AHMET ÜNAL
buda
SİDDHARTA GAUTAMA (BUDHA)
Asıl adı Siddharta Gautama olan Buda, tahminen MÖ 600-400 yılları arasında yaşamış Hintli bir bilgedir. Hayatı konusundaki efsaneler, kendisinin ölümünden yüzyıllar sonra yazılmış olan birtakım yazılara dayanmaktadır. Bu yazılara göre Buda'nın yaşamı şu şekilde özetlenebilir:
Şakya Kralı Suddhodana'nın oğlu olarak dünyaya gelen Gautama, saraylarda lüks ve sefa içerisinde büyütülür. Kral, henüz oğlu yeni doğmuşken falcılara danışır. Falcılar da, oğlunun büyüyünce ya çok büyük bir hükümdar, ya da çok büyük bir din adamı olacağını söylerler. Oğlunun kendisi gibi bir kral olmasını isteyen Suddhodana da, onu dine yöneltebilecek her şeyden uzak tutmaya çalışır. Hükümdar, onun hayatın acı yönlerini görmesini engellemeye ve zevk içinde yaşatmaya çabalar. Gautama hayattan bekleyebileceği her şeye sahiptir. Hazineler, en iyi eğitim, cariyeler, her türlü eğlence ... 16 yaşındayken evlenen Gautama, 29 yaşına gelene dek bu zevk ve sefa içerisinde, saraylar dışındaki hayattan habersiz olarak yaşar. Bir gün, hizmetçisi ile birlikte bir saraydan diğerine giderken karşısına çok yaşlı, iki büklüm olmuş bir ihtiyar çıkar. Bir süre sonra hastalıktan eriyip tükenmiş bir adama rastlar. Daha sonrada bir cenazeye şahit olur. Ve son olarak da gezgin bir derviş görür. Gautama, bu yolculukta hayatın zevk ve eğlenceden ibaret olmadığını anlar. Artık hayatın üç acı yanını tanımıştır; yaşlılık, hastalık ve ölüm. Bir de tüm bunlardan uzakta gibi görünen ermiş... Gördükleri üzerine uzun süre düşünen ve çok derinden etkilenen Gautama sahte bir dünyada yaşadığını anlar. Gördüğü derviş gibi evini barkını bırakıp acılardan kurtuluşu ve bu yaşamın gerçeğini aramaya karar verir. Yeni doğmuş çocuğunu, karısını ve tüm zenginlik ve eğlenceyi geride bırakarak bir gece gizlice saraydan ayrılır.
İlk olarak Alara Kalama adında bir dervişe öğrenci olur. Meditasyonu ve Atman öğretisini ondan öğrenir. Fakat bir süre sonra bu kişiden öğrenecek daha fazla şeyi kalmadığına kanaat getirerek Uddaka adında başka birisinin öğrencisi olur. Buradan da öğrenecek bir şeyi kalmayınca buradan ayrılır. Daha sonraları tanıştığı beş çileci ile beraber, uzun müddet çileci bir yaşam yaşar. Çilecilikte ölümün eşiğine gelene dek kendisini zorlar. Buna rağmen aradığı gerçeği bulmaktan çok uzak olduğunu görünce hayal kırıklığına uğrar ve çileciliği bırakır. Ona göre , ne aşırı haz düşkünlüğü, ne de aşırı çilecilik gerçeğe eriştiremezdi. Ara bir yol olmalıydı. Çileci arkadaşlarını da terk eder. Bir gün, bir incir ağacının altına oturarak meditasyona başlar. Tam ve aşılmaz aydınlanmayı gerçekleştirmeden buradan kalkmamaya yemin eder. Çok sıkı bir mücadelenin ardından aydınlanmaya ulaşır ve Buda ( aydınlanmış kişi) olur. Bundan sonra öğretisini insanlara anlatmak ve kurtuluş yolunu göstermek üzere vaazlar vermeye başlar. Kendisine mürit olan kişilerce bir dervişlik örgütü kurulur ve böylelikle Budizm doğmuş olur.
Gerçekte efsaneleştirilmiş bir kişi olan Buda'nın hayat hikayesi, burada elenen abartmalar ve doğa üstü niteliklerle doludur. Örneğin; "Buda gerçekte babasız olarak dünyaya gelir. Hemen konuşmaya ve yürümeye başlar ve o gün tüm sakatlar, körler, sağırlar vs. iyileşir. ( Daha eski Hint mitolojisine göre insan olarak dünyaya gelen iki Tanrı Krişna ve Rama, babasız olarak doğmuşlardır. Buda'nın doğum hikayesinin kökeninin bunlara dayandığı açık. Aynı zamanda İsa'nın hikayesi de Hint kökenli olabilir. ) Buda her alanda sıra dışı yetenekli biridir. Savaş sanatlarında yenilmezdir, çok güzel bir yüzü vardır vs." Bu gibi abartmalar, bazı doğu bilimcilere Buda diye birisinin yaşamamış olabileceğini düşündürmüştür. Doğa üstü anlatımların nedeni ise muhtemelen, bu öğretiyi yaymaya çalışan budistlerin, Siddharta Gautama Buda'yı diğer ermişlerden üstün gösterme çabaları ve birtakım Budist ve Hindu tarikatların Buda'yı, insan bedeninde doğmuş bir Tanrı olarak kabul etmeleri olsa gerek.
