki, anavatan dışındaki en büyük imparatorluk, başkenti günümüzde Gobi Çölü ’nün uzandığı bölgede bulunan Uygur İmparatorluğu ’ydu. Mu dininin öğretimini Naakaller adı verilen rahipler üstlenmişlerdi ve sembolizme dayalı bir öğretimleri vardı.
Mu dininin esası, Tanrı’nın tek oluşuna ve ruhsal gelişim için sürekli olarak tekrar doğmak inanışına dayanıyordu. Atlantis’teki din Mu’nun tek tanrılı dininden başka bir şey değildir.
"Ra" sözcüğü güneş anlamına gelirdi ki, daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, "O" diye hitap ettikleri Tek Tanrı'yı simgelemede kullanılırdı; Mu imparatoru da “Mu’nun güneşi” anlamında Ra-Mu adıyla ifade edilirdi. Ra sözcüğü sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır'a da taşınmıştır.
Dört ırktan oluşan Mu'lularda yazı dilleri farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı. Mu'lular günümüz uygarlığına kıyasla manevi alanlarda çok daha ileriydiler. Telepati, durugörü, çift bedenlenme, astral seyahat gibi, uygarlığımızda ancak kimi medyumlarda ve mistiklerde görülebilen olağanüstü yetenekler Mu' larda olağan yetenekler olarak mevcuttu. Mu uygarlığının en önemli çöküş nedeni, teşevvüş adı verilen, bir aşamadan diğerine geçilirken yaşanan kargaşa dönemini atlatamamasıdır. (B. Ruhselman’a göre).
"Ra" sözcüğü güneş anlamına gelirdi ki, daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, "O" diye hitap ettikleri Tek Tanrı'yı simgelemede kullanılırdı; Mu imparatoru da “Mu’nun güneşi” anlamında Ra-Mu adıyla ifade edilirdi. Ra sözcüğü sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır'a da taşınmıştır.
Dört ırktan oluşan Mu'lularda yazı dilleri farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı. Mu'lular günümüz uygarlığına kıyasla manevi alanlarda çok daha ileriydiler. Telepati, durugörü, çift bedenlenme, astral seyahat gibi, uygarlığımızda ancak kimi medyumlarda ve mistiklerde görülebilen olağanüstü yetenekler Mu' larda olağan yetenekler olarak mevcuttu. Mu uygarlığının en önemli çöküş nedeni, teşevvüş adı verilen, bir aşamadan diğerine geçilirken yaşanan kargaşa dönemini atlatamamasıdır. (B. Ruhselman’a göre).
Genelde bu iddiaların herhangi birini destekleyecek arkeolojik veya antropolojik bulgu bulunmamaktadır. Mu dinine, kolonilerine (örneğin Uygur İmparatorluğu kolonisi fikri) ve Mu kıtasının nasıl battığına ilişkin iddialar Mu varsayımını savunanlar arasında da genel geçer kabul görmemiştir ve farklı düşünceler mevcuttur.
Bütün dinlerin ana kaynağının Mu olduğunu iddia eden araştırmacı James Churcward, Mu da dinin belli aşamalarla öğretildiğini ayrıca Naakal adı verilen rahiplerin diğer kolonilere ve uluslara gidip buralarda okullar kurduklarını belirtmektedir. Bu okullarda yetiştirilen rahipler, halka eğitim vermeyi sürdürmektedir. Babil’de Kaldi denilen bu okullarla ilgili kadim bir yazıt bulunmuştur. Yazıtta : “ İster prens isterse köle olsun, kapı herkese açıktı. Doğrudan mabede geçerlerdi, eşittiler, çünkü Göksel Baba’nın, hepsinin babasının huzurundaydılar ve burada gerçekten kardeştiler. Hiçbir ücret alınmazdı; her şey karşılıksızdı.” Koloni ve Koloni İmparatorluklarının hepsinde bu öğretiler, Kutsal Sırlar adı altında toplanmıştı ki, bu bugünde aynı şekilde kullanılmaktadır. Doğuda bunlar ayrıca Altın Çağ’ın kitapları diye anılıyordu. Daha sonra elde edilen Mısır ve Maya metinlerinde, kutsal sırların sadece en üst kademeye ulaşmış olan ve bilgiye layık görülen varislere emanet edildiği anlaşılmaktadır.
İskenderiyeli Clement şöyle yazmıştır; “ Kutsal sırlar yalnızca yüksek mertebelere erişen rahiplere ve yükseleceği belli olan varislerine teslim edilirdi.” Buna rağmen bunun istisnaları da görülmüştür, Mısır’a giden ve aralarında Solon, Eflatun, Pisagor ve Thales gibi isimlerin de bulunduğu pek çok Yunan filozofu da bu bilgileri öğrenmişti. Din, insanlık tarihinin çok erken bir döneminde, insanın üstü kapalı hiçbir şeyi anlayamayacağı sırada başlamasından dolayı bazı kavramların açıklaması için sözcüklerin işe yaramadığı yerlerde görsellikten yardım alınarak nesnelerin, yani sembollerin kullanılması gerekli görülmüştür. En erken dönem sembolleri sade bir karakterde, düz çizgiler ve basit geometrik şekillerden ibaret olduğuna tanık oluyoruz. Daha sonrasında ise, var olan sembolleri bugün bilim adamlarımızın bile içerisinden çıkamadığı çizimler ve tablolarda uzmanlaşacak kadar ileri gitmişlerdi.
Açıkça görülebildiği gibi, din orijinal halinde belli aşamalarla öğretiliyordu.
Birinci: İnsana önce sonsuz, her şeye Kadir ve Yüce bir Varlığın olduğu öğretiliyordu. Ve O’nun aşağıda ve yukarıdaki her şeyin Yaratıcısı olduğunu Ve insanın bu Kadir Varlık tarafından yaratıldığı ve O’nun tarafından yaratıldığı için onun oğlu olduğu ve aynı şekilde bu Varlık’ın insanın Semavi Babası olduğu.
İkinci: İnsan yaratıldığı zaman yaratıcı, insanın bedenine asla ölmeyen ve ebediyen var olan bir ruh yerleştirmişti.
