AHMET ÜNAL
atlantis
ATLANTİS UYGARLIĞI
Atlantis Uygarlığı, insan ruhunun derinlerine gömülüdür ve ne denli rasyonalize etmeye çabalarsak çabalayalım, farklı kisveler altında yeniden ve yeniden ortaya çıkma alışkanlığı içindedir. Ve bu yüzden bilim kalelerinden daha güçlü müttefikler edinmiştir kendine. Bu nedenle gerçekle kurgunun yeterli bir değerlendirmesini yapabilmek ve bilmeyenlere Atlantis konusunu sergilemek istedim. Bunun için öncelikle bilim insanlarının sonrasında da kimi psişiklerin görüşlerine yer verdim.
Atlantisli sömürgecilere yakıştırılan kadim kalıtların çoğu, özellikle de gerek araştırma, gerekse mantığın, bulundukları yükseltide inşa edilmelerinin olanaksız olduğu söylediği kentler, bence Atlantis’le ilgili değil Mu Uygarlığıyla ilintilidir.
Atlantis Uygarlığı, insan ruhunun derinlerine gömülüdür ve ne denli rasyonalize etmeye çabalarsak çabalayalım, farklı kisveler altında yeniden ve yeniden ortaya çıkma alışkanlığı içindedir. Ve bu yüzden bilim kalelerinden daha güçlü müttefikler edinmiştir kendine. Bu nedenle gerçekle kurgunun yeterli bir değerlendirmesini yapabilmek ve bilmeyenlere Atlantis konusunu sergilemek istedim. Bunun için öncelikle bilim insanlarının sonrasında da kimi psişiklerin görüşlerine yer verdim.
Atlantisli sömürgecilere yakıştırılan kadim kalıtların çoğu, özellikle de gerek araştırma, gerekse mantığın, bulundukları yükseltide inşa edilmelerinin olanaksız olduğu söylediği kentler, bence Atlantis’le ilgili değil Mu Uygarlığıyla ilintilidir.
Mu uygarlığının en büyük evladı Atlantis’tir. Atlantis’te Grönland’a yakın bölgelerden İrlanda’yı içine alacak şekilde bütün Kuzey Doğu Amerika’nın doğu kıyılarından aşağıya doğru, Güney Amerika’nın doğu kıyılarını kapsayacak şekilde bir bölgede yer almaktadır. Mu ve Atlantis Uygarlıklarının birbirleriyle senkronizasyonu çok büyüktür. Onlar kendilerinden önceki büyük kozmik uygarlıkların birer merkezi halinde çalıştıkları için birbirlerine paralel olarak gelişmişlerdir ve yine bu paralellikte bir çöküş yaşamışlardır. Bütün insanlığın uygarlık adına yaptığı her şeyin temel bilgisi ve tüm ilkeleri bu iki merkezden yayılmış ve onların öğretileriyle nakledilmiştir.
Atlantis Uygarlığı da Mu anavatan’ın bir kolonisi olarak görülmüş ve Mu’yla benzer akıbete uğramıştır. Peki, Atlantis adı nerden gelmektedir? Bilgilerin çoğu, Atlantis kavramıyla ve yitik kıtanın kendi adını taşıyan okyanusta bulunduğu yolundaki görüşle benzer olan Grekoromen dünyası yazarlarına borçluyuz. Atalanteler, Atarenteler ve Atlantioti gibi kuzey batı Afrika aşiretlerine yapılan kadim göndermeler, erken Atlantis sömürgelerine işaret etmektedir. Kuzey Afrika Berberileri arasında da, günümüzde okyanusun dibinde gömülmüş, ancak kehanete göre yeniden yükselecek olan, altın, gümüş ve kalay madenleri zengin bir Attala söylencesi vardır.
Atlantis Uygarlığı da Mu anavatan’ın bir kolonisi olarak görülmüş ve Mu’yla benzer akıbete uğramıştır. Peki, Atlantis adı nerden gelmektedir? Bilgilerin çoğu, Atlantis kavramıyla ve yitik kıtanın kendi adını taşıyan okyanusta bulunduğu yolundaki görüşle benzer olan Grekoromen dünyası yazarlarına borçluyuz. Atalanteler, Atarenteler ve Atlantioti gibi kuzey batı Afrika aşiretlerine yapılan kadim göndermeler, erken Atlantis sömürgelerine işaret etmektedir. Kuzey Afrika Berberileri arasında da, günümüzde okyanusun dibinde gömülmüş, ancak kehanete göre yeniden yükselecek olan, altın, gümüş ve kalay madenleri zengin bir Attala söylencesi vardır.
Galya, İrlanda, Galler ve Britanya’nın diğer bölümlerinden eski Keltler de atalarının bazen Avalon olarak da adlandırılan ve sonunda deniz tanrısının ele geçirdiği, batıdaki bir ülkeden geldiğine inanmaktaydılar. Güneybatı Fransa ve Kuzey İspanya Baskları Atlaintika dedikleri eski Atlantislilerin torunları olduklarını öne sürerler; Portekizliler arasında da yaygın bir kuram, Azor adalarının güneyindeki dağların doruğunu oluşturduğu Atlantis ya da Atlantida’nın Portekiz’in batısındaki okyanusta bir zamanlar var olduğunu öne sürer. Güney İspanya İberlileri de Atlantis’le bağlantılı olduklarına inanmaktadırlar; günümüzde İspanya’ya ait olan Kanarya Adalarının Eski Ülkenin tufandan kurtulmuş küçük bir parçası olduğunu söylemektedirler. Gerçekte Atalaya hala burada bir yer adı olarak yaygındır; yerlileriyse topraklarını parçalayan felaketten tek sağ kurtulanlar olduklarına inanırlar.
Fenikeliler de Antilla dedikleri, çok zengin gizli bir adadan söz etmekteydiler. Bir Arap efsanesi batı okyanusunda, uygarlığın beşiği olduğuna inanılan Ad isimli bir ülkeden söz eder. Hindistan’ın kutsal yazıları Purana’lar ve Mahabharata dahi, kendi alt kıtalarının yarım dünya uzağındaki okyanusta yer alan Attala adlı bir kıtaya gönderme yapmaktadır. Gerçekten de, Attala için, başka kaynaklardaki, Atlantis’in efsanevi konumu üzerine verilen bilgileri doğrulayan yaklaşık bir konum da verilmektedir. Atyantika terimi bu ve başka metinlerde nihai bir felakete uğramış kıta olarak geçmektedir. Atlantik’in öte yakasında da bir bu kadar doğrulayıcı gösterge bulunmaktadır. Aztekler, Aztlan adlı büyük bir adadan geldiklerini söylemektedir. Benzer sesleri taşıyan adlara bütün Meksika kıyıları, Orta Amerika ve Güney Amerika’da rastlanır. Norveç ve İskandinav efsaneleri arasındaki en ilginç gönderme dünya çapında büyük bir felaketin ülkelerinin dalgalar arasında yok olmasına yol açtığı Frisia kavminin tarihi olan Oera Linda Kitabı’dır. Ortalama 2 m. Boyundaki sarışın, mavi gözlü halkı anaerkil bir toplum oluşturan söz konusu ülkenin adı Atland’dı. Söylenceler bu ülkenin batışını hızlandıran afetlerin öncesinde, iklimin bugün aynı enlemde hüküm sürenden çok daha ılıman olduğunu belirtmektedir. Bir başka Viking söylencesi de güneybatı da uzanan Atli adlı garip, büyülü bir ülkeden söz eder. Bizde de geçen Ata kelimesinin Atlantislileri yani bizim atalarımızı anlattıkları çok açıktır. Atlantis, Mu uygarlığından daha fazla bir bilinme oranına sahiptir. Viyanalı bilim adamı Otto Muck’un Kayıp Atlantis’in Sırları eserinde Grek Mitolojisinde de yer alan Atlas’ın Atlantis ve Atlantik isimlerinin kaynağı olduğunu söyler. Muck, Atlantis’in ilk kralının deniz tanrısı Poseidon’un oğlu ve göksel kubbenin taşıyıcısı Atlas ile koşut olduğunu söyler.
Atlantis söylencelerinin en canlı aktarıldığı yer, Platon’un eski Mısır’lıların Atlantis miraslarına ilişkin inançlarını da kapsayan, Critias ve Timaeus’udur. Bu metnin kısaltılmış bir kopyasını yazarak Platon’un aktardıklarını yorumsuz olarak yazının en sonuna ekledim;
Fenikeliler de Antilla dedikleri, çok zengin gizli bir adadan söz etmekteydiler. Bir Arap efsanesi batı okyanusunda, uygarlığın beşiği olduğuna inanılan Ad isimli bir ülkeden söz eder. Hindistan’ın kutsal yazıları Purana’lar ve Mahabharata dahi, kendi alt kıtalarının yarım dünya uzağındaki okyanusta yer alan Attala adlı bir kıtaya gönderme yapmaktadır. Gerçekten de, Attala için, başka kaynaklardaki, Atlantis’in efsanevi konumu üzerine verilen bilgileri doğrulayan yaklaşık bir konum da verilmektedir. Atyantika terimi bu ve başka metinlerde nihai bir felakete uğramış kıta olarak geçmektedir. Atlantik’in öte yakasında da bir bu kadar doğrulayıcı gösterge bulunmaktadır. Aztekler, Aztlan adlı büyük bir adadan geldiklerini söylemektedir. Benzer sesleri taşıyan adlara bütün Meksika kıyıları, Orta Amerika ve Güney Amerika’da rastlanır. Norveç ve İskandinav efsaneleri arasındaki en ilginç gönderme dünya çapında büyük bir felaketin ülkelerinin dalgalar arasında yok olmasına yol açtığı Frisia kavminin tarihi olan Oera Linda Kitabı’dır. Ortalama 2 m. Boyundaki sarışın, mavi gözlü halkı anaerkil bir toplum oluşturan söz konusu ülkenin adı Atland’dı. Söylenceler bu ülkenin batışını hızlandıran afetlerin öncesinde, iklimin bugün aynı enlemde hüküm sürenden çok daha ılıman olduğunu belirtmektedir. Bir başka Viking söylencesi de güneybatı da uzanan Atli adlı garip, büyülü bir ülkeden söz eder. Bizde de geçen Ata kelimesinin Atlantislileri yani bizim atalarımızı anlattıkları çok açıktır. Atlantis, Mu uygarlığından daha fazla bir bilinme oranına sahiptir. Viyanalı bilim adamı Otto Muck’un Kayıp Atlantis’in Sırları eserinde Grek Mitolojisinde de yer alan Atlas’ın Atlantis ve Atlantik isimlerinin kaynağı olduğunu söyler. Muck, Atlantis’in ilk kralının deniz tanrısı Poseidon’un oğlu ve göksel kubbenin taşıyıcısı Atlas ile koşut olduğunu söyler.
Atlantis söylencelerinin en canlı aktarıldığı yer, Platon’un eski Mısır’lıların Atlantis miraslarına ilişkin inançlarını da kapsayan, Critias ve Timaeus’udur. Bu metnin kısaltılmış bir kopyasını yazarak Platon’un aktardıklarını yorumsuz olarak yazının en sonuna ekledim;
Platon’un anlatısındaki bir dizi tutarsızlık, özellikle de kadim Atina için verilen kuruluş tarihi kimi klasik bilim adamlarının tüm anlatıyı imgelemin bir eseri ya da şiirsel bir fantezi olarak görüp göz ardı etmelerine yol açar. Öte yandan aynı ölçüde yetkin erkek ve kadınların giriştiği çalışmalar ve araştırmalarda filozofu destekler sonuçlar vermiştir. Anlatısı yaylım ateşine tutulan Platon (İ.Ö. 427-347) soylu bir Atinalı ailenin oğluydu. Socrates’in öğrencisiydi, ilk dönemlerde tragedyalar yazsa da daha sonrasında kendini tamamen felsefeye vermiş ve Euclid’den eğitim aldıktan sonra Mısır’a gitmiş oradan da geri dönüp akademi adını verdiği bir okul kurmuştur. Ve felsefe öğretmiştir. Bu bilgiler ışığında peri masallarına kulak asacak biri gibi görünmemektedir. Gerçekte tüm mitler gerçeğin bir kısmını içerirler. Örneğin kimilerinin salt mitoloji saydığı Oera Linda kitabı, tufan öncesinde ve sonrasında kadim Frisya halkının tarihini anlatmaktadır. Bu kitapta Atlantis’le ilgili bulgulardan iddia edilenler şunlardır:
1. Atland’ın yasası Tex demokrasisinin kökeninde yatar; bunu izleyen yasalar Eski İngiliz Yasasının temelini oluşturmuştur.
