AHMET ÜNAL
anadolu-mezopotamya2
ANADOLU VE MEZOPOTAMYA MİTOLOJİSİ 2 GILGAMIŞ DESTANI Gılgamış (Gilgameş), Mezopotamya`da yaşayıp hüküm sürdüğüne inanılan efsânevî Uruk kralının adı olup, Eski Çağ Mezopotamya edebiyatının en iyi bilinen eserlerinden Gılgamış Destanı`nın baş kahramanıdır. Destanın daha eski olan Sümerce metinlerinde adı Bilgameš Me-Turan’da (Tell Haddad höyüğü) bulunan Sümerce bir tablet Gılgamış’ın ölümünü anlatır. Tanrılar tarafından ölümsüzlük isteği reddedilen Gılgamış öldüğünde, Uruk halkı geçici olarak Fırat nehrinin yatağını değiştirip, ölen krallarını nehir yatağına inşâ edilen bir mezara gömerler. Gılgamış’ın tarihî bir karakter olup olmadığı hâlen tartışma konusudur. Gılgamış ismi Sümer Kral Listesi’nde tufan sonrası dönemde Uruk şehrinin beşinci kralı olarak görülür ve 126 yıl hüküm sürdüğü yazılıdır. Ayrıca Gılgamış öncesindeki kralların hüküm süreleri de binlerce yıl gibi fantastik rakamlardır. Uzmanlar arasındaki genel kanaat, Sümer Kral Listesi’nin Üçüncü Ur Hanedanı zamanında (yaklaşık M.Ö. 2100-2000) yazıldığıdır ve henüz bundan önceki dönemlere âit dokümanlarda Gılgamış ismine rastlanmamıştır. BABİL`İN ASMA BAHÇELERİ Babil`in Asma Bahçeleri, Dünyanın Yedi Harikası`ndan biriydi, Tâ ki yeryüzünün en yağmacı ve barbar topluluğu ABD’nin Irak’ı yağmalama ve Iraklıyı kırma operasyonuna kadar. Ne zaman ki Irak bombalanmaya başlandı; tarih ve sanat adına, kültürel miras ve haysiyet adına her şey darmadağın edilip onbinlerce yıllık tarihi eserler, taş üstünde taş kalmayacak şekilde imha ettiler. Babil’in Asma Bahçeleri, M.Ö. 7. yüzyılda Babil kralı Nebukadnezar tarafından yaptırılmıştır. Babil`in çorak Mezopotamya çölünün ortasında, ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir burası. Coğrafyacı Strabo`nun 1. yüzyıldaki tasvirine göre: MEZOPOTAMYA MİTOLOJİSİ VE ZERDÜŞTLÜK Zerdüştçülük, Zerdüştîlik, Mecusîlik yahud mahallî dilde Mazdayasna, dünyanın en eski tektanrıcı dinlerinden biridir. Yaklaşık 3,500 yıl önce Zerdüşt tarafından İran’da kurulmuştur. M.Ö. 600 ve M.S. 650 yılları arası Pers İmparatorluğu’nun resmî dinî olmuştur. İranlıların müslümanlıktan önceki dini olarak bilinir. Ancak bölge toplumlarından Ermenilerin büyük bir kısmı, Hıristiyan olmazdan evvel bu dinden idiler. Avedis Aharonian’a göre, Primitif Arkaik Ermeniler ateşe tapıyorlardı. "Ateş, iyilik ve kötülük” prensibine dayanan bu din, antik İran Zerdüştlük dininin bir koludur. Ermeni mitolojisinde mevcut olması, İran’dan geçmesi şeklinde değil de, Ermenilerin etnik niteliklerinde varolmasındandır. Ermenilerin Hind-Avrupa menşeli bir toplum olmadıklarını bizzat Ermeni tarihçileri, bilhassa sanat tarihçileri izâh etmişlerdir. Ayrıca Kürtlerden de hatırı sayılır bir kesim Zerdüştlüğün tesiri altında idiler. Bunda işgale uğradıkları kavimlerin tesiri, Pers imparatorluğunun Zerdüştî olmasının büyük bir rolü vardır. Kürtler, Müslüman olmadan önce kendilerine İslâm teklifi götürüldüğünde, İbrahimî dinlere ve tek tanrıcılık şeklinde tezahür etmiş sade bir inanca sahib olduklarından, İslâm’ı kolayca kabul etmişlerdir. Nihayetinde Mezopotamya, Peygamberler diyarıdır. Hazreti Nuh’tan Hazreti İbrahim’e (aleyhisselâm), Hazreti Eyyûb’tan Hazreti Şit’e (aleyhisselâm) sayısız peygamber ve velî bu toprakları bereketlendirmiş, bölge toplumlarının ruh ve fikir dünyasına zengin bir medeniyet ve