Üçüncü: İnsan yaratıldığı zaman, maddesel bedeninin, geldiği yer olan toprağa geri dönmesi takdir olunmuştu. Bu maddesel beden öldüğü zaman ruh serbest kalıyor ve ötealeme giderek bir başka maddesel bedeni işgal etmek üzere yeni bir çağrı alana de orada bekliyordu. Şurası bellidir ki, ilkel zihni bu verileri kavrar kavramaz, ruhuna belli bir vazifenin verildiği öğretilmişti. Bu vazife, maddi arzulara galip gelmek suretiyle ruhun maddesel bedene hükmetmesiydi. Bunu başardığı zaman Yüce Kaynağa geri çağrılacak ve artık sonsuza kadar kusursuz bir uyum, iç ferahlığı ve mutluluk içinde yaşayacaktı. Yalnızca tek bir maddesel yaşamın tüm maddi arzuların üstesinden gelmeye yetmeyecek kadar kısa olduğu, buna bağlı olarak bu vazifeyi tamamlayana kadar ruhunun birçok maddesel bedenle birleşerek birçok kez gelmesinin takdir olunduğu öğretiliyordu; bu enkarnasyonlar ruhun kurtuluşuydu.
Dördüncü: Semavi Baba’nın Yüce Sevgi olduğu ve bu Yüce Sevgi’nin tüm Evren’i yönettiği ve asla ölmediği, bireyin zihnine iyice işleniyordu. Semavi Baba’nın sevgisinin, Semavi Baba’nın bir yansıması olan dünyadaki babasının sevgisinden çok daha büyük olduğu öğretiliyordu. Dolayısıyla her zaman Semavi Babasına korku veya endişe duymadan, tam bir güven ve sevgiyle yaklaşmalı, O’nun kendisine sevgiyle kucak açacağını bilebilmeliydi.
Beşinci: Tüm insanların aynı Semavi Baba tarafından yaratıldığı işleniyordu; bu nedenle bütün insanlar kardeşti ve birbirleriyle ilişkilerinde bu gerçek esas alınmalıydı.
Altıncı: Son olarak dünyadaki görevleri, öte tarafa çağrıldığı zaman en elverişli geçişi yapabilmek için nasıl yaşaması ve kendisini nasıl hazırlaması gerektiği öğretiliyordu. Özellikle de Doğruluk, Sevgi, Yardımseverlik, Safiyet ve Göksel babasına tam bir sevgi, güven ve teslimiyet yolunu izlemesi gerektiği anımsatılıyordu. Kabaca anlatılan bu maddeler, insanların ilk dininin genel prensipleridir. Bu prensiplerin temeli Tanrı Sevgisi ve İnsanlığın Kardeşliği’ne dayanmaktadır.
Eğitimleri boyunca erken dönem insanlarına, ne kadar kutsal olursa olsun hiçbir sembolün herhangi bir şekilde putlaştıramayacağı sürekli anlatılıyordu. Sembollerin asıl kullanılma nedeni, zihnini yalnızca Tanrı’ya veya tefekkür ettiği konu üzerine yoğunlaşmasına imkan sağlamasıydı. Gözlerini sembolden ayırmamak suretiyle, diğer nesneler görüş alanının dışında kalmış oluyordu. Sembollerin günümüz dinlerinde de kullanıldığı tartışılmazdır. Mu dininin teolojisi ya da dogmaları yoktu. Her şey, eğitimsiz zihnin bile kavrayabileceği, basit ve anlaşılır bir dille öğretiliyordu. Teolojiler ve dogmalar dine, Anavatan’ın batışından sonra sızmışlardır. Dinde çelişkiler başlamıştı, bu yansımaların günümüze kadar sürdüğünü araştırmacılar iddia etmektedirler. Günümüzdeki dinlerin durumundan bunun yerinde bir tespit olduğu söylenebilir. İnsanlık tarihinin çeşitli dönemlerinde insanların müdahalesiyle dinin içine icatlar, aşırılıklar ve sapkınlıklar sokulduğu görülmüştür. Tüm dinlerin ana kaynağı olan Mu’nun vahye dayalı kutsal dininden birçok kısımların devre dışı kalması ve hatalı çeviriler dinin düşüşüne yol açmıştır. Bu sistemler insanların kalbine batıl inanç tarzı korkular sokarak onları din adamlarına esir etmek istemişlerdir. Bunu başardıkları zamanda hızla zenginleşip iktidarı ele geçirmişleridir. Yalnızca ülkenin zenginlik kaynaklarına değil, aynı zamanda yönetimine de el koyan Mısır’ın Ammon Rahipleri bunun çok canlı bir örneğidir. Günümüze kadar geçen süreçte hala benzerleri görülmekte ya da buna benzer oluşumlar uygulanmaya çalışılmaktadır.
Dindeki en büyük dejenerasyon 22.000 yıl önce Atlantis’te görülmüştür. Mu yok olmaya doğru giderken, anavatan’ın kralı ve Baş rahibi Ra Mu, çaresizlik içinde yakaran kalabalığa şöyle seslenmiştir. “Bütün o hizmetkarlarınız ve şatafatınızla birlikte öleceksiniz ve sizin küllerinizden yeni uluslar can bulacak. Eğer onlar da üstünlüğün bir şeyler edinmekle değil, vermekle kazanıldığını unuturlarsa, aynı şey onların da başına gelecek.” Bu da, bu kişilerin mabet öğretilerinden ayrıldığına, materyalist olduklarına ve Tanrı’yı unuttuklarına işaret etmektedir; onların sapma nedenleri rahiplerin yozlaştırmaları değildi. Anlaşıldığı kadarıyla, servetlerini biriktirerek ve Tanrı’yı unutarak madde uğruna ruhsal yönü ayağa düşürmüşlerdi. Ra Mu’nun diğer bir beyanı da bunu destekler niteliktedir. “Bütün bunların olacağını size önceden haber vermemiş miydim?”