1. Yüce Gerçek
YAŞAMIN ÜÇ ÖZELLİĞİ:
1- DUKKHA: Yaşamda ıstırap, üzüntü, tasa, keder, kötülük, bedensel ve ruhsal sağlıksızlık, uyumsuzluk, tedirginlik, doyumsuzluk vb. vardır.
2- ANİKKA: Bir araya gelmiş, birleşmiş, buluşmuş her şey, bir zaman sonra kaçınılmaz olarak ayrılacaktır.
3- ANATMAN:Hiçbir şeyin, öteki şeylerden ayrı bir kendiliği yoktur. İnsan açısından bakıldığında; "kişisel bir ruhun" varolmayışı anlamına gelir.
DUKKHA :
"Kardeşlerim! Yaşamdaki en temel gerçek ıstıraptır. Doğum ıstırapla olur; yaşlanma ıstıraptır; hastalık; ölüm ıstıraptır. İstemediğiniz, tiksindiğiniz şeylerden kurtulamamak, sevdiğiniz, istediğiniz şeylere sahip olamamak ya da onları yitirmek ıstıraptır." BUDA
İnsanların genel düşüncesi şudur: "Hayatta ıstırap, acı ve keder olduğu kadar haz ve mutluluk da vardır ve bunlar birbirini dengeler. Haz, başarı ve mutluluk peşinde koşarak hayattan zevk alınabilir ve acıdan uzak kalınabilir." Bu bakış açısı kısmen doğru olsa da gözden kaçırılan birtakım noktalar vardır:
- Elde etmeyi istediğimiz hazların, zevklerin peşinde koşarken çoğu zaman acı çekeriz, stres ve baskı altında yaşarız.
- İsteğimize asla kavuşamadan mutsuzluk içinde yaşayabiliriz.
- İstediğimizi elde etsek bile, umduğumuzu bulamayabilir, gerçekten istediğimizin bu olmadığını düşünerek hayal kırıklığına uğrayabiliriz.
- İsteğimiz gerçekleştiğinde bu kez başka bir isteğe yöneliriz ve yine baskı altına gireriz. Çünkü hiçbir zaman isteklerimizin sonu gelmez.
- Elde edilen haz ve zevk gerçekten aradığımız şey dahi olsa, bu kez de onu kaybetme korkusu içinde yaşamak zorundayızdır.
- Elde edilen haz ve zevk bir gün mutlaka değişime uğrayacak veya tamamen elimizden gidecektir (anikka). Bu durum kaçınılmazdır.
İsteklerinizi gerçekleştirmek için sıkıntı çekmediğinizi içtenlikle söyleyebilir misiniz. Eğer söyleyebiliyorsanız ne mutlu size. Fakat genellikle insanlar bir şeyi elde edebilmek için başka şeyleri feda etmek zorundadırlar. Bazen feda edilen şey ise mutluluk olabiliyor. Bu durum en ufak tefek, önemsiz isteklerinizden, en büyük hayallerinize dek geçerlidir. Buda'nın yukarıdaki sözleri, kuşkusuz kimsenin bilmediği bir şeyi söylemiyor. Fakat kimsenin dikkat etmediği bir noktaya işaret ediyor. Çektiğimiz ıstırapların asıl nedeni; bitmek tükenmek bilmeyen isteklerimizin peşinden koşmaktır. Yani bizzat mutlu olma isteği bizi mutsuz etmektedir.
ANiKKA :
"Sevdiğimiz, yanımızdan ayırmak istemediğimiz hiçbir şey yok ki, bir gün gelip ya onlar bizden, ya biz onlardan ayrılmayalım." BUDA
Evrendeki her şey değişime bağımlıdır. Nesneler, olaylar ve insanlar zamanla değişir. Bir araya gelmiş her şey, zamanı geldiğinde ayrılmaya mahkûmdur. Fakat biz, elde ettiğimiz şeylerin hiç değişmeden istediğimiz gibi kalmasını, sonsuza dek onlarla olmayı isteriz. Oysaki peşinde koştuklarımız bile, biz onlara henüz sahip olmadan değişirler ve elimize geçen, asıl istediğimizden farklı bir şey olup çıkar. Değişim doğanın en temel kanunlarından biridir ve insan bunu kabullenemediği sürece acı ve sıkıntı çekmeye mahkûmdur.
