AHMET ÜNAL
evreninveinsaninevrimi
EVRENİN VE İNSANIN EVRİMİ
Evrenin ve İnsanın Bilimsel Yaratılış Gerçeği ve Evrim Teoreminin Sona Erişi
Edwin Hubble 1929'da herkesi şaşırtacak bir fikir ortaya atarak gezegenlerin birbirinden zamanla uzaklaştığını öne sürmüştü. BU fikir ile göre uzay her an genişlemekte, bu genişlemeyi geri sararsak tüm gezegen ve yıldızların tek bir noktada birleştiği sonucuna ulaşılıyordu. BU birleşilen cisim 0 hacimde olup yoktan olan bir cisimdi...
Günümüz bilim adamlarının yaptığı araştırmalarda big bang teorisini şu şekilde açıklarlar...
Evrenin yaratılışı, bundan bir asır önce, astronomların
önemli bir bölümü tarafından gözardı edilen bir kavramdı. Bunun nedeni ise, 19. yüzyıldaki bilim anlayışının, evrenin sonsuzdan beri var olduğu varsayımını benimsemesiydi. Evreni inceleyen bilim adamlarının çoğu, zaten sonsuzdan beri var olan bir maddeler bütünüyle karşı karşıya olduklarını sanıyor ve evren için bir "yaratılış", yani başlangıç olduğunu akıllarından bile geçirmiyorlardı.
Bu "sonsuzdan beri var olan evren" fikri, Batı düşüncesine materyalist felsefe ile birlikte girmişti. Eski Yunan'da gelişen bu felsefe, maddeden başka bir varlık olmadığını savunuyor ve evrenin sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini öne sürüyordu. Aslında materyalizm, Ortaçağ'da Kilise'nin hakim olduğu dönemde rafa kaldırılmıştı. Ama Rönesans'tan sonra Batılı bilim ve fikir adamlarının yeniden Eski Yunan kaynaklarına merak sarmaları ile birlikte, materyalizm de yeniden kabul görmeye başladı.
Materyalist evren anlayışını Yeni Çağ'da ilk kez savunan kişi ise, ünlü Alman düşünür Immanuel Kant oldu. Kant, evrenin sonsuzdan beri var olduğunu ve bu sonsuzluk içinde her olasılığın mümkün sayılması gerektiğini öne sürdü. Kant'ın yolunu izleyenler, sonsuz evren fikrini materyalizmle birlikte savunmaya devam ettiler. 19. yüzyıla gelindiğinde ise, evrenin bir başlangıcı, yani yaratılış anı olmadığı şeklindeki iddia, geniş bir kabul görür hale gelmişti. Karl Marx, Friedrich Engels gibi diyalektik materyalistlerin şiddetle sahiplendikleri bu iddia, 20. yüzyıla da taşındı. Söz konusu "sonsuz evren" fikri, her zaman için ateizmle içiçe oldu. Çünkü evrenin bir başlangıcı olması, Allah tarafından yaratıldığı anlamına geliyordu ve buna karşı çıkmanın tek yolu da, hiçbir bilimsel dayanağı olmadığı halde, "evren sonsuzdan beri vardır" iddiasını öne sürmekti.
Alman felsefeci Immanuel Kant “sonsuz evren” iddiasını Yeni Çağ’da ilk kez gündeme getiren kişiydi. Ancak bilimsel bulgular Kant’ın bu iddiasını geçersiz kıldı.
Bu iddiayı ısrarla sahiplenenlerden biri, 20. yüzyılın ilk yarısında yazdığı kitaplarla materyalizmin ve Marksizm'in ünlü bir savunucusu haline gelen Georges Politzer idi. Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri adlı kitabında, "sonsuz evren" modelinin geçerliliğine güvenerek yaratılışa şöyle karşı çıkıyordu: Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan varedilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için, her şeyden önce, evrenin var olmadığı bir anın varlığını, sonra da, hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise bilimin kabul edemeyeceği bir şeydir.
Politzer, yaratılışa karşı sonsuz evren fikrini savunurken, bilimin kendi tarafında olduğunu sanıyordu. Oysa bilim, çok geçmeden, Politzer'in "eğer öyle olsa, bir Yaratıcı olduğunu kabul etmek gerekir" dediği gerçeği, yani evrenin bir başlangıcı olduğu gerçeğini ispatladı.