Mısır’da ise tüm ülkeyi silip süpüren sahte tanrılar, putperestlik ve ruhsal düşüş dalgasının nedeni rahiplik kurumuydu. Bayağı tasarımlarıyla öyle bir etki yaratmışlardır ki, bu anlayış her yana yayılmış ve tüm dünyayı dindeki manevi çöküşle sonuçlanan manevi bir girdabın içine fırlatmıştır. Aşırılıkların ve eklemelerin birçoğu günümüze kadar yaşamıştır ve bizlerin dinsel kavramlarında da etkilerini göstermektedir. Sembollere tapmayı ilk öğreten Mısırlılardır ki, bu kadim dinlerde sıkı sıkıya yasaklanmış bir şeydir. Böylece putperestlik başladı. Bir sonraki adım “Set” adını verdikleri bir şeytan yaratmalarıydı. Bu habis varlık içinde bir nüfus bölgesi hayal ettiler ve buna da “Cehennem” dediler. Bu öğretiye göre orası hiç sönmeyen kükürtlü bir alevle dolu bir yerdi. Oraya atılan ruh ebediyen yanardı. İddialarına göre şeytan bir baş melekti ve erdemlerini kaybettiği için cennetten cehenneme düşmüştü. Mısırlılar tarafından icat edilene kadar Şeytan diye bir şey bilinmiyordu. Kadim Mu dininde ise insana bu dünyadaki yaşamı sırasında maruz kaldığı iki tip tesir öğretiliyordu; fiziksel bedeninden kaynaklanan maddi tesir ve ruhundan gelen ruhsal tesir. Ruhsal tesir maddeye üstün gelme gücüne sahipti ve zaten hedefi ya da kaderi nihayetinde ona egemen olmaktı. Kendilerine maddi anlamda bir avantaj sağlayan her şeyi çabucak benimseyen Hindu rahipleri de dinin çarpıtılmasında Mısır’lı rahipleri izlemişlerdir. İşe önlerinde engeli kaldırarak başlamışlardır. Yani öğretmenleri olan Naakalleri bertaraf etmek için ellerinden geleni yaptılar. Naakaller dinin ilk öğretisine büyük bir sadakatle bağlıydılar. Bunun üzerine Brahman rahipleri onlara eziyet etmeye başladılar ve sonunda onları Kuzey bölgelerinin karla kaplı dağlarına sürmeyi başardılar. Bu kutsal rahipler ortalıktan temizlendikten sonra dinde sapmalar başladı.
Şeytanlarını Mısır’dan almayı uygun görmeyen Brahman rahipleri Şiva adını verdikleri kendilerine özgü bir tanrı icat ettiler. Anavatan zamanından beri uygarlığın zirvesinde olan Hindular, Şiva’nın Hindu dinine girmesiyle beraber bu zirveden aşağıya doğru kaymaya başladılar. İlk İranlılar gibi onlar da cinleri (Geni) kabul ederler. Müritlere, sembollerin yalnızca kişinin dikkatini odaklamak amacına dönük olarak tasarlandığı ve Tanrı’nın farklı rumuzları olduğu anlatılır. Fakat bu sağlıklı bilgiyi kara dönüştürmek mümkün olmadığı için halktan saklanır. Onlara korku temelli, batıl inançlarla karışık bir huşu öğretilir. Bunun sonucunda, Hindistan ilk Grek filozofların eğitim aldığı bir yer iken bu özelliğini yitirmiştir. M.Ö. 500’e kadar Grekler eğitim almak için Hindistan’a gidiyordu. Bunun ne zaman başladığı net olarak bilinmemekle birlikte M.Ö. 1500 sıralarında olduğu düşünülmektedir. W. Robetson, “Hindistan Tarihi Üzerine Bir İnceleme” (Basımı 1794, Sf . 274) isimli kitabında Brahmanların dinlerini ve uygarlıklarını bütün ilimlerde yüksek düzeyde uygarlaşmış ancak ileriki dönemlerde acımasızca zulmedilen Nagalardan almış oldukları belirtilmektedir.
Hindu rahiplerin uydurmalarından birisi de insanın ilk olarak bir ot, sonra bir balık olarak yaratıldığı, balıktan hem karada hem de suda yaşayabilen bir yaratığa geçtiği, sonra bir sürüngen olduğu, sürüngenden memeliye geçtiği ve sonra da insan olduğudur. Ayrıca her şeyin Tanrı’nın bir parçası olduğu ve tüm bunların hep birlikte Tanrı’yı teşkil ettiği öğretiliyordu. Öte yandan aynı rahiplik düzeni putperestliğin günah olduğunu söyler. Putperestlik günahtır. Putperestlik tahtadan ve taştan yapılmış putlara tapmaya denmektedir. Tanrı’ya ibadet etmek veya tapmak putperestlik değildir. Taş ve tahta Tanrı’nın birer parçası olduğu için taşa ve tahtaya ibadet etmek Tanrı’nın parçalarına ibadet etmek anlamına gelebilir; dolayısıyla aslında putperestlik diye bir şey yoktur. Çünkü ibadet edilen her neyse zaten Tanrı’nın bir parçasıdır. Bundan daha aşırı bir fantezi düşünülmez sanırım. Buna rağmen günümüzde dahi bazı dinlerde benzer kavramları görmek mümkündür.
Brahman rahipleri işlerini iyi yürütmüşler ve halkın özgürlüğünü kısıtlayarak beyinlerini bu inançlarla doldurmuşlardır. Fakat Hindistan da günümüzde uyanmaya başlamıştır. Rahipler ve din adamları tarafından oluşturulmuş bu prangalardan bütün insanlık şu dönemde sıyrılmaya başlamış, kendi özgür iradesiyle batıl saçma inançlardan kendilerini kurtarıp bilinçlenmeye başlamışlardır.