kültür mirası bırakmışlardır. Fakat uzun bir süre Pers imparatorluğunun yönetiminde kalması ve Perslilerin dininin Zerdüştîlik olması hasebiyle, Kürtlerin belli bir kesiminde bu dine ciddi bir mensubiyet sözkonusudur. Tâ ki İslâm’ın gelişine kadar. İslâm’la birlikte bu sapık inançlar on yıllara varan bir zaman diliminde kaybolup gitmiş ve mensubu olan bir din olarak etkisini kaybetmiş, silinip gitmiştir. ZERDÜŞT KİMDİR? Zerdüştî kaynaklara göre Zerdüşt, beş oğullu bir ailenin ortanca oğludur, üç kere evlenmiştir ve eşlerinden üçü de kendisinden çok yaşamışlardır. Zerdüşt’ün anası on beş yaşında bir bakire iken, bir ışık huzmesinin ziyaretine uğrayarak hâmile kalmıştır. Babasının ismi Puruşaspa, anasının ismi ise Dughahova’dır. Rivayetlere göre Zerdüşt, 30 yaşında “peygamber” olmuştur ve yanına ümmetinden bir kısmını alarak Belh`e gitmiştir. Yolda karşılarına çıkan Gaitya nehrini Zerdüşt’ün gösterdiği mucize ile yürüyerek geçmişlerdir. Daha sonra Avaital gölü civarında 45 günlük bir ibadetten sonra bir gece göğe çıkmıştır. İşte bu nehrin kıyısındadır ki, melek-elçi Vohumenah Zerdüşt’ün yanına gelerek ona dünyadan el çekmesini öğütlemiştir. Zerdüşt, Vohumenah’tan sonra diğer bütün meleklerle de görüştükten sonra Ahura Mazda’nın huzuruna çıkmıştır. Ahura Mazda ile yaptığı görüşmeden sonra elinde Avesta ile dönen Zerdüşt`e, başka dinden olanlar eziyet etmek istemişlerse de, Avesta’yı okuduğunda şeytanlar bile ondan aman dilemişlerdir. Zerdüşt yıllarca Âriler içerisinde gezdikten sonra nihayet tekrar Belh`e dönmüştür. Bu sırada Belh`de Güştasb Şah hüküm sürmektedir. Şah, Zerdüşt tarafından dine davet edilir. Güştasb, bu teklifi, kendi ruhanileri ile Zerdüşt`ü birlikte imtihan ettikten sonra Zerdüşt`ün kazanması hâlinde kabul edeceğini bildirir. Zerdüşt bütün bilginleri yener. Ancak bu defa diğer bilginler Zerdüşt`ün sihirbaz olduğunu ileri sürerek onu zindana attırırlar. Bu sırada Şah’ın atı hastalanır ve memleketin bütün baytarlarının gayretlerine rağmen iyileşmez. Zerdüşt ileri süreceği bazı şartların kabulü hâlinde hayvanı iyileştireceğini Şah`a bildirir. Şartlar, Şah’ın oğlunun ve karısının Zerdüşt`ün getirdiği dini kabul etmesi ve Zerdüşt`e hile yapıp onu sihirbaz gibi gösteren ruhanilerin öldürülmesidir. Bu sırada Şah`ın babası ile kardeşi de şiddetli bir hastalığa yakalanmışlardır. Zerdüşt, Avesta’dan bir dua okuyarak bunları iyi eder. Güştasb (Vistaspa) sözünü tutarak yeni dini kabul eder ve bu yeni din, böylece fütuhat sayesinde süratle yayılır. Zerdüştçülük, tek tanrı olan Ahura Mazda inanışını öğretir. Zerdüştçülüğün en önemli özelliği, en eski tek tanrılı din olarak kabul edilmesidir. Fakat daha sonraları dualist bir din olmuş, dualizmin en tanınmış örneklerinden birini oluşturmuştur. Bu dinde inananların bedeninin öldükten sonra dirilip Ahura Mazda’nın huzuruna çıkacağına ve orada sorgulanacaklarına inanılır. AHURA MAZDA; Zerdüşt’ün Avesta’daki her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten en büyük tanrısı. Mazdeist inanışta ve İrano-Aryanlarda Ahura Mazda tek iyilik tanrısıdır. Diğer Aryan tanrılarının tamamını bâtıl ve gerçekdışı tanrılar olarak niteleyen Zerdüşt’ün Avesta’daki tanrısı, iyilik ve güzelliklerin yaratıcısıdır, düşmanı ise tümüyle kötü güçlerdir. Farsça lûgatlarda bu kelimenin “tanrı” karşılığı dışında Müşteri (Jüpiter) gezegeni anlamı da