2. Roma tanrıçası aslında gerçek bir kişi, Atina devletini kuran Frisyalı bir prensesti.
3. Bekleyen bakireleriyle Roma Vesta tapınağı, dolaylı olarak Atland’ın ilk “Toprak Ana’sı, büyüsel nitelikleri olup sürekli yanan bir lambayı gözeten Fasta’dan esinlenmekteydi.
4. Frisyalı serüvencilerin Golen adını verdiği Druid’ler Saydalı misyonerlerdi.
5. Giritli yasa yapıcı Minos, Minno adlı Frisyalı bir deniz kralından başkası değildi.
Robert Scrutton’un kitabı The Other Atlantis’de bu ve başka şaşırtıcı açıklamalar yer almaktadır; yazar Oera Linda Kitabı’nın otantikliğini kanıtlamak ve tarihlerini saptamak konusunda titiz bir çalışma sergilemiştir. Kendileri de kadınları silahlı ve tıpkı Celtica kraliçelerinin yaptığı gibi sık sık orduları yöneten Anaerkil bir halk olan Frisyalılar, eski Atlandlardan kadınların tahta çıkabildiği ve yasalar önünde eşit olduğu bir toplum olarak söz etmektedirler. Platon’un anlatısındaki silah taşıyan bir heykel olarak betimlenen bir ana tanrıça tapıncına ilişkin göndermeleri, Frisya anlatısında da doğrulanmaktadır. Homeros’un Odysseus’da anlattığı öykülerinde bu anlatılarla benzer özellikler gösterdiği söylenebilir. Bu anlatılar Platon’un Atlantis’ini çağrıştırmaktadır.
Platon’un hayatının son yıllarında, Sicilya’daki kimi dostlarına, Ivimy’in aktardığına göre kendi başlarına keşfedecek kertede zeki olan birkaç kişi dışında kimsenin anlayamayacağı gerçekleri kâğıda hiçbir zaman dökmediğini ve yüreğinde sakladığını söylediği bilinmektedir. Bundan sözünü ettiği hakikatlerin, Pythagoras’ın mathematici’ye öğrettiği içsel gizemler olduğunu çıkarabiliriz. Çağdaşlarınca “Samos’lu Usta” diye anılan ve “felsefe” ve “kozmos” sözcüklerinin yaratıcısı olmakla ünlenen Pythagoras bilim ile din arasında, matematikçilerin olasılıkla farkına varmaksızın Atlantis’ten öğrendiğini ileri sürecekleri eşsiz bir birlik sağlamıştı. Pythagoras öğrencilerini iki kategoriye ayırıyordu: Erginler ve ergin olmayanlar. İkinci grubu, serbest bir çeviriyle “kulaklarıyla duyup ta anlamayanlar” anlamına gelebilecek acusmatici terimiyle nitelendirmekteydi. Erginlereyse mathematici “öğrenip anlayabilenler” diyordu. Kadim zamanlarda tüm bilge kişiler metafiziksel gizlerin hiçbir zaman açıkça ortaya konulmaması konusunda büyük özen göstermekteydiler. Platon’un Atlantis diyaloglarının apansız bitirilmesinin nedeni sanırım budur. Filozofun anlatısını, en çarpıcı ve en can alıcı yerde birden bire kesmesi birçok spekülasyona konu olmuştur. Bunun için ortaya konulan alternatiflerden bazıları şunlardır:
1. Siyasal manevra,
2. Kimi metafizik gizlerin açığa çıkmasını önleme arzusu,
3. Kendisini bir süre dinlenmek zorunda bırakan, sonra da yapıta dönmesine engelleyen bir hastalık. (Hatta ölüm.)
4. Yapıtı tamamladı ama bilinmeyen kişi ya da kişiler bu bölümleri yok ettiler. Birçok yazar son görüşün daha geçerli olduğunu savunsa da gerçeği tam olarak bilemeyeceğiz. Büyük tufanı işleyen Romalı ozan Ovidius, Platon’un tamamlanmamış tarihçesine devam eder:
Bir zamanlar yeryüzünde o denli alçaklık egemendi ki; Adalet gökyüzüne sığındı ve tanrıların kralı bir insan kavmini yok etmeye karar verdi. Jupiter’in öfkesi göklerdeki kendi alanıyla sınırlı değildi. Deniz mavisi kardeşi Neptune ona yardımcı olmak üzere dalgaları gönderdi. Neptune üç dişli çatalıyla toprağa vurdu ve toprak titreyip sarsıldı… Az sonra karayla denizi ayırt etmek olanaksız hale gelmişti. Suyun altında, deniz nymphleri Nereidler hayretle bakıyorlardı ormanlara, evlere ve kentlere. İnsanların hemen tümünü yuttu sular; sulardan kaçabilenlerse açlıktan öldü. Ovidius bu söylencesinde yalnız değildir. Tufan söylenceleri birçok ülke halkı arasında yaygındır. Birçok ulusun yazılı tarihine geçmiştir. Asur kralı Asurbanipal kendinden sonraki kuşaklara pişirilmiş tabletlerde, buyrukları üzerine yazıcılarının ölü dillerde yazılmış kadim tarihe ait kitaplardan Tufan öncesine ait çeviriler yaptığını bildiren iletiler bırakmıştır. Grek tarihçisi Strabon kendi çağından 2600 yıl önce gezginlerin İspanya’nın güneybatı kıyısında zengin ve güçlü bir kent ve liman olan Tartessos’dan taşıdıkları ve kendi dönemlerinden 7000 yıl öncesine ait yazılı kayıtlardan söz etmektedir ki, bu da bizi, geleneksel tarihin yazının başlangıcı olarak kabul ettiği zamandan çok daha gerilere götürür. Solon’dan 900 yıl kadar sonra filozof Proclus (İ.S. 412-485) Timaeus üzerine uzunca bir yorum yapmıştır. Solon’un İ.Ö. 560 dolaylarına rastlayan Mısır yolculuğundan 300 yıl kadar sonra, Crantor adlı bir Grek’in de Sais’e gittiğini ve burada kendisine üzerindeki Hiyerogliflerde Atlantis öyküsünün anlatıldığı Neith tapınağındaki sütunun gösterildiğini belirtir. Mısırlı âlimler onun için yazıları çevirip, Platon’un öyküsüne tıpatıp uyduğunu belirtmişlerdir.
Romalı tarihçi Ammianus (İ.S. 330-400) bu kuram konusunda şunları yazıyor.
Kadim gizemler konusunda ustalaşmış insanların Tufan’ı öngörüp kutsal törenlerine ilişkin tüm anıların yitip gitmemesi için yeraltı geçitleri ve gizli yollar inşa ettikleri söylenmektedir.
İ.S. birinci yüzyılda yazan tarihçi Diodorus Siculus bize şunları söyler.
Mısırlılar çok eski zamanlarda anavatanlarından uygarlık, yazı sanatı ve gelişmiş bir dil getirerek Nil kıyılarına yerleşmiş yabancılardı. Güneşin battığı yönden gelmişlerdi ve insanların en eskileriydiler. Platon eski âlimler ve bilgelerin eserlerinin bir kısmını burada belirttim. Bu veriler ışığında ve Atlantis kıtasıyla ilgili diğer verileri de birleştirerek derleyecek olursak, Atlantik Okyanusu bölgesinde bir ada kıtanın var olduğu ve şok dalgaları tüm kürede duyumsanan (hatta kayda geçirilen) büyük bir faciayla yok olduğu konusunda yeterince veri vardır. Bu batışın sebepleri olarak yine pek çok varsayım öne sürülmüştür. Bunlardan başlıcaları.
1. Eksen kayması
2. Yeryüzünden gelen bir astreoidin çarpması.
3. Güneş hareketleri.
4. Ay hareketleri olarak sıralanabilir.
Araştırmacılar, Atlantis’in Mu'dan 1000 yıl kadar sonra battığını söylemektedirler. Gelişimi oldukça uzun bir dönem alan Atlantis’te Mu gibi bozulmalar gözlenmekteydi. İncelenen veriler ışığında yüzölçümü yaklaşık 600.000 mil kare olduğu sanılmaktadır. Bu rakam bugünkü İran devleti kadar bir alanı kapsamaktadır. Bölgenin bütünün bir hayli yüksek olduğu ve sarp bir şekilde yükseldiği, ana kentinde bir dağ sırasıyla korunduğunu kabul etmişlerdir. Dünyanın bir hayli kuzeyinde yer alan bu kıta şimdiki iklime göre soğuk olması gerekirken, o dönemde farklı bir konumda olduğu belirtilmekte ve ikliminin ılıman olduğu söylenmektedir. Atlantis’te ki halk için üç ırktan söz edilmektedir:
1. Uzun boylu, beyaz tenli, kibar, sarışın ya da kumral sakallı, bilim, hukuk, bilgi ve tıbbın taşıyıcısı yabancılar,
2. Aztek sanatında betimlenenlere benzeyen, Amerika Kızılderilileriyle akraba, kızıl ya da bakır tenli insanlar,
3. Buğday tenli, ela ya da kahverengi gözlü, açık tenli, koyu renk saçlı ve daha kısa boylu insanlar.
Ancak son dönemde yaygın ticaret, göçler ve sömürgecilik yüzünden bu ırkların çeşitlendiği söylenmektedir. Mısırlıların kendilerini kızıl tenli olarak vurguladıkları ve çizimlerinde bu renge büyük önem verdikleri bilinmektedir. Öte yandan Kızılderililerin kızıl tenli olmadığı anlaşılmaktadır. Çoğu açık tenli, sarışın ve mavi gözlü insanlardı. Florida’da bataklık bölgede bulunan Kızılderili cesetlere uygulanan DNA testi, bilim adalarını şaşkınlığa uğratmıştır. Günümüz insan ırkıyla karşılaştırılan bu DNA’ların bir bölümü günümüzde yaşayan çağdaş Asyalılarla aynı özellikleri taşıyor. Bu da kadim Kızılderililerin Hint-Asya halkıyla aynı kökenden geldiğini doğrulamıştır. Bir grup DNA’nın ise dünya üzerinde yaşamayan kayıp bir ırka ait olduğu belirlenmiştir.
Kan gruplarının incelenmesi, Atlantis’in etnolojik yönlerini daha da aydınlatmaktadır. Genellikle Atlantislilerin torunları oldukları öne sürülen Bask’larda rhesus-negatif faktörü bir hayli sıktır ve bu özelliği Mayalar, Kafkas Ossetleri ve kimi berberi aşiretlerle paylaşırlar. Atlantislilerin %75’inin 0 grubu kana sahip olduğu söylenmektedir. Diğer kan grubu da A idi ama ender bulunmaktaydı. Özellikle kral ve yöneticilerinde A kan grubu görülmektedir. Bunların soluk yüzlü, sarışın ve uzun boylu olan ırkı temsil ettikleri söylenebilir. İlk Mısır krallarının da A grubu kana sahip oldukları ancak daha sonraki dönemlerde değişime uğrayıp Mısır’da daha yaygın olan 0 grubu kana dönüştükleri tespit edilmiştir. Kızıl tenli insanlar ve Berberi tipteki insanların ise 0 kan grubuna mensup oldukları tespit edilmiştir.
1. Atland’ın yasası Tex demokrasisinin kökeninde yatar; bunu izleyen yasalar Eski İngiliz Yasasının temelini oluşturmuştur.
2. Roma tanrıçası aslında gerçek bir kişi, Atina devletini kuran Frisyalı bir prensesti.
3. Bekleyen bakireleriyle Roma Vesta tapınağı, dolaylı olarak Atland’ın ilk “Toprak Ana’sı, büyüsel nitelikleri olup sürekli yanan bir lambayı gözeten Fasta’dan esinlenmekteydi.