Bütün dinlerin ana kaynağının Mu olduğunu iddia eden araştırmacı James Churcward, Mu da dinin belli aşamalarla öğretildiğini ayrıca Naakal adı verilen rahiplerin diğer kolonilere ve uluslara gidip buralarda okullar kurduklarını belirtmektedir. Bu okullarda yetiştirilen rahipler, halka eğitim vermeyi sürdürmektedir. Babil’de Kaldi denilen bu okullarla ilgili kadim bir yazıt bulunmuştur. Yazıtta : “ İster prens isterse köle olsun, kapı herkese açıktı. Doğrudan mabede geçerlerdi, eşittiler, çünkü Göksel Baba’nın, hepsinin babasının huzurundaydılar ve burada gerçekten kardeştiler. Hiçbir ücret alınmazdı; her şey karşılıksızdı.” Koloni ve Koloni İmparatorluklarının hepsinde bu öğretiler, Kutsal Sırlar adı altında toplanmıştı ki, bu bugünde aynı şekilde kullanılmaktadır. Doğuda bunlar ayrıca Altın Çağ’ın kitapları diye anılıyordu. Daha sonra elde edilen Mısır ve Maya metinlerinde, kutsal sırların sadece en üst kademeye ulaşmış olan ve bilgiye layık görülen varislere emanet edildiği anlaşılmaktadır.
İskenderiyeli Clement şöyle yazmıştır; “ Kutsal sırlar yalnızca yüksek mertebelere erişen rahiplere ve yükseleceği belli olan varislerine teslim edilirdi.” Buna rağmen bunun istisnaları da görülmüştür, Mısır’a giden ve aralarında Solon, Eflatun, Pisagor ve Thales gibi isimlerin de bulunduğu pek çok Yunan filozofu da bu bilgileri öğrenmişti. Din, insanlık tarihinin çok erken bir döneminde, insanın üstü kapalı hiçbir şeyi anlayamayacağı sırada başlamasından dolayı bazı kavramların açıklaması için sözcüklerin işe yaramadığı yerlerde görsellikten yardım alınarak nesnelerin, yani sembollerin kullanılması gerekli görülmüştür. En erken dönem sembolleri sade bir karakterde, düz çizgiler ve basit geometrik şekillerden ibaret olduğuna tanık oluyoruz. Daha sonrasında ise, var olan sembolleri bugün bilim adamlarımızın bile içerisinden çıkamadığı çizimler ve tablolarda uzmanlaşacak kadar ileri gitmişlerdi.
Açıkça görülebildiği gibi, din orijinal halinde belli aşamalarla öğretiliyordu.
Birinci: İnsana önce sonsuz, her şeye Kadir ve Yüce bir Varlığın olduğu öğretiliyordu. Ve O’nun aşağıda ve yukarıdaki her şeyin Yaratıcısı olduğunu Ve insanın bu Kadir Varlık tarafından yaratıldığı ve O’nun tarafından yaratıldığı için onun oğlu olduğu ve aynı şekilde bu Varlık’ın insanın Semavi Babası olduğu.
İkinci: İnsan yaratıldığı zaman yaratıcı, insanın bedenine asla ölmeyen ve ebediyen var olan bir ruh yerleştirmişti.
Üçüncü: İnsan yaratıldığı zaman, maddesel bedeninin, geldiği yer olan toprağa geri dönmesi takdir olunmuştu. Bu maddesel beden öldüğü zaman ruh serbest kalıyor ve ötealeme giderek bir başka maddesel bedeni işgal etmek üzere yeni bir çağrı alana de orada bekliyordu. Şurası bellidir ki, ilkel zihni bu verileri kavrar kavramaz, ruhuna belli bir vazifenin verildiği öğretilmişti. Bu vazife, maddi arzulara galip gelmek suretiyle ruhun maddesel bedene hükmetmesiydi. Bunu başardığı zaman Yüce Kaynağa geri çağrılacak ve artık sonsuza kadar kusursuz bir uyum, iç ferahlığı ve mutluluk içinde yaşayacaktı. Yalnızca tek bir maddesel yaşamın tüm maddi arzuların üstesinden gelmeye yetmeyecek kadar kısa olduğu, buna bağlı olarak bu vazifeyi tamamlayana kadar ruhunun birçok maddesel bedenle birleşerek birçok kez gelmesinin takdir olunduğu öğretiliyordu; bu enkarnasyonlar ruhun kurtuluşuydu.
Dördüncü: Semavi Baba’nın Yüce Sevgi olduğu ve bu Yüce Sevgi’nin tüm Evren’i yönettiği ve asla ölmediği, bireyin zihnine iyice işleniyordu. Semavi Baba’nın sevgisinin, Semavi Baba’nın bir yansıması olan dünyadaki babasının sevgisinden çok daha büyük olduğu öğretiliyordu. Dolayısıyla her zaman Semavi Babasına korku veya endişe duymadan, tam bir güven ve sevgiyle yaklaşmalı, O’nun kendisine sevgiyle kucak açacağını bilebilmeliydi.
Beşinci: Tüm insanların aynı Semavi Baba tarafından yaratıldığı işleniyordu; bu nedenle bütün insanlar kardeşti ve birbirleriyle ilişkilerinde bu gerçek esas alınmalıydı.
Altıncı: Son olarak dünyadaki görevleri, öte tarafa çağrıldığı zaman en elverişli geçişi yapabilmek için nasıl yaşaması ve kendisini nasıl hazırlaması gerektiği öğretiliyordu. Özellikle de Doğruluk, Sevgi, Yardımseverlik, Safiyet ve Göksel babasına tam bir sevgi, güven ve teslimiyet yolunu izlemesi gerektiği anımsatılıyordu. Kabaca anlatılan bu maddeler, insanların ilk dininin genel prensipleridir. Bu prensiplerin temeli Tanrı Sevgisi ve İnsanlığın Kardeşliği’ne dayanmaktadır.