Bir gün Buda'nın ölüme çare bulduğunu duyan bir kadın, kucağında ölü yavrusuyla Buda'ya gelir ve ona can vermesini ister. Bunun üzerine Buda, bu kadının isteğini yerine getirebilmek için hiç ölüm acısı görmemiş bir aileden alınacak üç adet hardal tohumuna ihtiyacı olduğunu söyler. Kadıncağız bütün şehri dolaşmış durmuş fakat ölüm acısı tatmayan bir ev bulamadan geri dönmek zorunda kalmış. Bunun üzerine Buda demiş ki:
"Bacım! Kimsenin bulamadığını aratmakla acı bir ilaç verdim sana. Dün sevgili yavrun kucağında, ölüm uykusundayken, sen dayanılmaz bir acı içindeydin. Bugün öğrendin, tatmayan yok bu acıyı dünyada. Herkesle paylaşınca katlanması kolaylaşır acıya."
Değişimi veya ayrılmayı önleyemeyeceğimize göre ( ki aslında buna gerek de yoktur ) yapabileceğimiz tek şey bunu kabullenmektir. Unutulmamalıdır ki insanlar, olayları kabullenemediklerinde acı çekerler. Kabullenmeyi, olaylara boyun eğmek manasında pasif bir davranış olarak algılamak hatalıdır. Söz konusu olan aktif bir kabullenme durumudur.Hayata karşı koymamak, onunla uyumlu bir şekilde yaşayarak, onu yönlendirmektir. Tıpkı bir Judocunun rakibini yenebilmek için ona direnmemesi gibi, hayata direnmemektir.
ANATMAN
Buda'dan çok daha eski zamanlarda, eski Hindu ermişlerin yazmış oldukları Upanişatlar adı verilen yazılar vardır. Buda'nın öğrettikleri de aslen bu yazılarda hemen hemen aynen mevcuttur. Aradaki temel fark ise Anatman öğretisi gibi görünmektedir. Upanişatlar, evrenin özünü oluşturan ve onun var olmasını sağlayan öze Brahman adını verirler. Her varlığın içinde bu yüce özden mevcuttur. Brahman'ın insan içindeki şekline ise atman denir. Buna göre, gerçekte tüm evren Brahman'dır ve her şey onun bir parçasıdır, görünümüdür. Burada açık bir panteizm vardır. Meditasyon uygulaması ile atman ve Brahman arasındaki bütünlüğün farkına varılmaya çalışılır. Tasavvufi terimlerle açıklamaya çalışırsak; tüm yaratılmışlar Allah'ın birer parçasıdır ve ondan ayrı bir varlıkları yoktur. İnsan ruhu da bunun dışında değildir ( Allah'ın sıfatlarından biri olan Rahman'ın, Brahman kelimesiyle ilginç bir benzerliği var). Nitekim tasavvufta " Ene-l Hak" yani "Ben Allah'ım" diyen ermişler çıkmıştır.
Buda, atman anlayışının, aydınlanmaya erişmek açısından bazı zorluklara neden olduğunu düşünmüş ve karşı çıkmıştır. Çünkü insanın bir atmana (ruha) sahip olduğunu düşünmesi, kendini diğer şeylerden ayrı olarak görmesi ve bütünlüğü anlamasının zorlaşması demek olduğuna inanmıştır. Bu öğreti anatman ( atman yok ) olarak adlandırılmıştır.
Burada akıldan çıkarılmaması gereken çok önemli bir nokta var. Aslen her iki yaklaşım da aynı yere çıkmakta; birlik ve bütünlüğün varlığı. Aradaki fark bakış açısındadır. Yani atman inancı da, anatman öğretisi de farklı açılardan aynı noktaya bakmaktadırlar.
Buda'nın görüşü şu şekilde özetlenebilir:
Evrende varolan hiçbir şeyin, diğer varlıklardan ayrı bir kendiliği yoktur. Yani her şey, derin bir biçimde birbirine bağımlıdır ve insan mantığı onları birbirine göreceli olarak anlayabilir. Diğer bir değişle evren bir bütündür, fakat düşünce onu ancak parçalara bölerek, her şeyi birbirinden ayırarak aklına sığdırabilir. Bu durum insanın, evreni gerçekte olduğundan farklı şekilde yorumladığı anlamına gelir. Burada bir yanılgı söz konusudur. Çevresini, ancak nesneleri bütünden kopartarak anlayabilen insan mantığı, aynı davranışı kendisini anlayabilmek için de yapar. Yani kendisini, çevresinden soyutlayarak, yine kendi zihninde oluşturduğu birtakım yapay kavramlarla kendini tanımlamaya çalışır. Çevresini "BEN ve evrenin geri kalanı" şeklinde yorumlar. Böylelikle evrenle arasındaki bütünlüğün farkına varmadan, birtakım yanıltıcı düşünce alışkanlıkları ile yaşayıp gider. Dahası bu yanıltıcı benliğe öylesine bağlanır ki ölümle birlikte yok olma düşüncesi onu korkutur ve kendisini rahatlatmak için, ruhunun sonsuza dek var olmaya devam edeceğini hayal eder. Yanılgının farkına varmaksa ancak, yapay kavramlarla gerçeği gölgeleyen zihnin, söz konusu bu alışkanlıklardan arındırılmasıyla gerçekleşebilir. Arınma da meditasyonla olur.