4. Frisyalı serüvencilerin Golen adını verdiği Druid’ler Saydalı misyonerlerdi.
5. Giritli yasa yapıcı Minos, Minno adlı Frisyalı bir deniz kralından başkası değildi.
Robert Scrutton’un kitabı The Other Atlantis’de bu ve başka şaşırtıcı açıklamalar yer almaktadır; yazar Oera Linda Kitabı’nın otantikliğini kanıtlamak ve tarihlerini saptamak konusunda titiz bir çalışma sergilemiştir. Kendileri de kadınları silahlı ve tıpkı Celtica kraliçelerinin yaptığı gibi sık sık orduları yöneten Anaerkil bir halk olan Frisyalılar, eski Atlandlardan kadınların tahta çıkabildiği ve yasalar önünde eşit olduğu bir toplum olarak söz etmektedirler. Platon’un anlatısındaki silah taşıyan bir heykel olarak betimlenen bir ana tanrıça tapıncına ilişkin göndermeleri, Frisya anlatısında da doğrulanmaktadır. Homeros’un Odysseus’da anlattığı öykülerinde bu anlatılarla benzer özellikler gösterdiği söylenebilir. Bu anlatılar Platon’un Atlantis’ini çağrıştırmaktadır.
Platon’un hayatının son yıllarında, Sicilya’daki kimi dostlarına, Ivimy’in aktardığına göre kendi başlarına keşfedecek kertede zeki olan birkaç kişi dışında kimsenin anlayamayacağı gerçekleri kâğıda hiçbir zaman dökmediğini ve yüreğinde sakladığını söylediği bilinmektedir. Bundan sözünü ettiği hakikatlerin, Pythagoras’ın mathematici’ye öğrettiği içsel gizemler olduğunu çıkarabiliriz. Çağdaşlarınca “Samos’lu Usta” diye anılan ve “felsefe” ve “kozmos” sözcüklerinin yaratıcısı olmakla ünlenen Pythagoras bilim ile din arasında, matematikçilerin olasılıkla farkına varmaksızın Atlantis’ten öğrendiğini ileri sürecekleri eşsiz bir birlik sağlamıştı. Pythagoras öğrencilerini iki kategoriye ayırıyordu: Erginler ve ergin olmayanlar. İkinci grubu, serbest bir çeviriyle “kulaklarıyla duyup ta anlamayanlar” anlamına gelebilecek acusmatici terimiyle nitelendirmekteydi. Erginlereyse mathematici “öğrenip anlayabilenler” diyordu. Kadim zamanlarda tüm bilge kişiler metafiziksel gizlerin hiçbir zaman açıkça ortaya konulmaması konusunda büyük özen göstermekteydiler. Platon’un Atlantis diyaloglarının apansız bitirilmesinin nedeni sanırım budur. Filozofun anlatısını, en çarpıcı ve en can alıcı yerde birden bire kesmesi birçok spekülasyona konu olmuştur. Bunun için ortaya konulan alternatiflerden bazıları şunlardır:
1. Siyasal manevra,
2. Kimi metafizik gizlerin açığa çıkmasını önleme arzusu,
3. Kendisini bir süre dinlenmek zorunda bırakan, sonra da yapıta dönmesine engelleyen bir hastalık. (Hatta ölüm.)
4. Yapıtı tamamladı ama bilinmeyen kişi ya da kişiler bu bölümleri yok ettiler. Birçok yazar son görüşün daha geçerli olduğunu savunsa da gerçeği tam olarak bilemeyeceğiz. Büyük tufanı işleyen Romalı ozan Ovidius, Platon’un tamamlanmamış tarihçesine devam eder:
Bir zamanlar yeryüzünde o denli alçaklık egemendi ki; Adalet gökyüzüne sığındı ve tanrıların kralı bir insan kavmini yok etmeye karar verdi. Jupiter’in öfkesi göklerdeki kendi alanıyla sınırlı değildi. Deniz mavisi kardeşi Neptune ona yardımcı olmak üzere dalgaları gönderdi. Neptune üç dişli çatalıyla toprağa vurdu ve toprak titreyip sarsıldı… Az sonra karayla denizi ayırt etmek olanaksız hale gelmişti. Suyun altında, deniz nymphleri Nereidler hayretle bakıyorlardı ormanlara, evlere ve kentlere. İnsanların hemen tümünü yuttu sular; sulardan kaçabilenlerse açlıktan öldü. Ovidius bu söylencesinde yalnız değildir. Tufan söylenceleri birçok ülke halkı arasında yaygındır. Birçok ulusun yazılı tarihine geçmiştir. Asur kralı Asurbanipal kendinden sonraki kuşaklara pişirilmiş tabletlerde, buyrukları üzerine yazıcılarının ölü dillerde yazılmış kadim tarihe ait kitaplardan Tufan öncesine ait çeviriler yaptığını bildiren iletiler bırakmıştır. Grek tarihçisi Strabon kendi çağından 2600 yıl önce gezginlerin İspanya’nın güneybatı kıyısında zengin ve güçlü bir kent ve liman olan Tartessos’dan taşıdıkları ve kendi dönemlerinden 7000 yıl öncesine ait yazılı kayıtlardan söz etmektedir ki, bu da bizi, geleneksel tarihin yazının başlangıcı olarak kabul ettiği zamandan çok daha gerilere götürür. Solon’dan 900 yıl kadar sonra filozof Proclus (İ.S. 412-485) Timaeus üzerine uzunca bir yorum yapmıştır. Solon’un İ.Ö. 560 dolaylarına rastlayan Mısır yolculuğundan 300 yıl kadar sonra, Crantor adlı bir Grek’in de Sais’e gittiğini ve burada kendisine üzerindeki Hiyerogliflerde Atlantis öyküsünün anlatıldığı Neith tapınağındaki sütunun gösterildiğini belirtir. Mısırlı âlimler onun için yazıları çevirip, Platon’un öyküsüne tıpatıp uyduğunu belirtmişlerdir.
Romalı tarihçi Ammianus (İ.S. 330-400) bu kuram konusunda şunları yazıyor.
Kadim gizemler konusunda ustalaşmış insanların Tufan’ı öngörüp kutsal törenlerine ilişkin tüm anıların yitip gitmemesi için yeraltı geçitleri ve gizli yollar inşa ettikleri söylenmektedir.
İ.S. birinci yüzyılda yazan tarihçi Diodorus Siculus bize şunları söyler.
Mısırlılar çok eski zamanlarda anavatanlarından uygarlık, yazı sanatı ve gelişmiş bir dil getirerek Nil kıyılarına yerleşmiş yabancılardı. Güneşin battığı yönden gelmişlerdi ve insanların en eskileriydiler. Platon eski âlimler ve bilgelerin eserlerinin bir kısmını burada belirttim. Bu veriler ışığında ve Atlantis kıtasıyla ilgili diğer verileri de birleştirerek derleyecek olursak, Atlantik Okyanusu bölgesinde bir ada kıtanın var olduğu ve şok dalgaları tüm kürede duyumsanan (hatta kayda geçirilen) büyük bir faciayla yok olduğu konusunda yeterince veri vardır. Bu batışın sebepleri olarak yine pek çok varsayım öne sürülmüştür. Bunlardan başlıcaları.
1. Eksen kayması
2. Yeryüzünden gelen bir astreoidin çarpması.
3. Güneş hareketleri.
4. Ay hareketleri olarak sıralanabilir.
Araştırmacılar, Atlantis’in Mu'dan 1000 yıl kadar sonra battığını söylemektedirler. Gelişimi oldukça uzun bir dönem alan Atlantis’te Mu gibi bozulmalar gözlenmekteydi. İncelenen veriler ışığında yüzölçümü yaklaşık 600.000 mil kare olduğu sanılmaktadır. Bu rakam bugünkü İran devleti kadar bir alanı kapsamaktadır. Bölgenin bütünün bir hayli yüksek olduğu ve sarp bir şekilde yükseldiği, ana kentinde bir dağ sırasıyla korunduğunu kabul etmişlerdir. Dünyanın bir hayli kuzeyinde yer alan bu kıta şimdiki iklime göre soğuk olması gerekirken, o dönemde farklı bir konumda olduğu belirtilmekte ve ikliminin ılıman olduğu söylenmektedir. Atlantis’te ki halk için üç ırktan söz edilmektedir:
1. Uzun boylu, beyaz tenli, kibar, sarışın ya da kumral sakallı, bilim, hukuk, bilgi ve tıbbın taşıyıcısı yabancılar,
2. Aztek sanatında betimlenenlere benzeyen, Amerika Kızılderilileriyle akraba, kızıl ya da bakır tenli insanlar,
3. Buğday tenli, ela ya da kahverengi gözlü, açık tenli, koyu renk saçlı ve daha kısa boylu insanlar.
Ancak son dönemde yaygın ticaret, göçler ve sömürgecilik yüzünden bu ırkların çeşitlendiği söylenmektedir. Mısırlıların kendilerini kızıl tenli olarak vurguladıkları ve çizimlerinde bu renge büyük önem verdikleri bilinmektedir. Öte yandan Kızılderililerin kızıl tenli olmadığı anlaşılmaktadır. Çoğu açık tenli, sarışın ve mavi gözlü insanlardı. Florida’da bataklık bölgede bulunan Kızılderili cesetlere uygulanan DNA testi, bilim adalarını şaşkınlığa uğratmıştır. Günümüz insan ırkıyla karşılaştırılan bu DNA’ların bir bölümü günümüzde yaşayan çağdaş Asyalılarla aynı özellikleri taşıyor. Bu da kadim Kızılderililerin Hint-Asya halkıyla aynı kökenden geldiğini doğrulamıştır. Bir grup DNA’nın ise dünya üzerinde yaşamayan kayıp bir ırka ait olduğu belirlenmiştir.
Kan gruplarının incelenmesi, Atlantis’in etnolojik yönlerini daha da aydınlatmaktadır. Genellikle Atlantislilerin torunları oldukları öne sürülen Bask’larda rhesus-negatif faktörü bir hayli sıktır ve bu özelliği Mayalar, Kafkas Ossetleri ve kimi berberi aşiretlerle paylaşırlar. Atlantislilerin %75’inin 0 grubu kana sahip olduğu söylenmektedir. Diğer kan grubu da A idi ama ender bulunmaktaydı. Özellikle kral ve yöneticilerinde A kan grubu görülmektedir. Bunların soluk yüzlü, sarışın ve uzun boylu olan ırkı temsil ettikleri söylenebilir. İlk Mısır krallarının da A grubu kana sahip oldukları ancak daha sonraki dönemlerde değişime uğrayıp Mısır’da daha yaygın olan 0 grubu kana dönüştükleri tespit edilmiştir. Kızıl tenli insanlar ve Berberi tipteki insanların ise 0 kan grubuna mensup oldukları tespit edilmiştir.
Atlantis’te ten renklerine göre bir kast sisteminin var olduğunu savunanların yanı sıra, Mu ’nun batışı sırasında Atlantis’in karadan koptuğunu ve bu esnada yeni oluşan bu ada insanlarının çoğunluk beyaz tenli olduğunu, bir kısmının da kızıl tenliler olduğunu ve bu karmaşa esnasında içlerinde teknoloji ve bilimsel bakımdan gelişmiş olanların önderliği ellerine geçirdiklerini söyleyenlerde mevcuttur.
Adanın Amerika kıtasına mı, Avrupa kıtasından mı koptuğu ise hala tartışma konusudur. Ancak Mu ’nun batışıyla ana karadan koptuğu görüşü oldukça yaygındır. Diğer bir görüşte, Atlantis ile diğer kıtalar arasında ulaşımı kolaylaştıracak adalar topluluklarının olduğu fikridir.
Birçok kaynak Atlantislilerin tahıl üreticisi olduklarını, et yemediklerini, ancak balıkçılık yaptıklarını belirlemiştir. Ayrıca kırmızıya boyanmış çeşitli taşlar üzerinde garip simgeler bulunmuştur. Bu şekiller, zikzaklar, çaprazlar, daireler, dikey hatlar ve merdiven şeklini andıran çizgilerdir. Kimileri bunların alfabe olduğunu, kimileri de bir çeşit oyunun parçaları olduğunu söylemiştir.
Birçok kaynak Atlantislilerin tahıl üreticisi olduklarını, et yemediklerini, ancak balıkçılık yaptıklarını belirlemiştir. Ayrıca kırmızıya boyanmış çeşitli taşlar üzerinde garip simgeler bulunmuştur. Bu şekiller, zikzaklar, çaprazlar, daireler, dikey hatlar ve merdiven şeklini andıran çizgilerdir. Kimileri bunların alfabe olduğunu, kimileri de bir çeşit oyunun parçaları olduğunu söylemiştir.