yer alır. EHRİMEN; Eski İran Mitolojisine göre kötü ruh olan Ehrimen, Zerdüştlük inancına göre kötülük tanrısıdır. Aynı zamanda Zerdüştlük inancının iki ana prensibinden bir tanesidir. İyi ruh Ahura Mazda’nın karşıtı olan Ehrimen, her zaman iyilikçi tanrı Ahura Mazda ile sürekli bir savaş hâlindedir. Zamanla iyiliğin karşısında eriyip kaybolacağına inanılan Ehrimen, dünyayı karıştırıp kötülüklerin artmasına çaba göstermesine ve düzenler kurmaya çalışmasına rağmen, neticede her zaman Ahura Mazda’nın karşısında mağlubiyete uğrar. Zerdüştçülüğün temelinde, tanrı ve şeytanın savaşı yatar. Zerdüşt, yeryüzündeki kavganın, tanrının ruhu Spenta Mainyu ile şeytanın ruhu arasında olduğuna inanırdı ve her inananın da iyilik için savaşması gerekirdi. An’anevî olarak Zerdüştîler, yeryüzünün insan kalıntılarıyla bozulmaması gerektiğine inanırlardı. Ölülerini defnetmek yerine, üstü açık kulelerin kuyularına atıp, cesetleri akbabalara ve tabiî tesirlere karşı korumasız bir şekilde bırakırlardı. Zerdüşt inancı, dünyanın altı safhadan oluştuğuna inanır. Birinci dönemde iyilik ve kötülük ortaya çıkar. İkinci safhada, dünya karanlığa, felakete ve kötülüklere gömülür. Üçüncü safhada, iyilik ve kötülük mücadelesinde iyilik kazanır, Zerdüşt toplumlara doğruyu, adaleti göstererek, karanlığı ve aydınlığı birbirinden ayrıştırır. Dördüncü safhada ise her tür kötülük ve karanlık kaybolacak, dünyaya barış ve kardeşlik hâkim olacaktır. Zerdüşt burada dünyayı safhalara ayırırken, ilk dönem insanın yaradılış dönemini konu alır. İkinci dönemde, tufanla insanoğlunun uğradığı felaket vurgulanır. Üçüncü dönemde, Zerdüştlük ve sonrasında gelişen medeniyete vurgu yapılır. Dördüncü safhada ise, insanoğlunun geleceğe dair taşıdığı ümide, hürriyet düşlerine tedaî yapılarak, gelecek tasavvur edilir. AVESTA Zerdüşt, Gatalar denen dörtlükler yazmıştır. Bu dörtlükler Avesta denen kutsal kitabta toplanmıştır. Bu yazılar Zerdüşt’ün neye inandığını anlatan tek belgedir. Perslerin Zerdüşt’e âid olduğuna inandıkları kitab olan Avesta’nın metni, M.S. 4. yüzyılda belirlenmiştir. Makedonyalı İskender, tamamı 12.000 öküz derisine yazıldığı söylenen metinleri Persepolis’te yakmıştır. Avesta, bunların akılda kalanlarına dayanılarak M.S. 3. veya 4. yüzyılda yeniden kaleme alınmıştır. İki bölüme ayrılır. Birinci bölüm Vendidad, Visperad ve Yasna’yı ihtivâ eder. Vendidad, çeşitli dinî kanunlar ve efsânevî hikâyelerden oluşur. Visperad, kurban etme sırasında okunan duaları ihtivâ eder. Yasna ise, benzer dualar ve Avesta’da kullanılan genel dilden farklı bir lehçeyle yazılı beş gata ihtivâ eder. Avesta’nın ikinci bölümüne Khorda Avesta (Küçük Avesta) adı verilir ve tüm inananlar tarafından farklı elementlerin varolduğu belirli günlerde okunabilen kısa dualar ihtivâ eder. Bu duaların 5’ine Gah, 30’una Sirozah, 3’üne Afrigan ve 6 tanesine de Nyayish denir. MEZOPOTAMYA MİTOLOJİSİ VE YEZİDÎLİK Yezidîlik, Ortadoğu kökenli olup, dinden daha çok, mitolojik bir inanç sistemidir. Kendilerini tek başına farklı bir millet olarak ifade eden Yezidî’lerde, Yahudilik gibi aile ağacına dayalı bir Türk, Kürt ve Arablarla eskiden kalmış birkaç Hıristiyan köyünün Yezidî kültürünü benimsemesi neticesinde; Suriye, Türkiye, İran, Gürcistan ve Ermenistan’da cemaatleri bulunan Yezidîler’in bugünkü toplam sayısının 500.