Ben yanılgısı, insanın çektiği sıkıntıların temelindeki yanılgıdır. Çünkü isteyen her zaman "ben"dir. Kim mutlu olmak istiyor? Kim başarı istiyor? Kim nirvanaya erişmek istiyor? Bu soruların yanıtı her zaman "ben" olacaktır. Ben istiyorum. Dolayısıyla isteklerden arınma "ben" yanılgısından arınmayı gerektirir. "Ben"in varolmadığını anlamak her ne kadar bir deneyim meselesi olsa da Buda'dan sonra gelen Budist dervişler, bu öğretiyi mantıksal açıdan da ispatlamaya çalışmışlardır. Buna göre insanı bir bütün olarak oluşturan beş özellik vardır:
1- Rupa: beden
2- Vedana: duygularımız, coşkularımız
3- Sanna: duyu organlarımızdan gelen algılar
4- Sankhara: önceki düşüncelerimiz, kararlarımız, eylemlerimizle biçim almış eğilimlerimiz,
karakter özelliklerimiz
5- Vicnana: bilincimiz
Bunların haricinde insanı oluşturan bir özellik var mı? Bunu anlayabilmek için şöyle bir düşünce deneyi yapalım: Öyle bir robot üretilmiş olsun ki, yukarıdaki beş özellik de bu robotta bulunsun. Bir bedeni (yapay kollar, bacaklar) ve duyuları (algılayıcıları) olsun. Aynı zamanda robotun duyguları ve bilinci olsun. Zamanla çeşitli yaşantılardan geçtikçe robotumuzun karakteri de oluşacaktır Bu durumdaki robotumuz artık kendisi hakkında "ben" diye düşünmeye başlar. Yani; "Ben bir robotum. Bunlar duygularım, düşüncelerim, bu benim karakterim, benim kolum, bacağım, benim ruhum vs." şeklinde düşünür. "Düşünüyorum öyleyse varım" der. İşlemcisinde "benim ruhum" diyeceği bir kavram oluşturacaktır. Oysaki biz robotumuza özellikle ayrı bir ruh vermemiştik, veremezdik de. Buna rağmen başka bir özellik eklemeye gerek kalmadan robotumuz tıpkı bir insan gibi oldu ( "Yapay Zeka" filmini hatırlayın). Demek ki insanın bu beş özellikten başka bir özelliği yoktur. Dolayısıyla bu beş özelliğe sahip bir canlıya, bedeni de bizimki gibi ise rahatlıkla insan deriz. Öyleyse bizim de kendimizi özdeşleştirdiğimiz ruh, "ben" dediğimiz şey bu beş özelliğin içerisinde bir yerlerde olmalı. Devam etmeden önce bunu iyice bir düşünün:
1- Ben, bu gövde olamam. Çünkü kolumu, bacağımı yitirsem bile ben eksilmem. Saçımı, tırnağımı kesiyorum ama ben hiç eksilmiyorum. Eksilen ise "bana ait" olan başka bir şey.
2- Ben, duygularım, coşkularım da olamam çünkü bunlar gelip geçici şeylerdir. Oysaki ben sürekliyim. Bir sevinir, bir üzülürüm. Fakat ben sevinç değilim. Üzüntü de değilim. Nefret de değilim. Duygular bana ait değişken içsel durumlardır sadece. Kökenleri de vücuttaki çeşitli salgılardır. Yapay ilaçlarla, uyuşturucu ve içki ile duygularda değişlimler meydana geliyor. Açıkça görülüyor ki duygular metafizik bir ruhtan değil, maddesel birtakım moleküllerin etkileşiminden doğmakta. Ben bir duygu da değilim.
3- Ben, duyu organlarımdan gelen algılar da olamam. Gördüğüm duyduğum şeyler de gelip geçicidir. Ben sürekliyim. Gördüğüm şey değiştiğinde ben değişmem. Olsa olsa duygularım, düşüncelerim değişir. Bunlarsa bana ait olan şeyler. Yani ben başka bir şeyim.
4- Ben, önceki düşüncelerim, kararlarım, eylemlerimle biçim almış eğilimlerim, karakterim de olamam. Çünkü bunlar da gelip geçici ve yaşadığım olaylara bağımlı şeylerdir. Aslında kendimi, farkında olmadan bunlarla özdeşleştirme eğilimindeyim. Hatalı bir ifade kullanarak "Ben değiştim" derim. Bu ifade tarzı beni yanıltmaktadır. Çünkü gerçekte kastettiğim "Benim karakterim, düşüncelerim değişti" dir. Karakter bana ait bir özelliktir. Ben değildir. Gurur değilim. İyimserlik değilim. Zeka değilim. Bunlar ancak bana ait nitelikler olabilir, ben onlar olamam.