1920'li yıllar, modern astronominin gelişimi açısından çok önemli yıllardı. 1922'de Rus fizikçi Alexandre Friedmann, Einstein'in genel görecelik kuramına göre evrenin durağan bir yapıya sahip olmadığını ve en ufak bir etkileşimin evrenin genişlemesine veya büzüşmesine yol açacağını hesapladı. Friedmann'ın çözümünün önemini ilk fark eden kişi ise Belçikalı astronom Georges Lemaitre oldu. Lemaitre, bu çözümlere dayanarak evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini öngördü. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyonun da saptanabileceğini belirtti.
Bu bilim adamlarının teorik hesaplamaları o zaman çok ilgi çekmemişti. Ancak 1929 yılında gelen gözlemsel bir delil, bilim dünyasına bomba gibi düşecekti. O yıl California Mount Wilson gözlemevinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden birini yaptı. Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş, o zamana kadar kabul gören evren anlayışını temelden sarsıyordu.
Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. (Gözlemciden uzaklaşmakta olan bir trenin düdük sesinin gittikçe incelmesi gibi.) Hubble'ın gözlemi ise, bu kanuna göre, gökcisimlerinin bizden uzaklaşmakta olduklarını gösteriyordu. Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha buldu; yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Her şeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç ise, evrenin "genişlemekte" olduğuydu.
Edwin Hubble, dev teleskobuyla yaptığı gözlemlerde evrenin genişlediğini fark etti. Hubble böylece “sonsuz evren” efsanesini yıkacak Big Bang teorisinin de ilk delilini bulmuş oluyordu. Kısa bir zaman önce Georges Lemaitre tarafından "kehanet" edilen bu gerçek, aslında yüzyılın en büyük bilimadamı sayılan Albert Einstein tarafından da daha önceden dile getirilmişti. Einstein 1915 yılında ortaya koyduğu genel görecelik kuramıyla yaptığı hesaplarda evrenin durağan olamayacağı sonucuna varmıştı. Ancak bu buluş karşısında son derece şaşıran Einstein bu "uygunsuz" sonucu ortadan kaldırmak için denklemlerine "kozmolojik sabit" adını verdiği bir faktör ilave etmişti. Çünkü o sıralar, astronomlar ona evrenin statik olduğunu söylüyorlardı, o da kuramının bu modele uymasını istemişti. Ancak sonradan bu kozmolojik sabiti "kariyerinin en büyük hatası" olarak tanımlayacaktı. Hubble'ın ortaya koyduğu evrenin genişlediği gerçeği, kısa bir süre sonra yeni bir evren modelini doğurdu.
Evren genişlediğine göre, zamanda geriye doğru gidildiğinde çok daha küçük bir evren, daha da geriye gittiğimizde "tek bir nokta" ortaya çıkıyordu.
Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, korkunç çekim gücü nedeniyle "sıfır hacme" sahip olacağını gösterdi Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya "Big Bang" (Büyük Patlama) dendi ve bu teori de aynı isimle bilindi. Big Bang'in gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır hacim "yokluk" anlamına geldiğine göre, evren "yok" iken "var" hale gelmişti. Bu ise, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına geliyor ve böylece materyalizmin "evren sonsuzdan beri vardır" varsayımını geçersiz kılıyordu.
İşte Görüldüğü üzere kanıtlarıyla beraber evren yok iken var edilmiş bir cismin büyük patlamasıyla meydana gelmektedir... BU patlama sonucunda gezegenler ve evrenler oluşmuştu... 1929'da bulunan bu buluş sayesinde evrime inanlarıda şaşırtmıştı...Aynı yıllarda yaşayan ve insan organiğini inceleyen biyoloji bilim dalı uzmanı Edward Doisy, insanların organiğinde topraksal maddeleri keşfetti... Bu keşif ile bigbang teoremini birleştirdi... Ve yoktan olan bir evrende insanların da yoktan olabileceği kanısına vardı. Bu kanısını da insan organiğinde bulunan maddelerin kanıtı ile güçlendirdi. Çünkü evren ilk olarak üzerinde hiçbir canlının yaşayamayacağı kadar düzensizdi. Ve evren düzene girdikten sonra insan nasıl oluşmuştu?