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca, başta Almanya ve İsveç olmak üzere, Avrupa ülkelerinde de birçok göçmen Yezidî yaşamaktadır. Küfre has karakteristik bir davranıştır; başka çaren yoksa, kabul etmiş görün ve tahrif et!.. Müslümanlığın yayılmaya başladığı ve insanların kitleler hâlinde akın akın İslâm’a koştuğu zamanlarda, bir kısmı kendilerine bir zarar erişmesin diye, diğer bir kısmı ise Müslümanlıkla birlikte zenginleşeceğini ümid ederek, eski dinlerinden vazgeçmeden ama yeni girdikleri dinden de işlerine geleni alarak bir anlayış geliştirmişlerdir. Bunu yaparken de İslâm büyüklerini kullanarak kendilerini maskelemekten, onlar hakkında yalan yanlış iftiralar atmaktan yahud –güya methediyor görüntüsünde- abartılı ve ahmakları avlayıcı beyanlarda bulunmaktan çekinmemişlerdir. İslâm’ın reddettiği tüm bâtıl anlayışlara bakıldığında bu ortak yön rahatlıkla görülmektedir. Dün de bugün de durum bu merkezdedir. Yezidîlik de, bu bakımdan, kavmî anlamda Türk, Kürt, Arab, Rum ve Ermeni kökenleri barındıran, inanç anlamında ise Yahudilik, Zerdüştîlik, Hıristiyanlık, Müslümanlık, Paganizm (Putperestlik), Manizm, Budizm, Hinduizm gibi farklı dinlerin bir karışımını andıran bir anlayış belirtir. İran ve Irak’ta yaygın olan Yaresan ve bazı Şiî-Alevî inançlarıyla, birbirilerinin aynı olan birçok ortak yönü de mevcudtur. Bu karışım Yezidîlikte de görülür ve hem Zerdüştlüğe (iyilik ve kötülüğün mücadelesi), hem Maniliğe (irfan), hem Yahudiliğe (beslenme ile ilgili hükümler, haram yiyecekler), hem Hıristiyanlığa (vaftiz, ekmek ve şarap âyini, evlenmelerde kiliseleri ziyaret, şarap içmek), hem İslâmiyete (sünnet, oruç, kurban, hac, mezar taşlarında İslâmî kitâbeler), hem bâtınî-Rafizîliğe (inancın gizliliği, vecd, şeyhe saygı), hem Sabiiliğe (tenasuh ve ruh göçü), hem Samaniliğe (gömme âdeti, rüya tabiri ve dans), hem de Paganizme (Ay ve Güneşe tapma) âid bazı unsurları bünyesinde toplayan ve kökeni yeterince açık olmayan bir inanç sistemi çıkar karşımıza. Yezidîlik inancında Tanrı, dünyanın koruyucusu değil, sadece yaratıcısıdır. O, faal değildir ve dünya ile ilgilenmemektedir. Tanrı iradesinin faal ve yürütücü uzvu, Tanrı’nın ikinci şahsiyeti olan "Melek Tavus"tur. Melek Tavus, Tanrı ile birdir ve çözülmez bir şekilde Tanrı’ya bağlıdır. Bu anlamda Yezidîler, tek tanrılı olarak bile kabul edilebilirler. Ancak Yezidî inancında, Tanrı ile insan arasında vasıta olarak hizmet gören yarı ilahlar bulunmaktadır. Yezidîlere göre; Melek Kutsal saydıkları iki kitabları vardır; Mashaf-i Reş (Kitab-el Esved-Kara Kitab) ve Kitab-el Cilva (Kitab-i Celve). Her ikisinin de 12. yüzyılda yazıldığı fakat yazarının belli olmadığı söylenir. Yezidîler tarafından bu eser Adiyy bin Müsafir’e atfedilse de, ilgisi olmayan bu ithaf, gelecek tepkilerden korunmak için Büyük Velî’ye atılmış bir iftiradır. Kitab-el Cilva, Yezidîlerin kurtuluşu için "Tecelli Vahiy Kitabı" olup beş bölümden ibarettir. Bu bölümlerden ilkinde, Melek Tavus’un vazifesinin insanları ıslah ve onlara yardımcı olmak olduğu; ikinci bölümde, Melek Tavus’un insanları istediği şekilde cezalandırıp mükafatlandırdığı, arzın altına ve üstüne hükmettiği ifade edilmektedir. Üçüncü bölümde, kâinattaki bütün mahlukatın, Melek Tavus’un hâkimiyeti altında olduğu; dördüncü bölümde, Melek Tavus’un haklarını başka ilahlara vermeyeceği, Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların onun inançlarından kendilerine uygun düşenleri alıp diğerlerini bozduğu vurgulanmaktadır. Beşinci bölümde ise, şahsına ve resmine saygıda bulunulmasını ve inançları ile eşyasının olduğu gibi korunması emredilmektedir. Mashaf-i Reş (Kara Kitab), Yaratılış nazariyelerinin anlatıldığı yeryüzüne âit bir kitab olup, Yezidîlere dair geçmişteki olaylar ile Yezidîlik adabını ihtivâ eder. Ayrıca, Kara Kitab’ta renkler ve yiyeceklerle ilgili bazı yasaklar da yer almıştır. Kısa bir bilgi verelim; Yezidîlerin kendilerini O’nunla maskeledikleri Adiyy Bin Müsâfir Hazretleri, Hicrî 557 (Miladî 1162) yılında vefat edinceye kadar irşad faaliyetlerini sürdürdü. Daha sonra, Adiyy Bin Müsâfir Hazretlerinin irşad ve eğitim okulunda yetişen talebeleri, onun davasını bıraktığı yerden devam ettirdi. Böylece, kendisine nisbet edilen Adeviyye Tarikatı ortaya çıktı. Bu tarikatın kolları, Hakkari halkı, meşhur Revadiye kabilesi ve Musul civarı Kürtleri arasında faaliyetlerini uzun bir süre sürdürdü. O’nun talabeleri; Hakkari, Musul ve Şam çevresinde, ilmî, siyasî ve askerî görevlerde bulundular. Tarikat bakımından misyonunu sürdüren birçok akrabası oldu. Bunların ilki, yeğeni Ebulberekât Sahr bin Müsafir idi. Ondan sonra halk nezdinde çok sevilen Ebulberekât`ın oğlu Adî bin Ebu`l-Berekât bu vazifeyi sürdürdü. Ondan sonra da Tâc’ul-Arifin lakablı Şeyh Hasan bin Ebu`l-Berekât bu misyonu üstlendi. Şeyhü`l-Ekrâd (Kürtlerin Piri) lakabıyla da bilinen Şeyh Hasan, babalarının yolunda Ehli Sünnet çizgisinde devam etti. Ancak tâbilerinden olan fakat eski inanç ve kültürlerine özenen bir grub, onu ve atalarını yüceltme yoluyla tarikatın içine birçok bid`at ve hurafe soktu. Başlangıçta tam mânâsıyla Kur`an ve Sünnet çizgisinde bir tarikat olan Adeviyye, böylece İslam dışı bir tarikat, daha doğrusu bir inanç hâline geldi. Yukarıda da temas ettik; İslâmı olduğu gibi kabul etmeyip, bir kısmı üzerinden kabul noktaları oluşturarak terk etmedikleri ve eski dinlerle de harmanladıkları bir inanç oluşturdular, üstelik bunun için de –benzerlerinde olduğu gibi- İslâm ve Ehli Sünnet camiasından birini kendilerine maske edindiler ve bozuk itikadlarını o insan üzerinden sürdürmeye çalıştılar. Oysa Hakkari bölgesinde Şeyh Adî`ye nisbet edilen Adeviyye Okulunda yetişen Hakkari halkı ve Revadiye Kabilesi, Kudüs`ün Haçlılardan kurtulması için oluşturulan ordunun kumandan, lider ve askerlerinin çoğunluğunu teşkil etmekteydi. Bunların başında Selahaddin Eyyubî`nin ailesi gelmektedir. Adeviyye okulundan çok etkilenen bu aile, Azerbaycan`daki Dovin şehri menşeli Revadiye kabilesindendir. Revadiye; büyük bir Kürt kabilesidir. Selahaddin`in babası Eyyûb, Dovin`de dünyaya geldi. Eyyûb, babası Şazi ve kardeşi Eseduddin Şirkuh ile birlikte Bağdat`a intikal etti. Oradan da Tikrit`e geldiler; Şazi burada öldü ve torunu Selahaddin de burada doğdu. Bilâhare iki kardeş, Eyyub ve Şirkuh, Musul Atabeyi İmaduddin Zengi`nin hizmetine girdi. Adiyy Bin Müsâfir Hazretleri’nin yetiştirdiği nesilden, bu neslin Haçlılara karşı elde ettiği büyük zaferlerden ve Kudüs`ü Haçlılardan geri almaya muvaffak olmasından yola çıkarak, Adî b. Müsafir`e Kudüs`ün manevî fatihi demek mümkündür. DEMİRCİ KAWA EFSÂNESİ Farsça’da, Kaveh Ahangar... İran mitolojisinde acımasız yabancı hükümdar Dahhak’a isyan eden mitolojik kahramanın hikâyesidir ki, Fars şair Firdevsî’nin