5- Ben, bilincim de olamam. Bilincimi yitirdiğimde ben yok olmam. Bilinç, çevremin ve kendimin farkında olmamı sağlar. O, benim kullandığım bir araçtır, ben değil.
(Eğer bir ruhun varolmayışını içinize sindiremiyorsanız altıncı özellik olarak bunu da eklemenin hiçbir sakıncası yok. Sonuçta o da bize ait olan bir şey olarak düşünülmekte. Tek başına "Ben buyum" diyebileceğimiz bir varlık değil. Çünkü ondan bahsederken "ben" değil, "benim ruhum" diyoruz. Dolayısıyla kişi rahatlıkla "ben sadece ruh değilim" diyebilir. Fakat genellikle Budacılıkta ruh düşüncesi, bizim yaşama doyumsuzluğumuzun sonucunda ortaya çıkmış bir hayal olarak görülür.)
"Ben" adını verebileceğim geriye hiçbir özellik kalmadığına göre acaba tüm bu özelliklerin bir araya gelmiş halimiyim ben. İçerisinde benim olmadığım özelliklerin bir araya gelmiş olması beni nasıl meydana getirebilir ki? Beni içermeyen özelliklerin bir araya gelişi beni içeremez. Geri kalan tek olasılık haricinde... Ben, bu beş özelliğin bir araya gelmiş şekline verdiğim isimim. Yani ben, bir düşünceyi belirten bir kelimedir. Kendimi çevremden ayırabilmek için kullandığım bir kavramdır. Zihnin oluşturduğu geri kalan tüm ayrımlar, kelimeler ve kavramlar gibi bir yanılgıdır.
Fakat insanın "Benin, ben diye düşünmek" olduğunu anlaması ona bir şey kazandırmaz. Çünkü bu kez de "Ben diye bir şey yok" gibi düşüncelere dalarak yine yanılgıya düşer. Yapay kavramlarla gölgelenmiş zihnin arınması gerçekleşmedikçe yanılgı, bağımlılık ve acıdan kurtulmak ve uyanmak mümkün değildir. Yani bu tamamen bir deneyim meselesidir. Tutkularla, isteklerle bağlanmış, gerçek olmayan hayallerle ve izlenimlerle yanıltılmış zihnin özgürleşmesi ve evrendeki birliğin ve tekliğin farkına varılması.İşte Budizm'in nihai hedefi budur.
2. Yüce Gerçek
KARMA : Nedensellik Yasası
Şu anda ne olduğumuzu belirleyen dünkü düşüncelerimizdir.
Bugün zihnimizden geçen düşünceler ise yarınki yaşamımı belirli yor.
Yaşamımız kesinlikle zihnimizin yaratısıdır.
( Dhammapada: çok eski bir Budist kitap )
Evrende gerçekleşen her bir olayın öncesinde, buna neden olan başka olaylar vardır. Şu anda gerçekleşen olayların da geçmişte birtakım nedenleri vardı ve gelecekte de bazı sonuçları olacaktır. Bu sonuçlar başka olayları tetikleyecektir ve bu böyle sürüp gidecektir. Yani her şeyin bir nedeni vardır. Doğacak sonuçlar da başka şeylerin nedenleri olacaklardır. Bu döngüye karma denir. Bir başlangıcı ve sonu yoktur. Öncesizden sonsuza gider.
İnsanın karakterini ve başına gelecek olayları da belirleyen şey karmadır. Kişinin düşünceleri, davranışlara neden olur. Bu davranışlar olayları tetikler. Olayların etkileri de yine kişiye çeşitli şekillerde geri dönecektir (atalarımızın dediği gibi; "Ne ekersen onu biçersin"). Bu etkilerin sonucunda kişi yeni düşüncelere yönelecektir. Ve bu böyle sürüp gider.
Karma yasası, Hinduizmde birtakım inançlarla karışık durumdadır. Özellikle de reenkarnasyon inancı ile birleşmiştir. Buna göre; insanın iyi şeyler yapması başına iyi şeyler gelmesine neden olur. Kötü olayların nedeni ise daha önceden yapılmış kötü davranışların, işlenmiş günahların geri dönüşüdür ( atalarımızın dediği gibi; "Eden bulur!"). Ölüm, bu nedenleri sonuçlardan kopartamaz. İnsan tekrar dünyaya gelerek geçmiş hayatında yapmış olduğu davranışların sonuçlarını yaşar. İyi şeyler yapmışsa iyi şartlarda doğar. Kötü şeyler yapmış ise kötü şartlarda yaşar. Bu döngü "samsara" , yani doğum-ölüm döngüsü olarak adlandırılır.