Edward Doisy kendisine bu soruyu sormuştu ve cevabını da çok geçmeden yoktan var olan evrende de insanın da yoktan olduğunu ve yapısınında topraktan olduğunu insan organiğinde bulunan maddelerle güçlendirdi... Bu teorisini 1951 yılında Fred Sanger amino asit dizilimi deneyinde, amino asit diziliminin tesadüfen olmadığını görmesi ve onların başta tepkimeye girmesi için bir gücün olması gerektiğini görmesi, Edward Doisy'nin teorisini ispatlaması açısından önemliydi... Ve öyle de oldu... Yüzlerce deneyinde tek bir sonuç çıkıyordu. Nedensiz bir tepkimenin olmadığı. Yani Eintain'nın dediği gibi hiçbir maddenin durağan olamayacağını , onlara da bu durağınsızlığı mutlaka başka bir gücün etki ettiğini öğrenmesi fazla uzun sürmedi. Ve ensonunda evrim teorisinde bahsedilen amino asit diziliminin hiçbir şeyin etki etmeden asla olmayacığanı 1951 yılında kanıtladı...
1929'da başlayan bu serüven 1951 yılında artık kesinlik kazanmıştı.
1929 Edwin Hubble'nin tüm gezegenlerin birbirinden uzaklaştığını bulması ve bununda geriye alındığında yaptığı kesin gözlem ve deneylerle herşeyin tek bir cisimde toplanması ve bu cismin sıfır hacimli yani hiç olarak yoktan var edilmesi sonucunun keşfi; 1929 yılında yaşayan Edward Doisy'nin de insanın organiğindeki toprak elementlerinin çokluğu olması nedeniyle aynı yılda bulunan bigbang teorimini birleştirerek ve insan olan canlının topraktan yoktan var edildiğini kanıtlaması; 1951 yılında da Fred Sanger'in amino asit dizilimini başlatan mutlak bir gücü keşfedip evrim teorisindeki gibi amino asitlerin tek başlarına yoktan bir anda olup bir güç altında olmadan oluşamayacağını keşfetmesi evrim teorisini resmen bitiriyordu... BU bütün sonuca ulaşmayı sağlayan bigbang teoriminin ana unsuru olan tüm evrenlerin birbirinden uzaklaştığı gerçeği; bu buluştan yaklaşık 1400 yıl önce inen Kur'an'da şöyle bahsedilmektedir:
"O kâfir olanlar, görmediler mi ki, göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları ayırdık. Hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?" Enbiya 30
Evrenin varoluşunu açıklayan bu teoriye big bang (büyük patlama) denmesi bir yakıştırma ve benzetme ifadesidir. Teorinin esas temeli göklerin ve yerin (tüm evrenin) bir nokta iken açılması, ayrılmasıdır. Bu açılma evrenin genişlemesi şeklinde halen devam etmektedir.
"Biz göğü ''büyük bir kudretle'' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz." (Zariyat 47)
Bu ayette ise göğün genişletilmesi bildirilmektedir. Genişleme, tersine doğru düşünüldüğünde bir noktaya ulaşılır. Bu noktanın ayrılmaya ve açılmaya başlaması ile evrenin oluştuğu ortaya çıkar. Zaten bu yüzyılda evrenin genişlediğinin keşfedilmesi ile ilk oluşumunu ifade eden big bang teorisi ortaya atılmış ve son derece kuvvetli deliller ile isbat edilip genel kabul halini almıştır.
Görüldüğü üzere keşfedilen bu gerçekten 1400 sene önce Kur'an da geçmesi bir tesadüf mü?
Elbette ki bu soru, Arthur Eddington gibi diğer materyalistlerin de hoşuna gitmeyen gerçeği, yani Yaratıcı'nın varlığını göstermektedir. Ünlü ateist felsefeci Anthony Flew, bu konuda şunları söyler:
İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. Ben hala ateizme inanıyorum, ama bunu Big Bang karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim.
Kendisini ateist olmak için körü körüne şartlandırmayan pek çok bilimadamı ise, bugün evrenin yaratılışında sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı'nın, yani Allah'ın varlığını kabul etmiş durumdadır. Örneğin ünlü Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross evrenin Yaratıcı'sının tüm boyutların üzerinde olduğunu şöyle açıklar:
Zaman, olayların meydana geldiği boyuttur. Eğer madde, patlamayla birlikte ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren nedenin evrendeki zaman ve mekandan tamamen bağımsız olması gerekir. Bu bize Yaratıcı'nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu gösterir. Aynı zamanda Yaratıcı'nın bazılarının savunduğu gibi evrenin kendisi olmadığını ve evreni kapladığını, sadece evrenin içindeki bir güç olmadığını kanıtlar.