Zengin ağaçlar, çiçekler, otlar, meyveler ve diğer bollukların dışında Atlantis’te birçok hayvan mevcuttu. En sevdikleri hayvan at’tır. Rahiplerin başlarına fok derisinden yapılma şeritleri bulunan bir başlık taktıkları söylenmektedir. Bilginin saklanmasına ilişkin alfabenin önemi her zaman vurgulanmış, ayrıca bilginin zaman kapsülleri içinde saklanıp zamanı geldiğinde yeryüzüne yayılacağına inanmaktaydılar. Bu büyük imparatorluğun sonuna doğru, bir çürümenin ve yozlaşmanın başladığı, yasa ve düzenin çığırından çıktığı söylenmektedir. Bu durum küçük oranda da olsa Roma İmparatorluğu’nun son dönemleri ile Avrupa ve Amerika’nın şimdiki durumlarına benzetilmektedir. Evrimsel ve kuantum düzeyinde bir sıçramanın eşiğine yaklaşırken toplumun bir bölümünün tamamen manevi yöne yöneldiğinin bir bölümününse sadece maddesel tercihler yapmaya başladığı belirtilmektedir. Bu manevi altüstlük durumu, Atlantis’in sonunu hazırlamıştır. Çünkü eylemleriyle ve düşünceleriyle yıkıcı bir kuvveti kendilerine çekecek kadar olumsuz/yıkıcı hale geldikleri belirtilmektedir. Bunda bilim ve teknolojinin kötüye kullanıldığı, kendilerinde bulunan şimdi insanüstü diyebileceğimiz yeteneklerini kötüye kullandıkları ve siyasal oyunların çokça olduğu söylenebilir. Atlantis bir teoloji ve ruhbanlar sınıfı tarafından yönetilmektedir. Yunan mitlerindeki tanrıların burada yaşadığı söylenmektedir. Bu kişilerin Atlantis’in yöneticileri olduğu varsayılmaktadır. Bu yunan tanrılarına yakıştırılan özellikler ve yaşam biçimlerinin de Atlantis’teki bu kişilere ait yaşamlar olduğu söylenmektedir. Atlantisliler doğadaki yaşam gücünü biliyor ve kullanabiliyorlardı. Ancak genlerindeki bazı özelliklerin bozulmasıyla (yani dış dünyayla kaynaşmaları ve ırksal değişimleriyle) birçok kendilerine ait özellikleri yitirmeye başladıkları söylenmektedir. Atlantis’te dönemler içinde din de şekil değiştirmiştir, insan kurban etmeye varan bir değişim sürecinden söz edilmektedir. (Özellikle Mu battıktan sonra) Atlantislilerin ilk dönemlerde Işığın tanrısına ya da hanımına inandıkları bir tek tanrı inanışları varken bu zamanla bozulmaya uğramış, güneş tanrısına ve su tanrısına tapmalar başlamış hatta boğa tapınışının bile başladığı belirtilir. Ve Atlantis battıktan sonra yeryüzüne dağılan Atland’lar bu çok tanrılı inanışı sürdürmeye devam etmişlerdir. Atlantis’in Mu’nun batışından sonra kendilerini batırmayan suya tapmaya başladıkları görülmektedir.
Atlantis’in kurucularının Atlas dokuz erkek kardeşi anneleri Cleito ve kardeşi Satürn’den oluştuğu görüşü yaygındır. Bu on iki ilahı, takımyıldızlarla ilintilendirirler. Atlas’ın ünlü bir gök bilimci olduğu söylenmekte ve araştırmacılar Atlantis dininin bu sebeple yıldızlarla ilişkili olduğu sonucunu çıkarmaktadırlar. İnsanın göksel kürelerle uyum içinde çalışmasının zorunlu olduğuna inanılmakta ve bu inanç doğrultusunda rahip-astrologlar büyük önem taşımaktadır. Özellikle sabit yıldızların kutsal göksel bir anlama işaret ettiğine inanılmaktadır. Bu sebeple Atlantis’ten sonraki birçok uygarlıkta Astroloji’nin büyük önem taşıdığı görülmektedir. Bunun kaynağı Atlantis uygarlığıdır. Değişmeden önceki haliyle Atlantis dini sevecen, kurbansız bir din olarak tanımlanabilir. Güneş, gezegenler gibi yeryüzü dışı olgular aracılığıyla tezahür eden evrensel bir yaratıcı güçle ilgiliydiler. Bilim adamları da rahipler arasından çıkmaktaydı, bu sebeple yıkımı hazırlayan kurumun hem bilim hem de majik eylemleriyle rahipler sınıfı olduğu görüşü de yaygındır. Atlantisli bu rahiplerin batış sırasında uçan bir aletle adadan ayrıldıkları görüşü de onların uygarlık konusunda ileri aşamada olduklarının en büyük kanıtlarından biridir. Atlantislilerin çok ekonomik olan ve çevreyi kirlenmeyen günümüzde unutulmuş bir enerji biçimi bulmuşlardır. Bu şimdiki bilim adamları Sonik enerji demektedirler. Ayrıca Atlantislilerin, dünyanın çekim ve manyetik güçlerini bir nötralizasyon ya da çekim/itim güçlerini harekete geçirebilecek ölçüde bildikleri düşünülmektedir. Ve bu sayede çok ağır nesneleri yerlerinden zorlanmadan oynattıkları düşünülmektedir. Mısır piramitlerinin bu güç sayesinde yapılabildiği düşünülmektedir. Tıp konusunda da çok ileri gittikleri hatta bilgilerini topladıkları yedi adet kitabın kıtanın batışından sonra Mısır’a getirildiği ve Mısırlıların tıp konusundaki bilgileri bu kitaplara bakarak çözdükleri bilinmektedir.
Atlantislilerin sağ beyin yarı küresini kullanabildikleri yani zaman ve mekân engellerinin dışına çıkabildikleri söylenir. Ayrıca Psikokinesis, Duyular dışı algılama, Telepati, Önsezi, Uzak Bellek, Astral Yolculuk ve benzeri olgulara sahip oldukları da bilinmektedir. Ayrıca kristalin gücünü kullanmayı keşfetmişlerdir. Günümüzde Bermuda şeytan üçgeni olarak bilinen bölgenin Atlantis’ten miras kaldığı da düşünülmektedir. Buraya kadar bilim adamlarının çeşitli kaynaklardan edindiği bilgileri aktardım. Ancak Atlantis konusunda en büyük bilgileri psişik kaynaklardan almaktayız. Bunlardan bahsedecek olursak. Pek çok psişik Lemuria faciasından sonra Lemuria ’nın kaymak tabakasının Atlantis’i kurduğu görüşünde birleşirler.
Tanınmış Okültist, Kabalist ve Tarot uzmanı Gareth Kniht ’a göre.
Atlantislilerin boyu 2 m. kadardı, oysa Lemurialılar çok daha uzun boyluydu. Atlantislilerin bendeni bizimkinden çok daha fazla gözenekliydi. 9 yaşında olgunlaşan ve insandan çok hayvansı olarak betimlenen kara derili, maymun benzeri insanlarda olmak üzere birkaç ırk tipi vardı. Zekâ düzeyi son derece düşük sarı derili insanlarda mevcuttu. Köleler, üç toplumsal katman ya da kastın en alttakini oluşturan bu iki gruptan devşirilmekteydi. İlk grup pislik içinde yaşarken, ikincilerin durumu da, halk sağlığı olmadığından, daha iyi durumda sayılmazdı.
Özürlü çocukların doğar doğmaz yok edilmesine karşın, anneler sık sık başkalarının bebeklerini göstererek hile yoluna kaçıyorlardı. Eğer alt tabakanın çocuklarından biri bir yetenek sergilerse, eğitilmek üzere tapınağa getiriliyordu. Genetik seçme uygulanmaktaydı ve insanlar toplumsal değer taşıyan özellikleri yoğunlaştıracak biçimde üretiliyordu. Zanaatkârların teknolojisi kesin bir sır olarak gizlenmekte ve her erkekle her kadının kendi mesleğinin araçlarını kutsanmak üzere düzenli olarak tapınağa sunması beklenmekteydi. Değişim takas biçiminde gerçekleştiriliyordu ve fonetik bir yazı biliniyordu. Ruhban kastı rahip ve rahibelerden oluşuyordu, bu ikinciler büyülü bir “Aynalar Salonu’nu idare ediyorlardı. İki ana tapınak vardı; bunlardan biri kıtanın batısındaki bir dağda inşa edilmiş, Altın kapılar Kenti’ndeki Yüksek Tapınak, diğeriyse denize daha yakın olan “ Güneşin ardındaki Güneş” tapınağıydı. Birinci tapınak rahiplerinin son günlere doğru karanlık güçlere boyun eğmişse de “Güneşin ardındaki Güneş” tapınağının rahipleri Işık yolundan hiçbir zaman sapmadılar. Ayrıca birinci grup, iktidar oyunlarına pek meraklıyken, ikinciler siyasadan özellikle uzak durmaktaydılar. Bilici kadınlar ikinci, yani gizem tapınağına erginlenirlerdi. Deniz rahibeleri her konuda son sözün sahibiydiler; hükümlerini Güneş Başrahibi bile tartışmazdı. Üst tabaka bir kral, ruhban kastı, yazıcılar, imalatçılar ve savaşçılardan oluşmaktaydı. Atlantis bir teokrasi olduğundan, kral doğrudan Güneş Başrahibi’ne karşı sorumluydu. Güneş, dini, halkın dünyevi dinini oluşturmaktaydı ve aşağı yukarı çağdaş kiliseleri andırıyordu; oysa Deniz ve Yıldızların Gizemleri yalnızca erginlenmişlere ait bir alandı ve dolayısıyla da ladini kitleden gizleniyordu. Rahipler vejetaryendirler; savaşçılar et yerdi ve hayvansı insanlar pislik, dışkı ve ceset yiyerek yaşıyorlardı. Toplum bir anlamda ilkel, ancak Batıni anlamda çok gelişkindi.
Uygulanan okült ayinler arasında esrarengiz “ içsel düzlemler” de gerçekleştirilen ve “yüksek kuvvetlerin içselleştirilmesine ilişkin tuhaf, büyülü çiftleşmeler önemli yer tutmaktaydı. Yıldız Gizemleri, doğası yalnızca birkaç yüksek erginlenmişçe anlaşılabilen garip bir radyoaktif kuvvetin bilgisinden kaynaklanıyordu. Bu yıldızlardan kaynaklanan enerji ve özellikle de yaklaşan Kova Çağı’nı tezahür ettiren yıldız kuvvetleriyle ilintilendirilmekteydi. Ayrıca su unsurlarıyla ilintili ve gücü sonik bilimiyle yakından ilişkili olan “ İmgeler salonu’ndan söz eder. Unsurlar ailesinin bu özgül dalını denetlemede ehil olan ruhban kesimi mensuplarının nihai taşkına yol açan suların serbest bırakılmasından sorumlu olduğu söylenir. Kulak kabartmama neden olan bir olay, yasaları sonradan, karanlık güçler altında çöküntüye uğrayan Atlantis sisteminin ilk ve daha manevi temelini oluşturan Işığın bedenlenişi olduğunu tahmin ettiğimiz, uzak Atlantis geçmişinden Beyaz İmparator’a ilişkin kadim bir söylenceydi. Son günlerde, Güneş rahipleri öylesine yozlaşmışlardı ki, sahip oldukları güçleri iğrenç bir biçimde kötüye kullanıyorlardı; Işık rahipleri iyi olan her şeyi, uygun zamanda, daha yüksek bir düzlemde anımsamak üzere geri çekmek zorunda kaldı. Britanya’da kurulan bir Atlantis sömürgesi Stonehenge ve sonradan druidlikle bağlantılandırılan diğer monolitlere yol açtı. Faciadan kurtulabilen birçok iyi rahibin Brittany kıyısı açıklarındaki, şimdi batmış olan Lyonnesse topraklarına yerleştirdiği söylenir.
Murry Hope’un aktardıkları.