Buda'nın karma ve samsara konusundaki anlayışı, kendi zamanının kalıplaşmış, geleneksel inanışlarından farklıydı. Düşüncelerini insanlara anlatabilmek için yeni kavramlara ihtiyacı vardı. Fakat böyle bir şeyin, çevresindeki insanların kendisini anlamalarını güçleştireceğini düşündüğü için eski kavramları anlam kaydırmaları ile kullanmayı tercih etmiştir. Yani Budizm'de, özellikle de Zen Budizm'de karma, samsara vb. kavramlardan bahsedildiğinde bildiğimiz anlamda reenkarnasyon anlaşılmamalıdır.
Budizm'deki reenkarnasyon anlayışında, elbise değiştirir gibi vücut değiştiren bir ruha yer yoktur. Yeniden doğmuş olan aslında, geçmiş hayatta yapılmış eylemlerin sonucu olarak dünyaya gelmiştir ve nedenlerin sonuçlarından etkilenmeye de devam edecektir. Tıpkı iki bilardo topunun hareketi gibi. Toplardan biri başka bir topa çarpar ve durur. Fakat bu kez ikinci top hareketi devam ettirir. Toplar değişmiştir. Fakat devinim devam eder. Burada birtakım sorular akla gelebilir. Geçmiş hayatta eylemlerde bulunarak bazı olaylara neden olan kişi kimdir? Yeni hayatta sonuçları yaşayan kimdir? Reenkarnasyonla yine aynı kişi mi doğar yoksa bunlar ayrı kişiler mi? ... Bu soruların kökeninde bir yanılgı yatmaktadır. Dolayısıyla soruların cevapları ne olursa olsun yanıltıcı olacaktır. Tıpkı " Bu evreni kim yarattı, kim yaptı?" şeklindeki soru gibi. "Kim yaptı?" sorusunda cevap aslında yarı yarıya verilmiştir. İlk önce, olan olayı bir kimsenin yaptığı kabul edilmiş ardından da kim olduğu sorulmuştur. Oysaki olayın nedeni başka bir olay da olabilir. Bu yüzden ilk önce "Bu neden oldu, nasıl odu?" sorusu sorulmalı. Ancak bundan sonra olayın nedeninin bir insan olduğu anlaşılırsa kim olduğu sorulabilir? Fakat Budizm'de kişilik düşüncesi bir yanılsama, aldanma olarak görülür ( bkz: anatman). Dolayısıyla kişilik, benlik, konusunda söylenen her kelime de yanıltıcıdır. Budist yaklaşımı anlayabilmek için "Kim?" sorusu değil, daha çok "Ne?" veya "Neden?" sorusu sorulmalıdır.
Karma yasası, kişilik,özgür irade ve karar verme yöntemlerimiz konusunda çok ciddi birtakım anlamlar içerir. Verdiğimiz kararlarda her zaman özgür olduğumuzu zannederiz. Oysaki kararlarımız eski yaşantılarımızdan ciddi şekilde etkilenir, yani tecrübelerimize göre şekillenirler. Tecrübe sonucu verilen kararlar ise özgür değildirler, geçmişte başımıza gelen olayların sonuçlarına bağlıdırlar. Bir olayın nedeni bizim ondan önceki kararımız, olayın sonucu da bizim başka bir kararımız olmakta. Biz özgürce karar verdiğimizi zannederken, bir döngüye kapılıp gitmişizdir ve aslında hangi kararı vereceğimiz önceden bellidir. Biz bile, uzun yıllar tanıdığınız birisinin belirli bir durumda nasıl davranacağını az çok tahmin edebiliriz. Tecrübe sonucu verilen kararlar elbette ki yararlıdır, fakat bazen şartlar değişir, yeni fikirler ve yeni davranışlar gerektirir. Bu tür durumlarda, koşullandırılmamış, işe yeni başlayan bir kişinin zihni gereklidir. Acemi şansı denilen olgu koşullandırılmamış zihin ile yakından ilişkilidir. Aslında buna acemi zihni demek daha doğru olurdu. Ayrıca bazı zamanlar derin bilgi gerektiren bir sorunun çözümünde, bir aceminin basit bir fikri çok etkili olduğu görülür. Tecrübeli ve bilgili bir kişinin orijinal fikirler üretmesi ise birtakım zihinsel şartlar gerektirir.
Budizm bütün insanlara karşı, düşünceleri, davranışları, geçmişleri her ne olursa olsun, anlayış ve sevgi ile yaklaşmayı gerektirir. Çünkü insan, davranışlarında özgür değilse, hatalarından ve düşüncelerinden dolayı hor görülüp aşağılanamaz. Sonuçta azılı bir katil bile karmanın etkisi altındadır. Bu tip insanlar çoğu kez çocukluk döneminde, nefret ve şiddet içinde büyümüşlerdir. İşledikleri suçlar, onları toplumdan yalıtmayı ve cezalandırmayı gerektirebilir. Fakat buna rağmen bir Budist açısından hor görme ve nefret söz konusu olamaz. Çünkü hiç kimse, kendi seçimi olmayan şiddet dolu bir ortamda büyüdüğü için suçlanamaz.