Görüldüğü üzere bu gibi birçok ünlü ateistler bu durum karşısında suskun ve çaresizdirler... Artık bu gerçeği sizler görmediniz mi?
Ve elbet herşeyin varlığı yok oluşusuyla sona erer... Peki tüm evren genişliyorsa bu genişlemenin bir sonu yok mu? Bu gerçek kıyametin kopma anını açıklayan Kur'an ayetinde şöyle açıklanmaktadır:
O gün gök yarılmış, sarkmıştır.
O gün Sûr'a üflenir, bölük bölük gelirsiniz.
Gök de açılmış, kapı kapı olmuştur. (HAKKA 13 - 16)
Yıldızlar ‘örtülüp (ışıkları) silindiği’ zaman, Gök yarıldığı zaman Dağlar, kökünden sökülüp savurulduğu zaman, Ve resuller de (şahitlik için) belli bir vakitte getirildiği zaman (Mürselat Suresi, 8-11)
Bu ayetlerde göğün yarılmasından ve sarkmasından bahsetmektedir...
Uzayın giderek genişlemesi, bu genişlemenin en sona ulaşmasıyla kıyamet gelecektir... Çünkü yukarıdaki ayetlerde göğün yarılıp sarkması ve yıldızların sönmesinden bahsedilmektedir.
(Kur'an'ın bir tesadüf olmadığını bilimsel olarak kanıtladığımıza göre bu ayetlerin ciddiye alınması gerekmektedir.)
Göğün yarılması ve yıldızların sönmesi; genişlemenin son bulduğu uzayda her gezegen genişleme yapacak bir yer bulamadığı için birbirlerini çekmeye başlar ve birbirlerine çarparlar. BU durumda göğün içe doğru yarılıp sarkması bu çarpmadan sonra oluşan metoorların yeryüzeüne düşmesini ifade etmektedir.
Sonuç olarak herşeyin yoktan olan bir cisim ile başlaması yine herşeyin bir cisim olarak kendini yok etmesiyle son bulacaktır. En doğrusunu Allah bilir.
BİG BANG'IN KRONOLOJİK VE TEKNİK İZAHI İÇİN BURAYI TIKLAYINIZ.
Evrenin ve İnsanın Bilimsel Yaratılış Gerçeği ve Evrim Teoreminin Sona Erişi
Edwin Hubble 1929'da herkesi şaşırtacak bir fikir ortaya atarak gezegenlerin birbirinden zamanla uzaklaştığını öne sürmüştü. BU fikir ile göre uzay her an genişlemekte, bu genişlemeyi geri sararsak tüm gezegen ve yıldızların tek bir noktada birleştiği sonucuna ulaşılıyordu. BU birleşilen cisim 0 hacimde olup yoktan olan bir cisimdi...
Günümüz bilim adamlarının yaptığı araştırmalarda big bang teorisini şu şekilde açıklarlar...
Evrenin yaratılışı, bundan bir asır önce, astronomların
Bu "sonsuzdan beri var olan evren" fikri, Batı düşüncesine materyalist felsefe ile birlikte girmişti. Eski Yunan'da gelişen bu felsefe, maddeden başka bir varlık olmadığını savunuyor ve evrenin sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini öne sürüyordu. Aslında materyalizm, Ortaçağ'da Kilise'nin hakim olduğu dönemde rafa kaldırılmıştı. Ama Rönesans'tan sonra Batılı bilim ve fikir adamlarının yeniden Eski Yunan kaynaklarına merak sarmaları ile birlikte, materyalizm de yeniden kabul görmeye başladı.