Eğitimleri boyunca erken dönem insanlarına, ne kadar kutsal olursa olsun hiçbir sembolün herhangi bir şekilde putlaştıramayacağı sürekli anlatılıyordu. Sembollerin asıl kullanılma nedeni, zihnini yalnızca Tanrı’ya veya tefekkür ettiği konu üzerine yoğunlaşmasına imkan sağlamasıydı. Gözlerini sembolden ayırmamak suretiyle, diğer nesneler görüş alanının dışında kalmış oluyordu. Sembollerin günümüz dinlerinde de kullanıldığı tartışılmazdır. Mu dininin teolojisi ya da dogmaları yoktu. Her şey, eğitimsiz zihnin bile kavrayabileceği, basit ve anlaşılır bir dille öğretiliyordu. Teolojiler ve dogmalar dine, Anavatan’ın batışından sonra sızmışlardır. Dinde çelişkiler başlamıştı, bu yansımaların günümüze kadar sürdüğünü araştırmacılar iddia etmektedirler. Günümüzdeki dinlerin durumundan bunun yerinde bir tespit olduğu söylenebilir. İnsanlık tarihinin çeşitli dönemlerinde insanların müdahalesiyle dinin içine icatlar, aşırılıklar ve sapkınlıklar sokulduğu görülmüştür. Tüm dinlerin ana kaynağı olan Mu’nun vahye dayalı kutsal dininden birçok kısımların devre dışı kalması ve hatalı çeviriler dinin düşüşüne yol açmıştır. Bu sistemler insanların kalbine batıl inanç tarzı korkular sokarak onları din adamlarına esir etmek istemişlerdir. Bunu başardıkları zamanda hızla zenginleşip iktidarı ele geçirmişleridir. Yalnızca ülkenin zenginlik kaynaklarına değil, aynı zamanda yönetimine de el koyan Mısır’ın Ammon Rahipleri bunun çok canlı bir örneğidir. Günümüze kadar geçen süreçte hala benzerleri görülmekte ya da buna benzer oluşumlar uygulanmaya çalışılmaktadır.
Dindeki en büyük dejenerasyon 22.000 yıl önce Atlantis’te görülmüştür. Mu yok olmaya doğru giderken, anavatan’ın kralı ve Baş rahibi Ra Mu, çaresizlik içinde yakaran kalabalığa şöyle seslenmiştir. “Bütün o hizmetkarlarınız ve şatafatınızla birlikte öleceksiniz ve sizin küllerinizden yeni uluslar can bulacak. Eğer onlar da üstünlüğün bir şeyler edinmekle değil, vermekle kazanıldığını unuturlarsa, aynı şey onların da başına gelecek.” Bu da, bu kişilerin mabet öğretilerinden ayrıldığına, materyalist olduklarına ve Tanrı’yı unuttuklarına işaret etmektedir; onların sapma nedenleri rahiplerin yozlaştırmaları değildi. Anlaşıldığı kadarıyla, servetlerini biriktirerek ve Tanrı’yı unutarak madde uğruna ruhsal yönü ayağa düşürmüşlerdi. Ra Mu’nun diğer bir beyanı da bunu destekler niteliktedir. “Bütün bunların olacağını size önceden haber vermemiş miydim?”
Mısır’da ise tüm ülkeyi silip süpüren sahte tanrılar, putperestlik ve ruhsal düşüş dalgasının nedeni rahiplik kurumuydu. Bayağı tasarımlarıyla öyle bir etki yaratmışlardır ki, bu anlayış her yana yayılmış ve tüm dünyayı dindeki manevi çöküşle sonuçlanan manevi bir girdabın içine fırlatmıştır. Aşırılıkların ve eklemelerin birçoğu günümüze kadar yaşamıştır ve bizlerin dinsel kavramlarında da etkilerini göstermektedir. Sembollere tapmayı ilk öğreten Mısırlılardır ki, bu kadim dinlerde sıkı sıkıya yasaklanmış bir şeydir. Böylece putperestlik başladı. Bir sonraki adım “Set” adını verdikleri bir şeytan yaratmalarıydı. Bu habis varlık içinde bir nüfus bölgesi hayal ettiler ve buna da “Cehennem” dediler. Bu öğretiye göre orası hiç sönmeyen kükürtlü bir alevle dolu bir yerdi. Oraya atılan ruh ebediyen yanardı. İddialarına göre şeytan bir baş melekti ve erdemlerini kaybettiği için cennetten cehenneme düşmüştü. Mısırlılar tarafından icat edilene kadar Şeytan diye bir şey bilinmiyordu. Kadim Mu dininde ise insana bu dünyadaki yaşamı sırasında maruz kaldığı iki tip tesir öğretiliyordu; fiziksel bedeninden kaynaklanan maddi tesir ve ruhundan gelen ruhsal tesir. Ruhsal tesir maddeye üstün gelme gücüne sahipti ve zaten hedefi ya da kaderi nihayetinde ona egemen olmaktı. Kendilerine maddi anlamda bir avantaj sağlayan her şeyi çabucak benimseyen Hindu rahipleri de dinin çarpıtılmasında Mısır’lı rahipleri izlemişlerdir. İşe önlerinde engeli kaldırarak başlamışlardır. Yani öğretmenleri olan Naakalleri bertaraf etmek için ellerinden geleni yaptılar. Naakaller dinin ilk öğretisine büyük bir sadakatle bağlıydılar. Bunun üzerine Brahman rahipleri onlara eziyet etmeye başladılar ve sonunda onları Kuzey bölgelerinin karla kaplı dağlarına sürmeyi başardılar. Bu kutsal rahipler ortalıktan temizlendikten sonra dinde sapmalar başladı.
Şeytanlarını Mısır’dan almayı uygun görmeyen Brahman rahipleri Şiva adını verdikleri kendilerine özgü bir tanrı icat ettiler. Anavatan zamanından beri uygarlığın zirvesinde olan Hindular, Şiva’nın Hindu dinine girmesiyle beraber bu zirveden aşağıya doğru kaymaya başladılar. İlk İranlılar gibi onlar da cinleri (Geni) kabul ederler. Müritlere, sembollerin yalnızca kişinin dikkatini odaklamak amacına dönük olarak tasarlandığı ve Tanrı’nın farklı rumuzları olduğu anlatılır. Fakat bu sağlıklı bilgiyi kara dönüştürmek mümkün olmadığı için halktan saklanır. Onlara korku temelli, batıl inançlarla karışık bir huşu öğretilir. Bunun sonucunda, Hindistan ilk Grek filozofların eğitim aldığı bir yer iken bu özelliğini yitirmiştir. M.Ö. 500’e kadar Grekler eğitim almak için Hindistan’a gidiyordu. Bunun ne zaman başladığı net olarak bilinmemekle birlikte M.Ö. 1500 sıralarında olduğu düşünülmektedir. W. Robetson, “Hindistan Tarihi Üzerine Bir İnceleme” (Basımı 1794, Sf . 274) isimli kitabında Brahmanların dinlerini ve uygarlıklarını bütün ilimlerde yüksek düzeyde uygarlaşmış ancak ileriki dönemlerde acımasızca zulmedilen Nagalardan almış oldukları belirtilmektedir.