Peki karma yasasının etkinliğini yitirdiği bir durum var mıdır? Bilim adamlarına göre, fiziksel evrenimizde maddenin derinliklerine inildikçe, yani atom altı düzeylerde (kuantum kuramı) nedensellik yasası geçerliliğini kaybetmekte. Buna benzer olarak da insan maneviyatının derinlerine inildikçe, karmanın zorladığı sonuçlardan bağımsızlaşma, özgürleşme meydana gelmekte. Yani karma, insan üzerindeki etkisini kaybetmektedir.
Peki biz günlük yaşamımızda nasıl özgür bir şekilde kararlarımızı verebilir ve özgürce hareket edebiliriz? Budistlerin değişi ile "bizi, belirli kararları vermeye mahkûm eden karmanın zincirini nasıl kopartabiliriz"? Bunun için öncelikle zihnimizin ve dolayısıyla kararlarımızın nasıl kontrolümüzün dışına çıktığını anlamamız gerekir. Bunu anlamanın da en basit yolu meditasyondur. Oturup konsantre olmuş bir şekilde nefesinizi saymayı deneyin. Muhtemelen daha ilk saniyelerde zihninizde çeşitli düşünceler, hayaller belirmeye başlar ve bunlara kendinizi kaptırdığınızda saymayı unutuverirsiniz. Düşüncelerinizin ne kadar başına buyruk ve denetimsiz olduklarını böylelikle bizzat görürsünüz.
Nedensellik Çemberi:
Buda, özgürlüğümüzü ortadan kaldıran nedenleri ve sonuçları on iki olguyla açıklamıştır. Bunların her birine nidana denir. Mahkum edici özelliklerinden dolayı on iki halkalı bir zincir ile veya döngüselliklerinden dolayı on iki çubuklu tekerlekle sembolize edilirler. Her bir olgu, diğerlerinin sonucu ve nedenidir. Belli bir düzende verilmesine karşın bu sıralama değişmez değildir.
1- Avidya: Yanılgı içerisindeki insan, bunun sonucu olarak yanlış düşüncelere sahip olur.
2- Sankhara: Bu yanlış düşünceler, birtakım güdülenmelere, şartlanmalara, karakter özelliklerinin gelişmesine neden olur.
3- Vicnana: Hatalı şartlandırmalar sonucunda bilinç oluşur. Yani kişi "ben" bilincine sahip olur.
4- Nama-Rupa: Bu bilinç durumundan dolayı özne-nesne, ad-beden ikililiği ortaya çıkar. Düşünce, her şeyi birbirinden ayırmaya başlar ve kelimelerin, gerçek nesneler olmadığını unutur.
5- Shadayatana: Nesneleri birbirinden ayrı algılayabilmek için duyularımız koşullandırılır.
6- Sparsa: Koşullandırılmış duyularımız nesneleri algılar. Fakat zihin, düşünceler yardımıyla, olayları ve nesneleri mantıki bir şekilde algılayabilmek için duyulardan gelen verileri süzgeçten geçirmeye başlar.
7- Vedana: Bu algıların hoşa gidip gitmemesine göre duygular, coşkular oluşur.
8- Trishna: Bu duygular, isteklere ve tutkulara dönüşür.
9- Upadana: İstekler ise bağımlılığa neden olur. İnsan, tutkularının tutsağı haline gelir.
10- Bhava: Tutsaklık, oluşumu doğurur. Yani olayların gelişimini, isteklerimiz doğrultusunda zorlama olgusu ortaya çıkar.
11- Cati: Bu oluşum doğuşa, yani yeni durumların ortaya çıkışına neden olur.
12- Cara-Marana: Doğuş ise ihtiyarlık ve ölüme yol açar. Ortaya çıkan durumlar zamanla değişirler ve yok olurlar. Fakat insan, bitmiş olan hoş yaşantıları arzulamaya devam eder ve bunları elde ettiğinde mutlu alacağına inanır. Buradan yine yanılgı ortaya çıkar.
Maya:
Batı medeniyeti, düşünceyi ölçülebilir terimlere dönüştüren eski Yunan kültürünün patlamasıdır. Onlar açısından matematik, mantık, felsefe ölçünün sonuçlarıdırlar, yani düşüncedirler. Oysaki eski Doğu medeniyeti ölçümün bir yanılsama olduğunu, çünkü bir şeyi ölçtüğümüzde onu sınırladığımızı ve bütünden kopardığımızı söyler. Eğer siz bütün yapınızı, bütün var oluşunuzu, bütün ahlakınızı ölçmeye dayandırırsanız hiçbir zaman özgür olamazsınız. Bundan dolayı eski Hintliler ölçüye gelmeyen şeyin gerçek olduğunu, ölçülen şeyin ise gerçek olmadığını söylerler. Gerçek olmayan bu şeye "maya" denir. Yani maya ölçme ve sınıflandırma sonucu oluşan yanılgıdır.