Materyalist evren anlayışını Yeni Çağ'da ilk kez savunan kişi ise, ünlü Alman düşünür Immanuel Kant oldu. Kant, evrenin sonsuzdan beri var olduğunu ve bu sonsuzluk içinde her olasılığın mümkün sayılması gerektiğini öne sürdü. Kant'ın yolunu izleyenler, sonsuz evren fikrini materyalizmle birlikte savunmaya devam ettiler. 19. yüzyıla gelindiğinde ise, evrenin bir başlangıcı, yani yaratılış anı olmadığı şeklindeki iddia, geniş bir kabul görür hale gelmişti. Karl Marx, Friedrich Engels gibi diyalektik materyalistlerin şiddetle sahiplendikleri bu iddia, 20. yüzyıla da taşındı. Söz konusu "sonsuz evren" fikri, her zaman için ateizmle içiçe oldu. Çünkü evrenin bir başlangıcı olması, Allah tarafından yaratıldığı anlamına geliyordu ve buna karşı çıkmanın tek yolu da, hiçbir bilimsel dayanağı olmadığı halde, "evren sonsuzdan beri vardır" iddiasını öne sürmekti.
Alman felsefeci Immanuel Kant “sonsuz evren” iddiasını Yeni Çağ’da ilk kez gündeme getiren kişiydi. Ancak bilimsel bulgular Kant’ın bu iddiasını geçersiz kıldı.
Bu iddiayı ısrarla sahiplenenlerden biri, 20. yüzyılın ilk yarısında yazdığı kitaplarla materyalizmin ve Marksizm'in ünlü bir savunucusu haline gelen Georges Politzer idi. Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri adlı kitabında, "sonsuz evren" modelinin geçerliliğine güvenerek yaratılışa şöyle karşı çıkıyordu: Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan varedilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için, her şeyden önce, evrenin var olmadığı bir anın varlığını, sonra da, hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise bilimin kabul edemeyeceği bir şeydir.
Politzer, yaratılışa karşı sonsuz evren fikrini savunurken, bilimin kendi tarafında olduğunu sanıyordu. Oysa bilim, çok geçmeden, Politzer'in "eğer öyle olsa, bir Yaratıcı olduğunu kabul etmek gerekir" dediği gerçeği, yani evrenin bir başlangıcı olduğu gerçeğini ispatladı.
1920'li yıllar, modern astronominin gelişimi açısından çok önemli yıllardı. 1922'de Rus fizikçi Alexandre Friedmann, Einstein'in genel görecelik kuramına göre evrenin durağan bir yapıya sahip olmadığını ve en ufak bir etkileşimin evrenin genişlemesine veya büzüşmesine yol açacağını hesapladı. Friedmann'ın çözümünün önemini ilk fark eden kişi ise Belçikalı astronom Georges Lemaitre oldu. Lemaitre, bu çözümlere dayanarak evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini öngördü. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyonun da saptanabileceğini belirtti.
Bu bilim adamlarının teorik hesaplamaları o zaman çok ilgi çekmemişti. Ancak 1929 yılında gelen gözlemsel bir delil, bilim dünyasına bomba gibi düşecekti. O yıl California Mount Wilson gözlemevinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden birini yaptı. Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş, o zamana kadar kabul gören evren anlayışını temelden sarsıyordu.
Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. (Gözlemciden uzaklaşmakta olan bir trenin düdük sesinin gittikçe incelmesi gibi.) Hubble'ın gözlemi ise, bu kanuna göre, gökcisimlerinin bizden uzaklaşmakta olduklarını gösteriyordu. Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha buldu; yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Her şeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç ise, evrenin "genişlemekte" olduğuydu.
Edwin Hubble, dev teleskobuyla yaptığı gözlemlerde evrenin genişlediğini fark etti. Hubble böylece “sonsuz evren” efsanesini yıkacak Big Bang teorisinin de ilk delilini bulmuş oluyordu. Kısa bir zaman önce Georges Lemaitre tarafından "kehanet" edilen bu gerçek, aslında yüzyılın en büyük bilimadamı sayılan Albert Einstein tarafından da daha önceden dile getirilmişti. Einstein 1915 yılında ortaya koyduğu genel görecelik kuramıyla yaptığı hesaplarda evrenin durağan olamayacağı sonucuna varmıştı. Ancak bu buluş karşısında son derece şaşıran Einstein bu "uygunsuz" sonucu ortadan kaldırmak için denklemlerine "kozmolojik sabit" adını verdiği bir faktör ilave etmişti. Çünkü o sıralar, astronomlar ona evrenin statik olduğunu söylüyorlardı, o da kuramının bu modele uymasını istemişti. Ancak sonradan bu kozmolojik sabiti "kariyerinin en büyük hatası" olarak tanımlayacaktı. Hubble'ın ortaya koyduğu evrenin genişlediği gerçeği, kısa bir süre sonra yeni bir evren modelini doğurdu.