Hope kaba saba deneyler ve maymun insanlar, köleler genetik hakkında kaba saba deneyler, sağlıksız yaşam koşullar gibi faktörlerin olmadığını belirtmektedir. Ancak başrahip ve rahibelerin son sözü söylediği bir teokrasi gerçekliğini o da vurgular. Hayatın daha pratik işlerine devlet yöneticileri bakmaktadır. Devletin biçimini, herkesin her şeyi paylaştığı bir çeşit sosyalizm olarak tanımlar. Kullanılan değişim yöntemi takastır; dolayısıyla kendi mülkünü arttırmak isteyenler gerekli takasları yapabilmek için çok daha fazla çalışıyorlardı. Tıbbi bakım herkes için ücretsizdi. Çocuklar 3 yaşında yaşamdaki rolleri için seçiliyorlardı. İnsanlar kuşkusuz çok uzun boyludur. Ama gözenekli olduklarını söylememektedir. Karakter olarak günümüz insanına fazlasıyla benzemektedirler, aynı hataları, kıskançlıkları, yoksunlukları, iktidar mücadelelerini vb. sergiliyorlardı. Ancak son yıllardan birkaç yüzyıl öncesi olduğunu sandığı o dönemlerde her şey gayet iyi ve denetim altındaydı. Suç işleyenler hapishanelere değil, sağaltıcılara havale ediliyorlar ve günümüzde pek çok ülkede uygulana geldiği üzere, cezalarını kamu işlerinde çalışarak çekiyorlardı. Törenlerde başrahibin bir zincirle boynuna taktığı iri mavi taş bulunmaktaydı, olasılıkla bunun elmas olduğunu düşünmektedir. Bu amaçla kullanılmadığı zamanlar, belirli zamanlarda güneşin ışınlarını yakalayacak biçimde bir sunağın üzerine yerleştiriliyordu ve böylesi zamanlarda güçlü bir enerji yaymaktaydı. Ana enerji kaynağı sonikti, ama bu bir sır olarak gizlenir ve yalnızca ruhbanların bilim adamı olan Mason kanadınca bilinirdi. Halkı ya sarışın, mavi gözlü, ya da bakır tenli ve yeşil ya da kahverengi gözlüydü; ama koyu tenli ve mavi gözlü olanlarında bulunduğunu söylemektedir. Bu tipin diğer iki tipin kaynaşması sonucu olduğunu düşünmektedir. Yüze Mongoloid bir görüntü veren çekik gözler ağırlıktaydı; “beyaz” insanların dahi ten rengi sarımtırak ya da altına çalıyordu; sivilceler yok değildi. Uzaktan ticaret için gelmiş olan insanlar vardı ve bunlar her renk tendeydi.
Kumsalda gelgite rastlanmıyordu – su yüzeyi genelde durağandı- ve açelya ya da benzeri renkli çiçeklerle kaplı çalılar, hemen suyun kenarından başlayarak kaplıyorlardı kıyıyı. Geceleyin gökyüzünde ay görünmüyordu; güneş ışınları da şimdikinden çok farklıydı. Sisli ve gümüşsü bir görüntüsü vardı. Bir başka değişik olan şeyde; kuzey kısmının sıcak, güney kısmının serin olmasıdır. Kendisinin manevi kökleri dünya dışından olan bir aileye mensup olduğunu ve kendisinin bu dünyaya ilk gelişi olduğunu anımsadığını söylüyor. Edgar Cayce'nin, 1000e yakın kişiye yaptığı önceki yaşamlara döndürme seansları- sırasındaki Atlantis dönemine ilişkin okumalarından elde ettikleri veriler.
Dünya'nın unutulmuş tarihinin önemli bir bölümünde, Dünya üzerindeki hâkimiyet dinozorumsu ve sürüngenimsi ırkın kurmuş olduğu uygarlıklardaydı. Bu ırklar bugünkü Dünya insanlarıyla kıyaslanacak olurlarsa üstün bir zekâya sahiptiler. Ama kötü bir yanları vardı, kendileri dışındaki fiziksel varlıklara yaşam hakkı tanımıyorlardı. Bu nedenle, 900 bin yıl kadar önce, o dönemlerde karada yaşayan, memeli deniz öncelleri dediğimiz varlıkların ( yunuslar ve balinalar) ve Dünya spritüel hiyerarşisinin de desteği ile Dünya'dan yok edildiler. Ve bu yok edilişten bir süre sonra Dünya'da insan ırkı var olmaya başladı. Dünya insanları ilk kolonilerini, Pasifik Okyanusu üzerinde bulunan, Lemurya Kıtası (MU) denilen yerde kurdular. İnsanın beş ırkının bu kıtada yaratıldığı ve sonraları Dünyaya yayıldıkları söylenir. İlk koloninin kurucuları olan bu insanlar, hayatın tüm düzeylerinde demokratik ilkelerin geçerli olduğu bir Lyra/Srius uygarlığı oluşturdular. Sonraki 850.000 yıl boyunca Lemuryalılar bir dizi yavru imparatorluklar kurarak Dünyaya yayılmaya başladılar. Bu yavru imparatorlukların en önemlisi, Atlantik Okyanusu'nun ortasında bulunan kocaman bir ada olan Atlantis idi. Atlantis'in batısında Kuzey ve Orta Amerika, doğusunda ise Avrupa ve Kuzeybatı Afrika yer alıyordu. Yüzölçümü bugünkü, Avrupa ve Rusya’nın birleşik yüz ölçümlerine eşitti. Poseidon, Atlantis'in kurucusuydu. Atlantisliler, babaları olduğunu kabul ettikleri Poseidon için bir tapınak yapmışlardı. Her beş ve her altı yılda bir insanlar burada toplanır ve boğalar kurban ederek tapınağın sütunlarına işlenmiş kutsal yazılara riayet için yemin ederlerdi. Atlantisliler topraktan gelmiş insanlardan, Euenor'un kızı Kleito'yu anneleri olarak kabul ederlerdi. İnsanları; kültüre, bilime, sanata oldukça düşkündüler. Kibar insanlardı. Atlantis'te çoğunluk kızıl ırktaydı. Yönetim şekli ise, sosyalist eğilimli bir monarşiydi. Toplumda din adamlarının sayısı hayli fazlaydı. Din adamları, o devrin en bilgili kadın ve erkekleriydiler. Hekimlik, vicdani ahlaki değerlerin danışmanı olarak görev yapıyorlardı. Atlantis var olduğu dönem boyunca üç imparatorluk dönemine ayrılmıştı. Galaktik İnsan Kitabı'nda Atlantis'in yükselişini ve düşüşünü incelerken şöyle bir anlatıma yer veriliyor; "Atlantis'in tarihinin üç imparatorluğa ayrıldığını görürüz. İlk tarihi dilime Eski İmparatorluk denir (M.Ö 400.000 yıldan 25.000 yıla kadar uzanır) Eski İmparatorluk, Lemurya ile aynı zamanlarda var oldu ve nihayet Lemurya'nın yıkımını planladı. İkinci tarihi dilime, Orta İmparatorluk denir (M. Ö 25.000 yıldan 15.000 yıla kadar uzanır) ve o, Dünya Gezegeninin ilk gerçek hiyerarşik yönetimine sahne olmuştur. Son tarihi devreye ise Yeni İmparatorluk denir. O Atlantis tarihinin son 5000 yılını kapsayan nihai çatışma ve yıkımın öyküsünü içerir (MÖ. 15.000 yıldan 5000 yıla dek uzanır).
Atlantis batışından önce üç kez tufana uğramıştır. Edgar Cayce’nin okumalarına göre, bu tufanlar günümüzden; 50 bin, 28 bin ve10.600 yıl kadar önce gerçekleşmiştir. Bu tufanların nedenlerini incelediğimiz de günümüzle ne kadar da özdeş olduklarını tüm gerçekliğiyle görüyoruz. İlk tufanın nedenine baktığımızda günümüzde de sıklıkla kullanılmakta olan kimyasal maddeleri ve silahları görüyoruz. Bu maddelerin ilk kez yoğun olarak kullanılmasının öyküsü ise şöyle; M.Ö. 50200 yılında etobur, iri cüsseli hayvanlar, insanlar için büyük sorun oluşturmaya başlayınca Dünyanın beş ulusundan gelen, beş ırkın temsilcileri bir araya geldiler, topraktaki ve havadaki unsurlarda bulunan güçlü kimyasal enerjileri hayvanlara karşı kullanmak için karar birliğine vardılar. Bu kararların sonucunda hayvanların yaşadıkları mağaralara ve bölgelere çok büyük miktarlarda kimyasal maddeler, gazlar verildi. Bilinçsizce kullanılan bu kimyasal maddeler ve güçlü patlayıcılar doğanın dengesini bozdu. Verilen gazlar, halen soğumakta olan yerkürede volkanik patlamalara, zelzelelere, buzul çağına girilmesine ve Atlantis’in ilk tufanını yaşamasına yol açtı. Atlantis de uzun yıllar boyunca toplumsal olarak da karışıklıklar yaşandı. Toplum yönetiminde hâkim olan ve Işığı temsil eden Birin Oğulları; bir Tanrı, bir din, bir eş kurallarını toplumda yerleştirmeye çalışırlarken, Karanlığı temsil eden, Belial Oğullarının, bu kurallar hiç işlerine gelmiyordu. Onlar toplumsal normları hiç sayıyor, insan hakları konusunda ise kayıtsız kalıyorlardı. Maddesel, safahata eğilimli, şiddete dayalı bir hayat biçimi ve anlayışları vardı. Toplum hayatında bu iki grubun anlaşmazlığı gittikçe artıyor, bu da iç savaşlara ve huzursuzluklara neden oluyordu. Belial Oğullarının bedene bağlı, materyalist yaşam biçimleri bazı Birin oğullarına da cazip geliyor ve onların tarafına geçmelerine neden oluyordu.
Atlantis’teki ikinci tufan ise M.Ö. 28.000e doğru gerçekleşti. Bu tufanın öyküsü ise şöyle anlatılır; Atlantisliler ilk tufanın şokunu atlattıktan sonar hızlı bir toparlanış dönemi geçirdiler. Atlantis’in ikinci döneminde Atlantisliler, elektrik ve elektronik alanında önemli buluşlar yaptılar ve büyük gelişmeler gösterdiler. Uranyumdan elde edilen atom enerjisini taşımacılıkta kullanılıyorlardı. Lazer gibi her türlü ışıklı şualar keşfetmişlerdi. Ölüm şuası da bu gruba dahildi. Sıvı hava, sıkıştırılmış hava, kauçuk ve bugün henüz bilinmeyen bakır, alüminyum ve uranyumdan meydana gelen madeni alaşımlar kullanılıyordu. Asansör, telefon, radyo, TV yaygındı. En önemli bilimsel başarıları ise güneş enerjisine hâkim olmalarıydı. Bu gücü denetim altında tutan merkeze, Tuaoil Taşı veya Ateş Taşı adını veriyorlardı. Bu dönemde insan bedeni, kristallerden çıkan şuaların hafifletilmiş bir uygulaması ile gençleştirilebiliyordu. Bununla beraber Ateş Taşı yıkıcı amaçlarla işkence ve ağır cezaların yerine getirilmesinde de kullanılıyordu. Bu merkezin kuvvetinin, çok ileri bir düzeye ulaştığı bir zamanda yapılan bir hata, şuanın elektrik güçleriyle birleşerek toprağın bağrında birçok yangının çıkarmasına yol açtı ve volkanik patlamalar meydana geldi.
Atlantislilerin hatalarından birisi de genlerle oynamaları olmuştur. Belial Oğullarının etkisi altındaki, Atlantislilerin yaptıkları, bugünün dünya insanlarını genetik bakımdan indirgenmiş ve mutasyona uğratılmış durumda da bırakmıştır. Nedir bu genetik bakımdan indirgenmiş ve mutasyona uğratılmış olmak? Yapılan işlem bugünün gen mühendislerinin üzerinde çalıştıkları yöntemlere çok benzer. Sadece Atlantisliler bu işlemi yaparken, hayvan türleriyle yetinmemişler, insanlar üzerinde de denemeler yapmışlar daha da ileri giderek insan ve hayvan karışımı yaratıklar meydana getirmişlerdi. Atlantisliler bu yaratıkları köle olarak en ağır işlerde kullanıyorlardı. İnsanların önceleri daha büyük olan kafa yapısını küçültenlerde yine Atlantisliler oldu. Atlantislilerin hırsı sınır tanımıyordu. Yaptıklarıyla yetinmeyip, insanlarda önceleri 12 sarmallı olan DNA yapısını, 2 sarmala indirdiler. Öfke, korkular, şiddet eğilimi, telepati yeteneğimizin azalması gibi olumsuz durumlar insan ırkından bu sarmalların çalınması sonucu oluştu. Ve bizler günümüzde bu hırsızlığın bedelini hala yaşamlarımızda ödüyoruz.