Hindu rahiplerin uydurmalarından birisi de insanın ilk olarak bir ot, sonra bir balık olarak yaratıldığı, balıktan hem karada hem de suda yaşayabilen bir yaratığa geçtiği, sonra bir sürüngen olduğu, sürüngenden memeliye geçtiği ve sonra da insan olduğudur. Ayrıca her şeyin Tanrı’nın bir parçası olduğu ve tüm bunların hep birlikte Tanrı’yı teşkil ettiği öğretiliyordu. Öte yandan aynı rahiplik düzeni putperestliğin günah olduğunu söyler. Putperestlik günahtır. Putperestlik tahtadan ve taştan yapılmış putlara tapmaya denmektedir. Tanrı’ya ibadet etmek veya tapmak putperestlik değildir. Taş ve tahta Tanrı’nın birer parçası olduğu için taşa ve tahtaya ibadet etmek Tanrı’nın parçalarına ibadet etmek anlamına gelebilir; dolayısıyla aslında putperestlik diye bir şey yoktur. Çünkü ibadet edilen her neyse zaten Tanrı’nın bir parçasıdır. Bundan daha aşırı bir fantezi düşünülmez sanırım. Buna rağmen günümüzde dahi bazı dinlerde benzer kavramları görmek mümkündür.
Brahman rahipleri işlerini iyi yürütmüşler ve halkın özgürlüğünü kısıtlayarak beyinlerini bu inançlarla doldurmuşlardır. Fakat Hindistan da günümüzde uyanmaya başlamıştır. Rahipler ve din adamları tarafından oluşturulmuş bu prangalardan bütün insanlık şu dönemde sıyrılmaya başlamış, kendi özgür iradesiyle batıl saçma inançlardan kendilerini kurtarıp bilinçlenmeye başlamışlardır.
Dinlere eklenen en dehşet verici uygulama, insan kurban etmedir. Dine getirilen bu uygulama, her yerde bir dehşet ve korku dalgası yarattı. Hoşgörüsüzlük ve bu vahşilikle kurban ayinlerinin yerini farklı görüşteki insanları katletmeye vardırdılar. Hıristiyan kiliselerinin cadı yakma, sadece sevgiyi işleyen bir peygamber olarak İsa’nın getirdiği öğretiyle tamamen ters düşen bir uygulamadır. Aynı durum İslamiyet için Alevilerin katledilmesi, Yahudiler için de hala süren bir Müslüman katliamı olarak sürmektedir. İnsan kurban etmek biçimi değişmiş olarak hala aramızda sürmektedir. İnsan öldürmeyi yasaklayan bu üç büyük dinin, sevgi temelli uygulamaları tamamen göz ardı edilmiş gibi görünmektedir. Bu da din adamlarının güç ve para için yüzyıllardır aynı yolu izlediklerinin en büyük göstergesidir.
Ünlü araştırmacı Churchward, Musa ve İsa’nın yeni bir din öğretmediğini yalnızca Mu’nun vahye dayalı dininin orijinal halini öğrettiğini savunmaktadır. İslamiyet kendisine daha uzak bir alan olduğu için bu bölüme değinmemiştir. Mu’nun kutsal metinlerinin eşi olan ve Hz. Musa tarafından Sina’daki mabedin baş rahibi olduğu sırada tefsir edilerek Anavatan’ın üslubu ve harfleriyle yazılan metinlerin hatalı tercümelerden dolayı vazifelerini yerine getirememişlerdir. Mısır’ın ezoterik mabet yazıları, Tufan’ın nedenini açıklamakta ve bu fenomenin gerçekliğini ortaya koymaktaydı. Ancak daha sonra bu metinleri anlayamayan kişiler tarafından değiştirilmiştir. Musa’nın devrettiği Tevrat, günümüz insanının kavramlarının üstünde bir ilim anlayışını içeren ve dünya tarihinin gelmiş geçmiş en muazzam ve en engin eseri olan Kutsal ve Vahye dayalı metinlerinin ta kendisiydi. Kaybolan Mu metinleri çeşitli bölgelerde bulunup birleştirilmektedir. Bu metinlerin genel konusu şu konular hakkındadır.
Yaradılışın aşamaları; İnsanın ve Kadın’ın yaradılışı. Tüm gök cisimlerinin evrendeki hareketleri; onların hareketlerini kontrol eden güçler ve bu güçlerin kaynağı. Hayatın kökeni, yeryüzünün gelişimini sırasında hayat tiplerinde oluşan gerekli değişimlerin nedeni ile birlikte hayatın ne olduğu. Farklı jeolojik fenomenler ve bunlara neyin yol açtığı.
Ve nihayet yeryüzünün son yapı taşı: İnsan. Bu tabletlerdeki genel bilgiler şu şekildedir. Evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hâkim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar bir araya geldi. Bu gazlar güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı.
Naacal kardeşlerinin, öğretilerini yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri mabetler, kıtanın her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok taşlardan yapılan bu mabetlerin damları yoktu ve bunlara "şeffaf mabetler" deniliyordu. Güneş ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için mabetlere dam yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı ile insan arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi. Günümüz Masonluğunda da aynı sembol kullanılmakta ve Mason mabetlerinin tavanları, sanki üstü acıkmış gibi, gökyüzünü sembolize eder biçimde düzenlenmektedir. Mu dini sembollerinin en önde geleni, "Mu Kozmik Diyagramı "dır. Bu diyagramda, tam merkezde bulunan daire Güneşin, "Ra"nın, yani tek Tanrının kollektif simgesidir. Üçgen içindeki daire, tanrının gözünün daima insanların üzerinde olduğunun, içice geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün bir arada bulunduğunun simgesidir. Bu üçgenlerden yukarı dönük olanı iyiye, yani Tanrıya ulaşmayı, aşağı bakanı ise yeniden doğuş yasası uyarınca geriye dönüşü remzeder. Her ikisinin bir arada oluşturduğu altı köşeli yıldız, adaletin sembolüdür. Ayrıca bu yıldızın her bir ucu bir fazileti remzeder ve insan ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrıya ulaşabilecektir. Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan başka âlemlerin de bulunduğunu, bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durması gereken 12 kötü eğilimi simgeler. İnsan ruhu, diğer âlemlere geçmeden önce, bu 12 dünyasal kötü eğilimden kurtulmak zorundadır.Aşağı doğru inen sekiz şeritli yol ise, ruhun Tanrıya ulaşması için tırmanması gereken aşamaların ifadesidir. Ruh, en alt kademeden, cansız varlıktan mükemmele, yani Kamil İnsan'a ulaşmak zorundadır.