Evren genişlediğine göre, zamanda geriye doğru gidildiğinde çok daha küçük bir evren, daha da geriye gittiğimizde "tek bir nokta" ortaya çıkıyordu.
Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, korkunç çekim gücü nedeniyle "sıfır hacme" sahip olacağını gösterdi Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya "Big Bang" (Büyük Patlama) dendi ve bu teori de aynı isimle bilindi. Big Bang'in gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır hacim "yokluk" anlamına geldiğine göre, evren "yok" iken "var" hale gelmişti. Bu ise, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına geliyor ve böylece materyalizmin "evren sonsuzdan beri vardır" varsayımını geçersiz kılıyordu.
İşte Görüldüğü üzere kanıtlarıyla beraber evren yok iken var edilmiş bir cismin büyük patlamasıyla meydana gelmektedir... BU patlama sonucunda gezegenler ve evrenler oluşmuştu... 1929'da bulunan bu buluş sayesinde evrime inanlarıda şaşırtmıştı...Aynı yıllarda yaşayan ve insan organiğini inceleyen biyoloji bilim dalı uzmanı Edward Doisy, insanların organiğinde topraksal maddeleri keşfetti... Bu keşif ile bigbang teoremini birleştirdi... Ve yoktan olan bir evrende insanların da yoktan olabileceği kanısına vardı. Bu kanısını da insan organiğinde bulunan maddelerin kanıtı ile güçlendirdi. Çünkü evren ilk olarak üzerinde hiçbir canlının yaşayamayacağı kadar düzensizdi. Ve evren düzene girdikten sonra insan nasıl oluşmuştu?
Edward Doisy kendisine bu soruyu sormuştu ve cevabını da çok geçmeden yoktan var olan evrende de insanın da yoktan olduğunu ve yapısınında topraktan olduğunu insan organiğinde bulunan maddelerle güçlendirdi... Bu teorisini 1951 yılında Fred Sanger amino asit dizilimi deneyinde, amino asit diziliminin tesadüfen olmadığını görmesi ve onların başta tepkimeye girmesi için bir gücün olması gerektiğini görmesi, Edward Doisy'nin teorisini ispatlaması açısından önemliydi... Ve öyle de oldu... Yüzlerce deneyinde tek bir sonuç çıkıyordu. Nedensiz bir tepkimenin olmadığı. Yani Eintain'nın dediği gibi hiçbir maddenin durağan olamayacağını , onlara da bu durağınsızlığı mutlaka başka bir gücün etki ettiğini öğrenmesi fazla uzun sürmedi. Ve ensonunda evrim teorisinde bahsedilen amino asit diziliminin hiçbir şeyin etki etmeden asla olmayacığanı 1951 yılında kanıtladı...
1929'da başlayan bu serüven 1951 yılında artık kesinlik kazanmıştı.
1929 Edwin Hubble'nin tüm gezegenlerin birbirinden uzaklaştığını bulması ve bununda geriye alındığında yaptığı kesin gözlem ve deneylerle herşeyin tek bir cisimde toplanması ve bu cismin sıfır hacimli yani hiç olarak yoktan var edilmesi sonucunun keşfi; 1929 yılında yaşayan Edward Doisy'nin de insanın organiğindeki toprak elementlerinin çokluğu olması nedeniyle aynı yılda bulunan bigbang teorimini birleştirerek ve insan olan canlının topraktan yoktan var edildiğini kanıtlaması; 1951 yılında da Fred Sanger'in amino asit dizilimini başlatan mutlak bir gücü keşfedip evrim teorisindeki gibi amino asitlerin tek başlarına yoktan bir anda olup bir güç altında olmadan oluşamayacağını keşfetmesi evrim teorisini resmen bitiriyordu... BU bütün sonuca ulaşmayı sağlayan bigbang teoriminin ana unsuru olan tüm evrenlerin birbirinden uzaklaştığı gerçeği; bu buluştan yaklaşık 1400 yıl önce inen Kur'an'da şöyle bahsedilmektedir:
"O kâfir olanlar, görmediler mi ki, göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları ayırdık. Hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?" Enbiya 30
Evrenin varoluşunu açıklayan bu teoriye big bang (büyük patlama) denmesi bir yakıştırma ve benzetme ifadesidir. Teorinin esas temeli göklerin ve yerin (tüm evrenin) bir nokta iken açılması, ayrılmasıdır. Bu açılma evrenin genişlemesi şeklinde halen devam etmektedir.