Atlantisliler zamanla, yaptıkları yaratım ve genlerle oynama çalışmalarını öylesine abattılar ve Dünyaya hâkim olma istekleri öylesi bir boyuta geldi ki, bir anlamda kendilerini, Allah, Tanrı, Yaradan, Ogan, Kutsal Beyaz Işık gibi birçok isimle anılan "BüyükYaratıcı Güç"le eş görmeye başladılar. Çünkü onlar yaratmanın sırrına erdiklerini düşünüyorlar ve "Büyük Yaratıcı Güce ihtiyaçları olmadığını iddia ediyorlardı. İşi iyice ileriye götürüp başta Alpha Centauri ve Pleiades kökenli ve Dünya Spritüel Hiyerarşisi tarafından dışlanan "asiler" denilen gruplarla ittifak içine girdiler. Öte yandan, Dünyadaki askeri gücün büyük bölümüne sahip olma istekleri onları Ana imparatorluk Lemuryayı yok etme düşüncesine de götürdü. Çünkü Lemurya'da tıpkı, Atlantis gibi egosunu ön plana almış, Dünya üzerinde hâkimiyetini sürdürmek isteyen bir konumdaydı ve Atlantis’in Dünyaya hâkim olma yönündeki amacına engel teşkil ediyordu. O tarihlerde Dünyanın iki tane ayı vardı. Atlantisliler uzaylı asilerle yaptıkları ittifaktan da güç bularak bu aylardan birini kullanarak Lemurya'yı yok etmeye karar verdiler. Şimdiki Dünya ayının dörtte üçü büyüklüğündeki ayı spiral çizen bir yörüngeye soktular. Uzay gemileri, çekme ışınlarını kullanarak, Dünyanın aylarından birini Lagranj( kritik kütle konumu) noktasına yaklaştırdılar. Uzay gemileri parçacık ışın silahlarını ateşleyerek ayı, otam Lagranj noktasına girmeden önce parçaladılar ve ay parçalarının oluşturduğu meteor sağanağı Lemurya'yı ve kıtayı suyun üzerinde tutan gaz odalarını parçaladı. Böylece Lemurya okyanusun derinliklerine, büyük depremler, su baskınları ve üzerinde yaşayan binlerce insanla birlikte battı.
Atlantislilerin bu uzaylı asi gruplarla iş birliği, Dünya'ya savaşı getirdi. Bu dönemde Atlantislilerin Dünyaya hâkim olma istekleri ve kendilerini Yüce Yaratıcıyla eş koşma kibirleri çok daha uç boyutlara geldi. Yaratıcı güce sırtlarını döndüler. Tapınaklarda insanlar kurban edilmeye başlandı. Doğa güçlerini kötüye kullanıyorlardı. Güneş prizmalarının işkence ve ceza amaçlı kullanımı öylesine artmıştı ki halk bunlara Korkunç Kristaller adını vermişti. İnsani değerlere hiç saygı kalmamıştı. Askeri üstünlük için, yerküreyi onların değimiyle, Leydi Gaiayı dengelemek amacıyla kullanılan Maldek ayını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya başladılar. Bu kullanım Dünyaya isyanları ve kaos dolu günleri getirdi. Engizisyon ve işkence dönemi başladı. Lemurya'nın yavru imparatorlukları Atlantislilerin zulmünden kaçmak için Himalayalara oradan da yerin altına sığınarak bugün Agarta veya Şambala denilen 5. boyutsal bir uygarlık kurdular. Birin Oğulları insanları uyarıyor, doğruya çekmeye var güçleriyle uğraşıyorlardı. Ama Belial Oğullarının insanlara, zaaflarına yönelik sundukları olanaklar her geçen gün Atlantisli insanların Karanlığın temsilcileri Belial Oğullarının tarafına daha fazla yönelmesine neden oluyordu. Belial Oğulları ve Birin Oğulları arasındaki savaşlar öyle bir duruma geldi ki kristal tapınaklara saldırılar sonucu Dünyanın iklimini dengede tutan gök kubbelerde önemli boyutta çatlamalar meydana geldi. İşte bu çatlamalar Atlantis’in sonunu hazırladı. Dev ada büyük bir tufanla karşı karşıya kaldı. Depremler, sağanak yağışlar volkanik patlamalar sonucu Atlantis’in batışı gerçekleşti. Atlantis’in ilk olarak 11.500 yıl önce bir dip yükseltisi oluşturarak battığı, daha sonra bu günkü seviyesine indiği söylenir. Bermuda Şeytan Üçgeninin de Atlantis’in batması sonucu oluşan boyutlar arası bir geçiş kapısıdır. Ve Cayce son olarak, kutsal kitaplarda bahsedilen insanın düşüşünün Atlantis’in sulara gömülüşü olduğunu söyler. Atlantislilerin yaptıkları sonucu insan ırkının ruhsal düşüş yaşadığını belirtir.
Özellikle Cayce’nin okumalarından edindiğimiz bilgiler ve Lobsang Rampa’nın kitaplarında da bahsi geçen iki gruptan söz edilmektedir. Bunlar Bir’in Oğulları’nın devamı olan AGARTA ve Belial’ın Oğullarının devamı olan ŞAMBALA dır. Her iki grubun ellerinde bulunan bilgiler aynıydı ama kullanım alanları farklıydı. Yeraltına yerleşen iki ayrı grup çalışmalarını buralarda sürdürdüler. Agarta birçok inisiyeyi ve peygamberleri özel yerlerde eğittikleri ve ezoterik bilgilerin yok olmaması için inisiyatik merkezler kurulmasına yardımcı oldukları söylenir. Şambala ise dünya üzerinde yaşayan insanların bilgiden uzaklaşması için çeşitli faaliyetlere giriştiklerine inanılır. Dünya üzerinde yaşayan bazı insanlarla temasa geçerek, onları kendi felsefeleri doğrultusunda eğittiler. Bunların başında da tarihte kanlı sayfalar açan Adolf Hitler geldiği bildirilir. Bu grubun tek amacı vardı: İnsanları Ezoterik Bilgilerden uzak tutmak. Bu gruba “Kara Tarikat” denilmektedir ve üyeleri dünyada önemli güç noktalarını ele geçirmiştir. Halen dünya üzerinde devam eden çıkar savaşlarında ve büyük güçlerin arkasında bu mücadele vardır. İnsanlığın bilgi ve düşünce gücü olarak gerilediği dönemlerin artık sonuna gelindiği söylenmektedir. Yani dünya üzerinde Şambala etkisinin azaldığı ve Agarta, Mu kültürünün tekrar yükselişe geçtiği bir süreci yaşamaktayız. Atlantis’le ilgili sağda solda bulunan bilgi kırıntılarını derleyip toparlamaya çalıştım. Görülmektedir ki, tarihin bu çok eski dönemindeki insanların hayatlarına ilişkin bazı öngörüler ve kanıtlar olsa dahi net bir tanımlama yapmak olası gözükmemektedir. Ancak tüm bilim adamlarının ve psişiklerin kabul ettiği görüş geçmişte çok gelişmiş bir uygarlığın var olduğu ve bu uygarlığın günümüz uygarlığından bile daha gelişmiş bilgilere sahip olduğu ve yok olduğu yönündedir. http//indigodergisi.com/
Atlantis’in kurucularının Atlas dokuz erkek kardeşi anneleri Cleito ve kardeşi Satürn’den oluştuğu görüşü yaygındır. Bu on iki ilahı, takımyıldızlarla ilintilendirirler. Atlas’ın ünlü bir gök bilimci olduğu söylenmekte ve araştırmacılar Atlantis dininin bu sebeple yıldızlarla ilişkili olduğu sonucunu çıkarmaktadırlar. İnsanın göksel kürelerle uyum içinde çalışmasının zorunlu olduğuna inanılmakta ve bu inanç doğrultusunda rahip-astrologlar büyük önem taşımaktadır. Özellikle sabit yıldızların kutsal göksel bir anlama işaret ettiğine inanılmaktadır. Bu sebeple Atlantis’ten sonraki birçok uygarlıkta Astroloji’nin büyük önem taşıdığı görülmektedir. Bunun kaynağı Atlantis uygarlığıdır. Değişmeden önceki haliyle Atlantis dini sevecen, kurbansız bir din olarak tanımlanabilir. Güneş, gezegenler gibi yeryüzü dışı olgular aracılığıyla tezahür eden evrensel bir yaratıcı güçle ilgiliydiler. Bilim adamları da rahipler arasından çıkmaktaydı, bu sebeple yıkımı hazırlayan kurumun hem bilim hem de majik eylemleriyle rahipler sınıfı olduğu görüşü de yaygındır. Atlantisli bu rahiplerin batış sırasında uçan bir aletle adadan ayrıldıkları görüşü de onların uygarlık konusunda ileri aşamada olduklarının en büyük kanıtlarından biridir. Atlantislilerin çok ekonomik olan ve çevreyi kirlenmeyen günümüzde unutulmuş bir enerji biçimi bulmuşlardır. Bu şimdiki bilim adamları Sonik enerji demektedirler. Ayrıca Atlantislilerin, dünyanın çekim ve manyetik güçlerini bir nötralizasyon ya da çekim/itim güçlerini harekete geçirebilecek ölçüde bildikleri düşünülmektedir. Ve bu sayede çok ağır nesneleri yerlerinden zorlanmadan oynattıkları düşünülmektedir. Mısır piramitlerinin bu güç sayesinde yapılabildiği düşünülmektedir. Tıp konusunda da çok ileri gittikleri hatta bilgilerini topladıkları yedi adet kitabın kıtanın batışından sonra Mısır’a getirildiği ve Mısırlıların tıp konusundaki bilgileri bu kitaplara bakarak çözdükleri bilinmektedir.
Atlantislilerin sağ beyin yarı küresini kullanabildikleri yani zaman ve mekân engellerinin dışına çıkabildikleri söylenir. Ayrıca Psikokinesis, Duyular dışı algılama, Telepati, Önsezi, Uzak Bellek, Astral Yolculuk ve benzeri olgulara sahip oldukları da bilinmektedir. Ayrıca kristalin gücünü kullanmayı keşfetmişlerdir. Günümüzde Bermuda şeytan üçgeni olarak bilinen bölgenin Atlantis’ten miras kaldığı da düşünülmektedir. Buraya kadar bilim adamlarının çeşitli kaynaklardan edindiği bilgileri aktardım. Ancak Atlantis konusunda en büyük bilgileri psişik kaynaklardan almaktayız. Bunlardan bahsedecek olursak. Pek çok psişik Lemuria faciasından sonra Lemuria ’nın kaymak tabakasının Atlantis’i kurduğu görüşünde birleşirler.
Tanınmış Okültist, Kabalist ve Tarot uzmanı Gareth Kniht ’a göre.
Atlantislilerin boyu 2 m. kadardı, oysa Lemurialılar çok daha uzun boyluydu. Atlantislilerin bendeni bizimkinden çok daha fazla gözenekliydi. 9 yaşında olgunlaşan ve insandan çok hayvansı olarak betimlenen kara derili, maymun benzeri insanlarda olmak üzere birkaç ırk tipi vardı. Zekâ düzeyi son derece düşük sarı derili insanlarda mevcuttu. Köleler, üç toplumsal katman ya da kastın en alttakini oluşturan bu iki gruptan devşirilmekteydi. İlk grup pislik içinde yaşarken, ikincilerin durumu da, halk sağlığı olmadığından, daha iyi durumda sayılmazdı.