en önemli eseri olan Şehname’de yer alır. Hikâyenin diğer ana karakteri olan Dahhak veya Azhi Dahaka, Zerdüştçülüğün kutsal kitabı olan Avesta’da ve antik dönem Fars mitolojisinde yarı şeytan bir Çok ama çok uzun bir zaman önce, daha yeryüzünde kimsenin olmadığı bir demde, Zervan isimli tanrının iki oğlu olmuştur. Birinin adı Hürmüz’dür ve bereket ve ışık saçan anlamına gelmektedir. Diğerininki ise Ehrimen’dir, kötülük ve kıtlık saçan anlamındadır. Ahura Mazda’nın kutsadığı topraklarda Hürmüz hep iyinin ve medeniyetin temsilcisi, Ehrimen de onun karşıtı olmuştur. Hürmüz, dünyada kendisini temsil etmesi için Zerdüşt’ü gönderir ve yüreğini sevgi ile doldurur. Zerdüşt ise buna karşılık oğullarını ve kızlarını Hürmüz’e hediye eder. Ehrimen bu durumu kıskanır ve yüzyıllar boyunca sürecek olan iyilerle savaşına başlar. Tüm iyilere ve Zerdüşt’ün soyuna, Medya (Kuzeybatı İran) coğrafyasındaki hayatı çekilmez bir duruma getirir. Ehrimen, bazen gökten ateşler yağdırır, bazen fırtınalar koparır ve iyiliğe ve iyilere hep zulmeder. En sonunda da içindeki nefreti ve kötülük zehrini zalim Kral Dahhak’ın beynine akıtır ve onu bir belâ olarak İran halkının üzerine salar. Efsâneye göre Asur kralı Dahhak, Mezopotamya ve Ortadoğu’nun tek hâkimidir. Kürtlerin ataları olduğu iddia edilen Medler, İranlıların ataları Persler, Ermenilerin ataları Urartular ve şimdi soyları tükenen Hurriler, Babilliler ve Elamlılar, Dahhak’ın hükümranlığı altında yaşamaktadırlar. Zalimliği ile meşhur olan Asur kralının omzunda “Şeytan’ın iki omzunun arasını öpmesiyle” iki yılan çıkar. Bu yılanların Dahhak’a zarar vermemesi için, Şeytan her gün iki Med gencinin beyninin yılanlara verilmesini tavsiye eder. Bunun üzerine, her gün iki Med gencinin beyni yılanlara verilmeye başlanır. Ancak hızla gençler azalmakta ve halk bu duruma tepki göstermeye başlamaktadır. Gençlerin hızla yok olmasını engellemek için, halk, saraya gönderdikleri fazilet sahibi aşçılar vasıtası ile Dahhak’a “ikinci beyin” olarak kestikleri hayvanların beynini vererek, zulmü biraz olsun yumuşatmaya çalışır. Dahhak’tan kurtardıkları “ikinci” gençleri dağlara gönderip orada saklamaya başlarlar. Firdevsî’ye göre, dağlarda toplanan bu gençler, daha sonra bugünkü Kürtlerin atalarını oluşturur… Dahhak’ın omzundaki yılanların beyin yeme sırası demircilik yapan Kawa’nın oğluna gelir. Demirci Kawa, yiğit, cesur ve iyi yürekli biridir. Oğlunun ve halkının böyle katledilmesini kabullenemez. Çevresindeki insanlarla konuşur ve onlara Dahhak’ın zulmünden kurtulmanın tek yolunun onu öldürmek olduğunu anlatır. M.Ö. 612 yılında Demirci Kawa, örgütlediği Med halkıyla birlikte Dahhak’ın sarayını basarak, balyozla Dehhak’ın kafasını parçalar ve onu öldürür. Dağda yaşayanlara haber vermek için de sarayın avlusunda büyük bir ateş yakarlar. Bu ateşi gören dağdaki gençler, evlerine geri döner. ZALOĞLU RÜSTEM Rüstem-i Zâl, Pûr-ı Zâl, Zâl-ı Zer, Rüstem-i Destan gibi lakablarla da anılan Rüstem, Firdevsî’nin Şehnamesi’nde destanlaştırılan, İran tarihinin belki en meşhur kahramanı ve efsânevî pehlivanıdır. Kürt tarihinin eşsiz eseri Şerefname’de, Şeref Han tarafından bir Kürt olarak takdim edilir ki, bu da muhtemeldir. Babasının isminin Zâl olması hasebiyle kendisine Rüstem-i Zâl veya Zaloğlu Rüstem denilmiştir. Annesi, Kabil hükümdarının kızı Rûdâbe; dedesi, Sâm; karısının adı Tehmîne ve kızının adı da Bânûgoşesb’tir. Onun doğumu da, hayatı gibi olağanüstü, efsânevî ve şaşırtıcıdır. Her şeye çare bulan Sîmorğ’un yardımıyla dünyaya gelmiş ve hızla büyüyüp gelişerek, kısa süre sonra yiğitlere yaraşır bir vücud yapısına ve güce kavuşmuştur. 