Naacal mabetlerinde ay, bir sembol olarak güneşin hemen yanında yer alır. Hem baba, hem ana olan Tanrının eril sembolü güneş ise, dişil sembolü de ay'dır. Kozmik diyagram üzerinde de görüleceği gibi üçgenin ve üç sayısının Naacal öğretisindeki yeri büyüktür. Üç sayısına verilen önem Mu kıtasının kendisinden kaynaklanmaktadır. Mu kıtası üç parçadan oluşmuş, ve aralarında dar boğazların bulunduğu adalar topluluğudur. Bu nedenle üçgen, hem Mu kıtasını, hem de, Tanrının eril ve dişil yönleri ile onlardan sudur eden İlahi Kelamı, yani evreni simgeler. Üçgen içindeki göz, ana kaynağın, yani Tanrının, varlığını insan üzerinde daima hissettirdiğini, bir biçimde onu gözlediğini remzeder. Bu sembol, Osiris ile önce Atlantis'e buradan Hermes ile Mısır'a, Mısır'dan Pisagor ile Yunanistan'a ve nihayet günümüzde Masonluğa kadar ulaşmıştır. Naacal öğretisinin bir diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmış olan dört temel gücün kainatı kaosdan düzene geçirmiş oldukları teorisidir. Tanrının kendi asli nitelikleri olarak kabul edilen bu dört temel güç, "dört büyük inşaatçı", "dört büyük mimar", "dört büyük geometri üstadı" olarak adlandırılır. Bu dört temel eleman, ateş, yel, su ve toprak'dır.
Ünlü araştırmacı Churchward, Musa ve İsa’nın yeni bir din öğretmediğini yalnızca Mu’nun vahye dayalı dininin orijinal halini öğrettiğini savunmaktadır. İslamiyet kendisine daha uzak bir alan olduğu için bu bölüme değinmemiştir. Mu’nun kutsal metinlerinin eşi olan ve Hz. Musa tarafından Sina’daki mabedin baş rahibi olduğu sırada tefsir edilerek Anavatan’ın üslubu ve harfleriyle yazılan metinlerin hatalı tercümelerden dolayı vazifelerini yerine getirememişlerdir. Mısır’ın ezoterik mabet yazıları, Tufan’ın nedenini açıklamakta ve bu fenomenin gerçekliğini ortaya koymaktaydı. Ancak daha sonra bu metinleri anlayamayan kişiler tarafından değiştirilmiştir. Musa’nın devrettiği Tevrat, günümüz insanının kavramlarının üstünde bir ilim anlayışını içeren ve dünya tarihinin gelmiş geçmiş en muazzam ve en engin eseri olan Kutsal ve Vahye dayalı metinlerinin ta kendisiydi. Kaybolan Mu metinleri çeşitli bölgelerde bulunup birleştirilmektedir. Bu metinlerin genel konusu şu konular hakkındadır.
Yaradılışın aşamaları; İnsanın ve Kadın’ın yaradılışı. Tüm gök cisimlerinin evrendeki hareketleri; onların hareketlerini kontrol eden güçler ve bu güçlerin kaynağı. Hayatın kökeni, yeryüzünün gelişimini sırasında hayat tiplerinde oluşan gerekli değişimlerin nedeni ile birlikte hayatın ne olduğu. Farklı jeolojik fenomenler ve bunlara neyin yol açtığı.
Ve nihayet yeryüzünün son yapı taşı: İnsan. Bu tabletlerdeki genel bilgiler şu şekildedir. Evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hâkim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar bir araya geldi. Bu gazlar güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı.
Naacal kardeşlerinin, öğretilerini yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri mabetler, kıtanın her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok taşlardan yapılan bu mabetlerin damları yoktu ve bunlara "şeffaf mabetler" deniliyordu. Güneş ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için mabetlere dam yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı ile insan arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi. Günümüz Masonluğunda da aynı sembol kullanılmakta ve Mason mabetlerinin tavanları, sanki üstü acıkmış gibi, gökyüzünü sembolize eder biçimde düzenlenmektedir. Mu dini sembollerinin en önde geleni, "Mu Kozmik Diyagramı "dır. Bu diyagramda, tam merkezde bulunan daire Güneşin, "Ra"nın, yani tek Tanrının kollektif simgesidir. Üçgen içindeki daire, tanrının gözünün daima insanların üzerinde olduğunun, içice geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün bir arada bulunduğunun simgesidir. Bu üçgenlerden yukarı dönük olanı iyiye, yani Tanrıya ulaşmayı, aşağı bakanı ise yeniden doğuş yasası uyarınca geriye dönüşü remzeder. Her ikisinin bir arada oluşturduğu altı köşeli yıldız, adaletin sembolüdür. Ayrıca bu yıldızın her bir ucu bir fazileti remzeder ve insan ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrıya ulaşabilecektir. Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan başka âlemlerin de bulunduğunu, bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durması gereken 12 kötü eğilimi simgeler. İnsan ruhu, diğer âlemlere geçmeden önce, bu 12 dünyasal kötü eğilimden kurtulmak zorundadır.Aşağı doğru inen sekiz şeritli yol ise, ruhun Tanrıya ulaşması için tırmanması gereken aşamaların ifadesidir. Ruh, en alt kademeden, cansız varlıktan mükemmele, yani Kamil İnsan'a ulaşmak zorundadır.