"Biz göğü ''büyük bir kudretle'' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz." (Zariyat 47)
Bu ayette ise göğün genişletilmesi bildirilmektedir. Genişleme, tersine doğru düşünüldüğünde bir noktaya ulaşılır. Bu noktanın ayrılmaya ve açılmaya başlaması ile evrenin oluştuğu ortaya çıkar. Zaten bu yüzyılda evrenin genişlediğinin keşfedilmesi ile ilk oluşumunu ifade eden big bang teorisi ortaya atılmış ve son derece kuvvetli deliller ile isbat edilip genel kabul halini almıştır.
Görüldüğü üzere keşfedilen bu gerçekten 1400 sene önce Kur'an da geçmesi bir tesadüf mü?
Elbette ki bu soru, Arthur Eddington gibi diğer materyalistlerin de hoşuna gitmeyen gerçeği, yani Yaratıcı'nın varlığını göstermektedir. Ünlü ateist felsefeci Anthony Flew, bu konuda şunları söyler:
İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. Ben hala ateizme inanıyorum, ama bunu Big Bang karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim.
Kendisini ateist olmak için körü körüne şartlandırmayan pek çok bilimadamı ise, bugün evrenin yaratılışında sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı'nın, yani Allah'ın varlığını kabul etmiş durumdadır. Örneğin ünlü Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross evrenin Yaratıcı'sının tüm boyutların üzerinde olduğunu şöyle açıklar:
Zaman, olayların meydana geldiği boyuttur. Eğer madde, patlamayla birlikte ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren nedenin evrendeki zaman ve mekandan tamamen bağımsız olması gerekir. Bu bize Yaratıcı'nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu gösterir. Aynı zamanda Yaratıcı'nın bazılarının savunduğu gibi evrenin kendisi olmadığını ve evreni kapladığını, sadece evrenin içindeki bir güç olmadığını kanıtlar.
Görüldüğü üzere bu gibi birçok ünlü ateistler bu durum karşısında suskun ve çaresizdirler... Artık bu gerçeği sizler görmediniz mi?
Ve elbet herşeyin varlığı yok oluşusuyla sona erer... Peki tüm evren genişliyorsa bu genişlemenin bir sonu yok mu? Bu gerçek kıyametin kopma anını açıklayan Kur'an ayetinde şöyle açıklanmaktadır:
O gün gök yarılmış, sarkmıştır.
O gün Sûr'a üflenir, bölük bölük gelirsiniz.
Gök de açılmış, kapı kapı olmuştur. (HAKKA 13 - 16)
Yıldızlar ‘örtülüp (ışıkları) silindiği’ zaman, Gök yarıldığı zaman Dağlar, kökünden sökülüp savurulduğu zaman, Ve resuller de (şahitlik için) belli bir vakitte getirildiği zaman (Mürselat Suresi, 8-11)
Bu ayetlerde göğün yarılmasından ve sarkmasından bahsetmektedir...
Uzayın giderek genişlemesi, bu genişlemenin en sona ulaşmasıyla kıyamet gelecektir... Çünkü yukarıdaki ayetlerde göğün yarılıp sarkması ve yıldızların sönmesinden bahsedilmektedir.
(Kur'an'ın bir tesadüf olmadığını bilimsel olarak kanıtladığımıza göre bu ayetlerin ciddiye alınması gerekmektedir.)
Göğün yarılması ve yıldızların sönmesi; genişlemenin son bulduğu uzayda her gezegen genişleme yapacak bir yer bulamadığı için birbirlerini çekmeye başlar ve birbirlerine çarparlar. BU durumda göğün içe doğru yarılıp sarkması bu çarpmadan sonra oluşan metoorların yeryüzeüne düşmesini ifade etmektedir.
Sonuç olarak herşeyin yoktan olan bir cisim ile başlaması yine herşeyin bir cisim olarak kendini yok etmesiyle son bulacaktır. En doğrusunu Allah bilir.
BİG BANG'IN KRONOLOJİK VE TEKNİK İZAHI İÇİN BURAYI TIKLAYINIZ.
Bugün 369 ziyaretçi (503 klik) kişi buradaydı.