700 batman ağırlığındaki gürzü, güçlü kemendi, kaplan postundan yapılmış elbisesi ve yıldırım hızındaki atı Rahş ile İran krallarının sıkıntıya düştükleri ânda yardımlarına koşmuş, onları ve İran halkını büyük tehlikelerden kurtarmıştır. Kendisi hakkında anlatılanlardan bazıları: Rüstem, Hefthân’ı geçtikten sonra “Dîv-i Sepîd - Beyaz Dev” ile savaştı. Sonra, Bîjen’i Efrâsyâb’ın kuyusundan kurtardı. Ehrimen yaratılışlı Efrâsyâb’dan Siyâveş’in intikamını aldı. Eşkebûs’u öldürdü. Bilmeyerek oğlu Sohrâb’ın bağrını parçaladı. Nihâyet ömrünün sonlarına doğru mağrur şehzade İsfendiyâr, Goştâsb’ın hileleriyle onun elinde can verdi. Bu maceralardan sonra, artık Rüstem’in boğazından tatlı bir lokma geçmedi. Sonunda üvey kardeşi Şeğâd’ın hileleriyle bir kuyuya düşürülerek atı Rahş ile birlikte öldürüldü. Rüstem, İran, Kürt ve Eski Türk edebiyatında kahramanlık ve yiğitlik sembolüdür. Divan şairlerimiz tarafından çokça kullanılmıştır, Misâl bâbında Nef’î, Dördüncü Murad Han’ı medhettiği meşhur bir kasidesinde Rüstem’i şöyle yâd eder: Şâhâne-meşreb Cem gibi sâhib-kırân Rüstem gibi Hem Îsî-i Meryem gibi ehl-i dil ü ferhunde-dem Fars edebiyatında birçok efsânenin temel karakteri olan Sîmurg’un, Rüstem’in hayatında çok önemli bir yeri vardır. Sîmurg, Rüstem’in babası meşhur İranlı kahraman Zâl’ı yaşadığı dağda bulmuş, onu beslemiş ve büyütmüştür. Sîmurg Zâl’dan ayrılacağı zaman bir tüyünü kendisine vererek, ihtiyacı ânında onu ateşe attığında haberin kendisine ulaşacağını ve yardımına yetişeceğini söylemiş. Rüstem’in doğumu yaklaşıp da Rûdâbe büyük sıkıntılarla yüzyüze geldiğinde, Sîmurg’un dediğini yapmış ve onun yardımlarıyla Rûdâbe’nin karnını yararak Rüstem’i dünyaya getirmişler. Sîmurg, sadece Zâl’a değil, Rüstem’e de yardımlarda bulunmuş. Rüstem, İsfendiyâr ile savaşında ağır yaralanınca yine ondan yardım istemiş, o da gelerek Rüstem’i ve atı Rahş’ı iyileştirmiştir. Bu at, Rüstem’in hayatında özel bir yere sahibtir. Şehnâme’ye göre, çok sayıda at sürüsünün içinden uzun araştırmalar sonucunda seçilerek bulunmuş, Rüstem’in ömrü kadar uzun bir ömrü olmuştur. Yine Şehnâme’de bu at, çok ilginç ve şaşırtıcı nitelikleriyle anlatılmıştır. Öte yandan, İranlı meşhur kahraman Sohrâb da, Rüstem ile Semengân hükümdarının kızı Tehmîne aşkının meyvesi olarak Semengân’da dünyaya gelmiştir. Efrâsyâb, onun Rüstem’in oğlu olduğunu bilmekte, ancak babayla oğlun birbirlerini tanımamalarını ve Rüstem’in Sohrâb’ın eliyle öldürülmesini, sonra da oğlunu öldürmeyi, böylece her ikisinden de kurtulmayı hedeflemektedir. Savaş sonunda, Rüstem bilmeden oğlunu yaralamış, yaraladığı kişinin oğlu olduğunu anladığında “nûşdârû” adıyla bilinen ilacı getirmesi için Gûderz’i Kâvûs’a göndermiş, o bu ilacı vermeyince kızarak kendisi gitmiş, ancak bu defa da kendisi yoldayken Sohrâb ölmüş, Rüstem oğlunun naaşını alarak Sîstân’a götürmüştür. Şehnâme’ye göre; kahinler, İran’da doğacak bir çocuğun büyüdüğünde Sîstân ve bütün İran’ı alt üst edeceği, Sâm ailesinin sonunun bu çocuğun elinden olacağı, onun insanların huzur ve rahatını bozacağı şeklinde yorumlar yapar. Bu