Naacal mabetlerinde ay, bir sembol olarak güneşin hemen yanında yer alır. Hem baba, hem ana olan Tanrının eril sembolü güneş ise, dişil sembolü de ay'dır. Kozmik diyagram üzerinde de görüleceği gibi üçgenin ve üç sayısının Naacal öğretisindeki yeri büyüktür. Üç sayısına verilen önem Mu kıtasının kendisinden kaynaklanmaktadır. Mu kıtası üç parçadan oluşmuş, ve aralarında dar boğazların bulunduğu adalar topluluğudur. Bu nedenle üçgen, hem Mu kıtasını, hem de, Tanrının eril ve dişil yönleri ile onlardan sudur eden İlahi Kelamı, yani evreni simgeler. Üçgen içindeki göz, ana kaynağın, yani Tanrının, varlığını insan üzerinde daima hissettirdiğini, bir biçimde onu gözlediğini remzeder. Bu sembol, Osiris ile önce Atlantis'e buradan Hermes ile Mısır'a, Mısır'dan Pisagor ile Yunanistan'a ve nihayet günümüzde Masonluğa kadar ulaşmıştır. Naacal öğretisinin bir diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmış olan dört temel gücün kainatı kaosdan düzene geçirmiş oldukları teorisidir. Tanrının kendi asli nitelikleri olarak kabul edilen bu dört temel güç, "dört büyük inşaatçı", "dört büyük mimar", "dört büyük geometri üstadı" olarak adlandırılır. Bu dört temel eleman, ateş, yel, su ve toprak'dır.
Semavi dinlerin doğuşu ile bu dört temel eleman, "dört baş melek" olarak adlandırılmışlardır. Naacaller bu dört temel gücü gamalı haç ile sembolize etmişlerdir. Jeolog Niven'in bulduğu tabletler üzerinde rastlanan bu haçlardan, kollarının dördü de aynı uzunlukta olanının dört gücün eşitliğini, uçları kıvrık gamalı haçlardan ağızları sola dönük olanların iyiliği, sağa dönüklerin ise kötülüğü simgelediklerini görüyoruz. Bu konular üzerinde derin araştırmalar yapmış olan Hitler'in, imparatorluğuna sembol olarak ucu sağa dönük-gamalı haçı seçmiş olması bir tesadüf değildir. İsa'nın da öğretisinde kullandığı haç sembolü aynı kaynaktan, Mu'dan gelmektedir.
Mu uygarlığıyla ilgili kitaplar bize 2000’li yıllarda gelip çevrilmiş olmasına rağmen yazılış tarihleri eskidir. Türklerin kökenini büyük bir titizlikle araştıran Atatürk’ün Uygurların Mu’nun kolonisi olduğu bilgilerini öğrenip araştırmalar yapmış Albay Churchward’ın kitaplarını Türkçeye çevirtmiştir. Tahsin Mayatepek’i Meksika’ye Maya kültürünü araştırmak üzere gönderdiği ve bu araştırmaları büyük dikkatle takip ettiği bu süreçte Türk tarih kurumunu kurdurduğu bilinmektedir. Tahsin Bey, 1935 senesinde Meksika büyük elçiliğine atanmıştır. Bulduğu bilgileri üç ciltlik bir defter halinde Atatürk’e göndermiştir. Ezoterik çalışmalardan elde edilen veriler şu yöndedir;
Mu uygarlığıyla ilgili kitaplar bize 2000’li yıllarda gelip çevrilmiş olmasına rağmen yazılış tarihleri eskidir. Türklerin kökenini büyük bir titizlikle araştıran Atatürk’ün Uygurların Mu’nun kolonisi olduğu bilgilerini öğrenip araştırmalar yapmış Albay Churchward’ın kitaplarını Türkçeye çevirtmiştir. Tahsin Mayatepek’i Meksika’ye Maya kültürünü araştırmak üzere gönderdiği ve bu araştırmaları büyük dikkatle takip ettiği bu süreçte Türk tarih kurumunu kurdurduğu bilinmektedir. Tahsin Bey, 1935 senesinde Meksika büyük elçiliğine atanmıştır. Bulduğu bilgileri üç ciltlik bir defter halinde Atatürk’e göndermiştir. Ezoterik çalışmalardan elde edilen veriler şu yöndedir;
Anadolu topraklarına gelen insanların bir özelliği vardır. Burası hem Atlantis’ten hem de Mu’dan gelenlerin birleştikleri bir yerdir. Anadolu halkının Oğuz göçüne kadar beslendikleri kaynak Moğolistan’dır. Atlantislilerin göçü Mısır’ı meydana getirmiştir. Mu uygarlığı da Uygur’ları temel almıştır. Bütün bilgilerini ve felsefelerini onlara aktarmıştır. Uygur Uygarlığı’nın kaynağı bugünkü Moğolistan ve Gobi çölünün dağ yamaçlarına yakın olan bölgesidir. Uyguların inanç, bilim, sosyolojik yaşam, insan ve doğa arasındaki denge, insan ve kozmos arasındaki yapılar bakımından getirip bıraktıkları esaslar çok doğrudur. Birtakım doğal olaylar sonucu başlamış olan Uygur göçleri Hindistan’a, Çin’e, Afganistan’a ve İran yoluyla Anadolu’ya kadar sürmüştür. Büyük Uygur göçüyle birlikte Mu bilgeliği ve Atlantis teknolojisiyle yetişmiş olan büyük insanlık güçleri de, zekası ve zihni de göç etti. Onların içlerindeki birçok varlıkta tohum halinde kapasite mevcuttur. Bu insanların en çok taşıdıkları özellik, duyular dışı algılamadır. Demek ki, Anadolu halkının kalıtımsal olarak getirdiği en büyük nitelik psişiktir. Yani bu toprakların insanları genel olarak iç yüzleri ruhsal dünyaya dönük yaşar. Çünkü doğalarında taşıdıkları DNA’larda bu onlara geçmiştir. Bu durum Anavatan Mu’dan, Uygur akımından geçen bir vazife mirasıdır. http//indigodergisi.com/
Bugün 318 ziyaretçi (427 klik) kişi buradaydı.