Özürlü çocukların doğar doğmaz yok edilmesine karşın, anneler sık sık başkalarının bebeklerini göstererek hile yoluna kaçıyorlardı. Eğer alt tabakanın çocuklarından biri bir yetenek sergilerse, eğitilmek üzere tapınağa getiriliyordu. Genetik seçme uygulanmaktaydı ve insanlar toplumsal değer taşıyan özellikleri yoğunlaştıracak biçimde üretiliyordu. Zanaatkârların teknolojisi kesin bir sır olarak gizlenmekte ve her erkekle her kadının kendi mesleğinin araçlarını kutsanmak üzere düzenli olarak tapınağa sunması beklenmekteydi. Değişim takas biçiminde gerçekleştiriliyordu ve fonetik bir yazı biliniyordu. Ruhban kastı rahip ve rahibelerden oluşuyordu, bu ikinciler büyülü bir “Aynalar Salonu’nu idare ediyorlardı. İki ana tapınak vardı; bunlardan biri kıtanın batısındaki bir dağda inşa edilmiş, Altın kapılar Kenti’ndeki Yüksek Tapınak, diğeriyse denize daha yakın olan “ Güneşin ardındaki Güneş” tapınağıydı. Birinci tapınak rahiplerinin son günlere doğru karanlık güçlere boyun eğmişse de “Güneşin ardındaki Güneş” tapınağının rahipleri Işık yolundan hiçbir zaman sapmadılar. Ayrıca birinci grup, iktidar oyunlarına pek meraklıyken, ikinciler siyasadan özellikle uzak durmaktaydılar. Bilici kadınlar ikinci, yani gizem tapınağına erginlenirlerdi. Deniz rahibeleri her konuda son sözün sahibiydiler; hükümlerini Güneş Başrahibi bile tartışmazdı. Üst tabaka bir kral, ruhban kastı, yazıcılar, imalatçılar ve savaşçılardan oluşmaktaydı. Atlantis bir teokrasi olduğundan, kral doğrudan Güneş Başrahibi’ne karşı sorumluydu. Güneş, dini, halkın dünyevi dinini oluşturmaktaydı ve aşağı yukarı çağdaş kiliseleri andırıyordu; oysa Deniz ve Yıldızların Gizemleri yalnızca erginlenmişlere ait bir alandı ve dolayısıyla da ladini kitleden gizleniyordu. Rahipler vejetaryendirler; savaşçılar et yerdi ve hayvansı insanlar pislik, dışkı ve ceset yiyerek yaşıyorlardı. Toplum bir anlamda ilkel, ancak Batıni anlamda çok gelişkindi.
Uygulanan okült ayinler arasında esrarengiz “ içsel düzlemler” de gerçekleştirilen ve “yüksek kuvvetlerin içselleştirilmesine ilişkin tuhaf, büyülü çiftleşmeler önemli yer tutmaktaydı. Yıldız Gizemleri, doğası yalnızca birkaç yüksek erginlenmişçe anlaşılabilen garip bir radyoaktif kuvvetin bilgisinden kaynaklanıyordu. Bu yıldızlardan kaynaklanan enerji ve özellikle de yaklaşan Kova Çağı’nı tezahür ettiren yıldız kuvvetleriyle ilintilendirilmekteydi. Ayrıca su unsurlarıyla ilintili ve gücü sonik bilimiyle yakından ilişkili olan “ İmgeler salonu’ndan söz eder. Unsurlar ailesinin bu özgül dalını denetlemede ehil olan ruhban kesimi mensuplarının nihai taşkına yol açan suların serbest bırakılmasından sorumlu olduğu söylenir. Kulak kabartmama neden olan bir olay, yasaları sonradan, karanlık güçler altında çöküntüye uğrayan Atlantis sisteminin ilk ve daha manevi temelini oluşturan Işığın bedenlenişi olduğunu tahmin ettiğimiz, uzak Atlantis geçmişinden Beyaz İmparator’a ilişkin kadim bir söylenceydi. Son günlerde, Güneş rahipleri öylesine yozlaşmışlardı ki, sahip oldukları güçleri iğrenç bir biçimde kötüye kullanıyorlardı; Işık rahipleri iyi olan her şeyi, uygun zamanda, daha yüksek bir düzlemde anımsamak üzere geri çekmek zorunda kaldı. Britanya’da kurulan bir Atlantis sömürgesi Stonehenge ve sonradan druidlikle bağlantılandırılan diğer monolitlere yol açtı. Faciadan kurtulabilen birçok iyi rahibin Brittany kıyısı açıklarındaki, şimdi batmış olan Lyonnesse topraklarına yerleştirdiği söylenir.
Murry Hope’un aktardıkları.
Hope kaba saba deneyler ve maymun insanlar, köleler genetik hakkında kaba saba deneyler, sağlıksız yaşam koşullar gibi faktörlerin olmadığını belirtmektedir. Ancak başrahip ve rahibelerin son sözü söylediği bir teokrasi gerçekliğini o da vurgular. Hayatın daha pratik işlerine devlet yöneticileri bakmaktadır. Devletin biçimini, herkesin her şeyi paylaştığı bir çeşit sosyalizm olarak tanımlar. Kullanılan değişim yöntemi takastır; dolayısıyla kendi mülkünü arttırmak isteyenler gerekli takasları yapabilmek için çok daha fazla çalışıyorlardı. Tıbbi bakım herkes için ücretsizdi. Çocuklar 3 yaşında yaşamdaki rolleri için seçiliyorlardı. İnsanlar kuşkusuz çok uzun boyludur. Ama gözenekli olduklarını söylememektedir. Karakter olarak günümüz insanına fazlasıyla benzemektedirler, aynı hataları, kıskançlıkları, yoksunlukları, iktidar mücadelelerini vb. sergiliyorlardı. Ancak son yıllardan birkaç yüzyıl öncesi olduğunu sandığı o dönemlerde her şey gayet iyi ve denetim altındaydı. Suç işleyenler hapishanelere değil, sağaltıcılara havale ediliyorlar ve günümüzde pek çok ülkede uygulana geldiği üzere, cezalarını kamu işlerinde çalışarak çekiyorlardı. Törenlerde başrahibin bir zincirle boynuna taktığı iri mavi taş bulunmaktaydı, olasılıkla bunun elmas olduğunu düşünmektedir. Bu amaçla kullanılmadığı zamanlar, belirli zamanlarda güneşin ışınlarını yakalayacak biçimde bir sunağın üzerine yerleştiriliyordu ve böylesi zamanlarda güçlü bir enerji yaymaktaydı. Ana enerji kaynağı sonikti, ama bu bir sır olarak gizlenir ve yalnızca ruhbanların bilim adamı olan Mason kanadınca bilinirdi. Halkı ya sarışın, mavi gözlü, ya da bakır tenli ve yeşil ya da kahverengi gözlüydü; ama koyu tenli ve mavi gözlü olanlarında bulunduğunu söylemektedir. Bu tipin diğer iki tipin kaynaşması sonucu olduğunu düşünmektedir. Yüze Mongoloid bir görüntü veren çekik gözler ağırlıktaydı; “beyaz” insanların dahi ten rengi sarımtırak ya da altına çalıyordu; sivilceler yok değildi. Uzaktan ticaret için gelmiş olan insanlar vardı ve bunlar her renk tendeydi.
Kumsalda gelgite rastlanmıyordu – su yüzeyi genelde durağandı- ve açelya ya da benzeri renkli çiçeklerle kaplı çalılar, hemen suyun kenarından başlayarak kaplıyorlardı kıyıyı. Geceleyin gökyüzünde ay görünmüyordu; güneş ışınları da şimdikinden çok farklıydı. Sisli ve gümüşsü bir görüntüsü vardı. Bir başka değişik olan şeyde; kuzey kısmının sıcak, güney kısmının serin olmasıdır. Kendisinin manevi kökleri dünya dışından olan bir aileye mensup olduğunu ve kendisinin bu dünyaya ilk gelişi olduğunu anımsadığını söylüyor. Edgar Cayce'nin, 1000e yakın kişiye yaptığı önceki yaşamlara döndürme seansları- sırasındaki Atlantis dönemine ilişkin okumalarından elde ettikleri veriler.
Dünya'nın unutulmuş tarihinin önemli bir bölümünde, Dünya üzerindeki hâkimiyet dinozorumsu ve sürüngenimsi ırkın kurmuş olduğu uygarlıklardaydı. Bu ırklar bugünkü Dünya insanlarıyla kıyaslanacak olurlarsa üstün bir zekâya sahiptiler. Ama kötü bir yanları vardı, kendileri dışındaki fiziksel varlıklara yaşam hakkı tanımıyorlardı. Bu nedenle, 900 bin yıl kadar önce, o dönemlerde karada yaşayan, memeli deniz öncelleri dediğimiz varlıkların ( yunuslar ve balinalar) ve Dünya spritüel hiyerarşisinin de desteği ile Dünya'dan yok edildiler. Ve bu yok edilişten bir süre sonra Dünya'da insan ırkı var olmaya başladı. Dünya insanları ilk kolonilerini, Pasifik Okyanusu üzerinde bulunan, Lemurya Kıtası (MU) denilen yerde kurdular. İnsanın beş ırkının bu kıtada yaratıldığı ve sonraları Dünyaya yayıldıkları söylenir. İlk koloninin kurucuları olan bu insanlar, hayatın tüm düzeylerinde demokratik ilkelerin geçerli olduğu bir Lyra/Srius uygarlığı oluşturdular. Sonraki 850.000 yıl boyunca Lemuryalılar bir dizi yavru imparatorluklar kurarak Dünyaya yayılmaya başladılar. Bu yavru imparatorlukların en önemlisi, Atlantik Okyanusu'nun ortasında bulunan kocaman bir ada olan Atlantis idi. Atlantis'in batısında Kuzey ve Orta Amerika, doğusunda ise Avrupa ve Kuzeybatı Afrika yer alıyordu. Yüzölçümü bugünkü, Avrupa ve Rusya’nın birleşik yüz ölçümlerine eşitti. Poseidon, Atlantis'in kurucusuydu. Atlantisliler, babaları olduğunu kabul ettikleri Poseidon için bir tapınak yapmışlardı. Her beş ve her altı yılda bir insanlar burada toplanır ve boğalar kurban ederek tapınağın sütunlarına işlenmiş kutsal yazılara riayet için yemin ederlerdi. Atlantisliler topraktan gelmiş insanlardan, Euenor'un kızı Kleito'yu anneleri olarak kabul ederlerdi. İnsanları; kültüre, bilime, sanata oldukça düşkündüler. Kibar insanlardı. Atlantis'te çoğunluk kızıl ırktaydı. Yönetim şekli ise, sosyalist eğilimli bir monarşiydi. Toplumda din adamlarının sayısı hayli fazlaydı. Din adamları, o devrin en bilgili kadın ve erkekleriydiler. Hekimlik, vicdani ahlaki değerlerin danışmanı olarak görev yapıyorlardı. Atlantis var olduğu dönem boyunca üç imparatorluk dönemine ayrılmıştı. Galaktik İnsan Kitabı'nda Atlantis'in yükselişini ve düşüşünü incelerken şöyle bir anlatıma yer veriliyor; "Atlantis'in tarihinin üç imparatorluğa ayrıldığını görürüz. İlk tarihi dilime Eski İmparatorluk denir (M.Ö 400.000 yıldan 25.000 yıla kadar uzanır) Eski İmparatorluk, Lemurya ile aynı zamanlarda var oldu ve nihayet Lemurya'nın yıkımını planladı. İkinci tarihi dilime, Orta İmparatorluk denir (M. Ö 25.000 yıldan 15.000 yıla kadar uzanır) ve o, Dünya Gezegeninin ilk gerçek hiyerarşik yönetimine sahne olmuştur. Son tarihi devreye ise Yeni İmparatorluk denir. O Atlantis tarihinin son 5000 yılını kapsayan nihai çatışma ve yıkımın öyküsünü içerir (MÖ. 15.000 yıldan 5000 yıla dek uzanır).