çocuk, Rüstem’in üvey kardeşi Şeğâd’tır. Şeğâd, kardeşi Rüstem’i hileyle aldatıp, bir kuyuda kurduğu tuzağa düşürerek Rüstem’i atı Rahş ile birlikte öldürür; kendisi de Rüstem’in son ânda attığı bir ok ile ölür. Çok uzun bir hayat yaşayan Rûdâbe, oğlu Rüstem’in ölümünden sonra çöllere düşer ve aklını kaybeder. SON SÖZ İnsanoğlu, olağanüstüye karşı meftûn, meraklı veya hayran. Öyle ki bu hayranlığını, kendi hayâl, kültür ve sembol diline çevirirken, bazen oldukça abartır, bazen de kökten değiştirir. Böylece insanın zevk, idrâk ve hayâl gücüne seslenerek ona tesir etmek ister. Bu ister bazen tam bir faciaya, isterse bazen tek bir doğrunun bile bulunmadığı sapıkça bir senaryoya dönüşsün, içinde zevk ve hüviyeti açısından bir değer görüyorsa benimser. Üstelik, olan bitenin “gerçekte” ne olduğunun, mânâsının “hakikatte” ne olduğunun pek bir değeri veya hükmü bile kalmaz. “İlk doğru”, yahud bugün kimilerinin daha iyi anlayacağı bir kavramlandırmayla ve şayet tâbiri câizse, “ilk önermenin doğruluğu” esası başa alındığında, sonraki önermelerin bu “doğru”ya veya “önerme”ye bağlılığı ortadadır. Hattâ sonrakilerin ilkinin zıddı yahud tahrif edilmiş hâli olması durumunda dahi, bu bize mitolojinin, yine de “mantıkî doğruluk esasına göre” bir tahrifat yahud zıddı şeklinde tezahür ettiğini gösterir. Herşeyin hakikati “ilk doğru”da veya “ilk önerme”de! Kısacası, “ilk doğru”nun yahud “ilk önerme”nin kadrosundan çıkış mümkün değil. Hele bu “önerme” dediğimiz, hakikatte “Mutlak Fikir” ise!.. Allah’ın isimlerinin aslından ve bütününden koparılıp tahrif edilerek tek tek “bağımsız tanrılar” olarak tahayyül ve tasavvur edilmesi; aynı şekilde, Peygamberlere mahsus mucizelerin, “yazılı tarih” öncesinde bilfiil yaşanmış kahramanlıkların veya fevkalâde hâdiselerin anlatıla anlatıla zayıflayarak aslından uzaklaştırılması, birtakım hikmetlerin farklı kültürlerde farklı sûretler yoluyla sembolize edilmesi gibi faktörler, meramımıza tercüman olacaktır ümidindeyiz. Biz yine de ancak nüfuz edebildiğimiz kadarıyla “mitoloji” bahsini ele aldığımızı vurgulayalım ve hikmetler dairesi sonsuz diyerek, “mitoloji”ye nasıl bakılması gerektiğini HAKİKATİYLE ve olanca GENİŞLİĞİYLE görmek ve öğrenmek isteyenlere İBDA Mimarı’nın Esatir ve Mitoloji adlı şaheserini adres gösterelim. KAYNAKLAR Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, İBDA Yayınları, İstanbul 2010. Mehmet Korkmaz, Zerdüşt Dini, Alter Yayıncılık, Ankara 2010. Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, 15 Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul 2007. Henrietta McCall, Mezopotamya Mitleri, Trc:Bircan Baykara, Phoenix Yayınları, Ankara 2011. Edith Hamilton, Mitologya, Trc: Ülkü Tamer, Varlık Yayınları, İstanbul 2003. Ş. Teoman Duralı, Gılgamış Destanı, 2 Basım, Dergah Yayınları, İstanbul 2011. İnternet Ansiklopedisi – Wikipedia. Joseph Campbell, Doğu Mitolojisi –Tanrının Maskeleri-, Trc: Kudret Emiroğlu, 3 Basım, İmge Kitabevi, İstanbul 2003. Nimet Yıldırım, Fars Mitolojisi, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2002. Muazzez İlmiye Çığ, Uygarlığın Kökeni Sümerler, Kaynak Yayınları, İstanbul 2007. Firdevsi, Şehname, Trc: Necati Lugal, Maarif Basımevi, İstanbul 1956. Kaynak: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 3, Mayıs-Temmuz 2012, s. 151-175. |
Bugün 122 ziyaretçi (155 klik) kişi buradaydı.