Atlantis batışından önce üç kez tufana uğramıştır. Edgar Cayce’nin okumalarına göre, bu tufanlar günümüzden; 50 bin, 28 bin ve10.600 yıl kadar önce gerçekleşmiştir. Bu tufanların nedenlerini incelediğimiz de günümüzle ne kadar da özdeş olduklarını tüm gerçekliğiyle görüyoruz. İlk tufanın nedenine baktığımızda günümüzde de sıklıkla kullanılmakta olan kimyasal maddeleri ve silahları görüyoruz. Bu maddelerin ilk kez yoğun olarak kullanılmasının öyküsü ise şöyle; M.Ö. 50200 yılında etobur, iri cüsseli hayvanlar, insanlar için büyük sorun oluşturmaya başlayınca Dünyanın beş ulusundan gelen, beş ırkın temsilcileri bir araya geldiler, topraktaki ve havadaki unsurlarda bulunan güçlü kimyasal enerjileri hayvanlara karşı kullanmak için karar birliğine vardılar. Bu kararların sonucunda hayvanların yaşadıkları mağaralara ve bölgelere çok büyük miktarlarda kimyasal maddeler, gazlar verildi. Bilinçsizce kullanılan bu kimyasal maddeler ve güçlü patlayıcılar doğanın dengesini bozdu. Verilen gazlar, halen soğumakta olan yerkürede volkanik patlamalara, zelzelelere, buzul çağına girilmesine ve Atlantis’in ilk tufanını yaşamasına yol açtı. Atlantis de uzun yıllar boyunca toplumsal olarak da karışıklıklar yaşandı. Toplum yönetiminde hâkim olan ve Işığı temsil eden Birin Oğulları; bir Tanrı, bir din, bir eş kurallarını toplumda yerleştirmeye çalışırlarken, Karanlığı temsil eden, Belial Oğullarının, bu kurallar hiç işlerine gelmiyordu. Onlar toplumsal normları hiç sayıyor, insan hakları konusunda ise kayıtsız kalıyorlardı. Maddesel, safahata eğilimli, şiddete dayalı bir hayat biçimi ve anlayışları vardı. Toplum hayatında bu iki grubun anlaşmazlığı gittikçe artıyor, bu da iç savaşlara ve huzursuzluklara neden oluyordu. Belial Oğullarının bedene bağlı, materyalist yaşam biçimleri bazı Birin oğullarına da cazip geliyor ve onların tarafına geçmelerine neden oluyordu.
Atlantis’teki ikinci tufan ise M.Ö. 28.000e doğru gerçekleşti. Bu tufanın öyküsü ise şöyle anlatılır; Atlantisliler ilk tufanın şokunu atlattıktan sonar hızlı bir toparlanış dönemi geçirdiler. Atlantis’in ikinci döneminde Atlantisliler, elektrik ve elektronik alanında önemli buluşlar yaptılar ve büyük gelişmeler gösterdiler. Uranyumdan elde edilen atom enerjisini taşımacılıkta kullanılıyorlardı. Lazer gibi her türlü ışıklı şualar keşfetmişlerdi. Ölüm şuası da bu gruba dahildi. Sıvı hava, sıkıştırılmış hava, kauçuk ve bugün henüz bilinmeyen bakır, alüminyum ve uranyumdan meydana gelen madeni alaşımlar kullanılıyordu. Asansör, telefon, radyo, TV yaygındı. En önemli bilimsel başarıları ise güneş enerjisine hâkim olmalarıydı. Bu gücü denetim altında tutan merkeze, Tuaoil Taşı veya Ateş Taşı adını veriyorlardı. Bu dönemde insan bedeni, kristallerden çıkan şuaların hafifletilmiş bir uygulaması ile gençleştirilebiliyordu. Bununla beraber Ateş Taşı yıkıcı amaçlarla işkence ve ağır cezaların yerine getirilmesinde de kullanılıyordu. Bu merkezin kuvvetinin, çok ileri bir düzeye ulaştığı bir zamanda yapılan bir hata, şuanın elektrik güçleriyle birleşerek toprağın bağrında birçok yangının çıkarmasına yol açtı ve volkanik patlamalar meydana geldi.
Atlantislilerin hatalarından birisi de genlerle oynamaları olmuştur. Belial Oğullarının etkisi altındaki, Atlantislilerin yaptıkları, bugünün dünya insanlarını genetik bakımdan indirgenmiş ve mutasyona uğratılmış durumda da bırakmıştır. Nedir bu genetik bakımdan indirgenmiş ve mutasyona uğratılmış olmak? Yapılan işlem bugünün gen mühendislerinin üzerinde çalıştıkları yöntemlere çok benzer. Sadece Atlantisliler bu işlemi yaparken, hayvan türleriyle yetinmemişler, insanlar üzerinde de denemeler yapmışlar daha da ileri giderek insan ve hayvan karışımı yaratıklar meydana getirmişlerdi. Atlantisliler bu yaratıkları köle olarak en ağır işlerde kullanıyorlardı. İnsanların önceleri daha büyük olan kafa yapısını küçültenlerde yine Atlantisliler oldu. Atlantislilerin hırsı sınır tanımıyordu. Yaptıklarıyla yetinmeyip, insanlarda önceleri 12 sarmallı olan DNA yapısını, 2 sarmala indirdiler. Öfke, korkular, şiddet eğilimi, telepati yeteneğimizin azalması gibi olumsuz durumlar insan ırkından bu sarmalların çalınması sonucu oluştu. Ve bizler günümüzde bu hırsızlığın bedelini hala yaşamlarımızda ödüyoruz.
Atlantisliler zamanla, yaptıkları yaratım ve genlerle oynama çalışmalarını öylesine abattılar ve Dünyaya hâkim olma istekleri öylesi bir boyuta geldi ki, bir anlamda kendilerini, Allah, Tanrı, Yaradan, Ogan, Kutsal Beyaz Işık gibi birçok isimle anılan "BüyükYaratıcı Güç"le eş görmeye başladılar. Çünkü onlar yaratmanın sırrına erdiklerini düşünüyorlar ve "Büyük Yaratıcı Güce ihtiyaçları olmadığını iddia ediyorlardı. İşi iyice ileriye götürüp başta Alpha Centauri ve Pleiades kökenli ve Dünya Spritüel Hiyerarşisi tarafından dışlanan "asiler" denilen gruplarla ittifak içine girdiler. Öte yandan, Dünyadaki askeri gücün büyük bölümüne sahip olma istekleri onları Ana imparatorluk Lemuryayı yok etme düşüncesine de götürdü. Çünkü Lemurya'da tıpkı, Atlantis gibi egosunu ön plana almış, Dünya üzerinde hâkimiyetini sürdürmek isteyen bir konumdaydı ve Atlantis’in Dünyaya hâkim olma yönündeki amacına engel teşkil ediyordu. O tarihlerde Dünyanın iki tane ayı vardı. Atlantisliler uzaylı asilerle yaptıkları ittifaktan da güç bularak bu aylardan birini kullanarak Lemurya'yı yok etmeye karar verdiler. Şimdiki Dünya ayının dörtte üçü büyüklüğündeki ayı spiral çizen bir yörüngeye soktular. Uzay gemileri, çekme ışınlarını kullanarak, Dünyanın aylarından birini Lagranj( kritik kütle konumu) noktasına yaklaştırdılar. Uzay gemileri parçacık ışın silahlarını ateşleyerek ayı, otam Lagranj noktasına girmeden önce parçaladılar ve ay parçalarının oluşturduğu meteor sağanağı Lemurya'yı ve kıtayı suyun üzerinde tutan gaz odalarını parçaladı. Böylece Lemurya okyanusun derinliklerine, büyük depremler, su baskınları ve üzerinde yaşayan binlerce insanla birlikte battı.
Atlantislilerin bu uzaylı asi gruplarla iş birliği, Dünya'ya savaşı getirdi. Bu dönemde Atlantislilerin Dünyaya hâkim olma istekleri ve kendilerini Yüce Yaratıcıyla eş koşma kibirleri çok daha uç boyutlara geldi. Yaratıcı güce sırtlarını döndüler. Tapınaklarda insanlar kurban edilmeye başlandı. Doğa güçlerini kötüye kullanıyorlardı. Güneş prizmalarının işkence ve ceza amaçlı kullanımı öylesine artmıştı ki halk bunlara Korkunç Kristaller adını vermişti. İnsani değerlere hiç saygı kalmamıştı. Askeri üstünlük için, yerküreyi onların değimiyle, Leydi Gaiayı dengelemek amacıyla kullanılan Maldek ayını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya başladılar. Bu kullanım Dünyaya isyanları ve kaos dolu günleri getirdi. Engizisyon ve işkence dönemi başladı. Lemurya'nın yavru imparatorlukları Atlantislilerin zulmünden kaçmak için Himalayalara oradan da yerin altına sığınarak bugün Agarta veya Şambala denilen 5. boyutsal bir uygarlık kurdular. Birin Oğulları insanları uyarıyor, doğruya çekmeye var güçleriyle uğraşıyorlardı. Ama Belial Oğullarının insanlara, zaaflarına yönelik sundukları olanaklar her geçen gün Atlantisli insanların Karanlığın temsilcileri Belial Oğullarının tarafına daha fazla yönelmesine neden oluyordu. Belial Oğulları ve Birin Oğulları arasındaki savaşlar öyle bir duruma geldi ki kristal tapınaklara saldırılar sonucu Dünyanın iklimini dengede tutan gök kubbelerde önemli boyutta çatlamalar meydana geldi. İşte bu çatlamalar Atlantis’in sonunu hazırladı. Dev ada büyük bir tufanla karşı karşıya kaldı. Depremler, sağanak yağışlar volkanik patlamalar sonucu Atlantis’in batışı gerçekleşti. Atlantis’in ilk olarak 11.500 yıl önce bir dip yükseltisi oluşturarak battığı, daha sonra bu günkü seviyesine indiği söylenir. Bermuda Şeytan Üçgeninin de Atlantis’in batması sonucu oluşan boyutlar arası bir geçiş kapısıdır. Ve Cayce son olarak, kutsal kitaplarda bahsedilen insanın düşüşünün Atlantis’in sulara gömülüşü olduğunu söyler. Atlantislilerin yaptıkları sonucu insan ırkının ruhsal düşüş yaşadığını belirtir.
Özellikle Cayce’nin okumalarından edindiğimiz bilgiler ve Lobsang Rampa’nın kitaplarında da bahsi geçen iki gruptan söz edilmektedir. Bunlar Bir’in Oğulları’nın devamı olan AGARTA ve Belial’ın Oğullarının devamı olan ŞAMBALA dır. Her iki grubun ellerinde bulunan bilgiler aynıydı ama kullanım alanları farklıydı. Yeraltına yerleşen iki ayrı grup çalışmalarını buralarda sürdürdüler. Agarta birçok inisiyeyi ve peygamberleri özel yerlerde eğittikleri ve ezoterik bilgilerin yok olmaması için inisiyatik merkezler kurulmasına yardımcı oldukları söylenir. Şambala ise dünya üzerinde yaşayan insanların bilgiden uzaklaşması için çeşitli faaliyetlere giriştiklerine inanılır. Dünya üzerinde yaşayan bazı insanlarla temasa geçerek, onları kendi felsefeleri doğrultusunda eğittiler. Bunların başında da tarihte kanlı sayfalar açan Adolf Hitler geldiği bildirilir. Bu grubun tek amacı vardı: İnsanları Ezoterik Bilgilerden uzak tutmak. Bu gruba “Kara Tarikat” denilmektedir ve üyeleri dünyada önemli güç noktalarını ele geçirmiştir. Halen dünya üzerinde devam eden çıkar savaşlarında ve büyük güçlerin arkasında bu mücadele vardır. İnsanlığın bilgi ve düşünce gücü olarak gerilediği dönemlerin artık sonuna gelindiği söylenmektedir. Yani dünya üzerinde Şambala etkisinin azaldığı ve Agarta, Mu kültürünün tekrar yükselişe geçtiği bir süreci yaşamaktayız. Atlantis’le ilgili sağda solda bulunan bilgi kırıntılarını derleyip toparlamaya çalıştım. Görülmektedir ki, tarihin bu çok eski dönemindeki insanların hayatlarına ilişkin bazı öngörüler ve kanıtlar olsa dahi net bir tanımlama yapmak olası gözükmemektedir. Ancak tüm bilim adamlarının ve psişiklerin kabul ettiği görüş geçmişte çok gelişmiş bir uygarlığın var olduğu ve bu uygarlığın günümüz uygarlığından bile daha gelişmiş bilgilere sahip olduğu ve yok olduğu yönündedir. http//indigodergisi.com/
Bugün 334 ziyaretçi (447 klik) kişi buradaydı.