Maya kelimesi Sanskritçe'de (eski Hindu'ca) ölçmek, kurmak, inşa etmek, bir plan yapmak anlamlarına gelen "matr" fiilinden gelir. Bildiğiniz gibi günümüzün Avrupa ve Hint dilleri aynı kökene dayanır, bu yüzden de Hint-Avrupa diller ailesi olarak adlandırılmışlardır. Bugün bizim de kullandığımız metre, matris, material, matter gibi İngilizce kelimeler de matr kökünden gelmektedir. Ölçü aletlerinin metre soneki ile bittiğine dikkat ettiniz mi; voltmetre, termometre, barometre vs.
Maya yanılgısı psikolojik açıdan ele alındığında, dünyayı yorumlayış şeklimizi çok derinden etkiler. Yukarıda da gördüğümüz gibi biz, algılarımızdan gelen verileri, önceden koşullandırılmış düşünsel filtrelerden geçirmekteyiz. Dolayısıyla düşüncelerimizde oluşturduğumuz dünya gerçek dünya değildir. Biz düşüncelerimizle, içerisinde yaşadığımız çevrenin sembolik bir haritasını çizeriz. Fakat "harita vatan değildir".
"21 Günde NLP" adlı kitaptan konu ile ilgili bir bölümü burada aynen aktarıyorum:
" Kişisel haritanız hayatınız boyunca elektro-kimyasal olarak biçimlendirilmiş olan beyin sinir ağını da içerir. Bu sebeple her insanın haritası farklıdır. Kendinize özel olan kişisel tarihiniz an bean karşılaştığınız binlerce duyumsal deneyim üzerinde bir filtre gibi hareket eder. Ve bütün bunlar otomatik olarak veya bilinçsizce gerçekleşir. Bir süre sonra zihinsel filtrelerinize bir şeyler ekleyebilir veya değiştirebilirsiniz. Yani zihninizi gerçekten değiştirebilirsiniz. NLP size bu değişiklikleri bilinçli olarak, istediğiniz sonucu elde etmek için yapma şansı verir.
Peki "vatan"? Çünkü hepimiz dünyayı kendi algı filtrelerimizden görürüz; hiçbirimiz etrafımızdaki şeyleri gerçekte oldukları gibi görmeyiz. Bunun için "Harita (bizim subjektif, sınırlı algımız) vatan (gerçeklik) değildir". Bazı insanlar bu fikri oldukça şaşırtıcı bulabilir. Diğer insanların deneyimini keşfettiğinizde ve dünyayı farklı yorumladığınızda bu görüş öğrenme sürecinizi zenginleştirecektir. Bu bilinç düzeyinde aksiyona geçmek bir insanın tüm hayatını zenginleştirecektir. "
Olumsuz düşünceler kötü sonuçları doğurması, olumlu düşüncelerin iyi sonuçlara neden olması karma yasasının bir sonucudur. Yanılgı da (maya veya avidya) nedenseliğin (karma) sonucu olduğuna göre; Olumsuz düşünmek kendimizi olumsuz yönde kandırmaktır. Aynı şekilde olumlu düşünmek de , olayların iyi olduğuna veya olacağına dair kendimizi kandırmaktır aslında. Hedeflere ulaşabilmemiz için yararlı olsalar da kendimizi olumlu düşüncelere yönlendirmemiz bizi yanılgının dışına çıkaramamaktadır. Bu noktada Budizm bir adım daha ileriye gitmekte ve kötü karmadan bağımsızlaşmak kadar iyi karmadan bağımsızlaşmayı da gerekli görmektedir. Ancak bu şekilde çevremizi gerçek böyle selliği ile algılayabileceğimizi savunmaktadır. Nesnelerin, bizim öznel koşullandırılmış düşüncelerimizle çarpıtılmamış şekline tathata denmektedir. Yani nesnenin gerçek, objektif ve kişiden kişiye değişmeyen öz doğası. Bilindiği gibi bazı meditasyon tekniklerinde, uzun bir süre boyunca birtakım nesnelere bakılır veya çeşitli seslere konsantre olunur. Bu algıların bizde oluşturdukları düşünceler gözlemlenir, bu düşüncelerin kaynakları ve nedenleri anlaşılır. Sonuçta düşüncenin var olmadığı bir zihinsel boşluk durumunda dış dünya, filtrelerden geçmeksizin gerçek böylesilikleri ile algılanır.
Koşullandırılmış düşüncelerin var olmadığı bu boşluk durumunda yanılgı da yok olur. Yanılgı, nedensellik zincirinin en zayıf halkasıdır. Kişinin yanılgıdan kurtulması demek; hem iyi hem de kötü karmanın bağlarının yok edilmesi, zincirin kopartılması, özgürlüğün kazanılması demek olur, ki bu da "Nirvana"dır.
Şakya Kralı Suddhodana'nın oğlu olarak dünyaya gelen Gautama, saraylarda lüks ve sefa içerisinde büyütülür. Kral, henüz oğlu yeni doğmuşken falcılara danışır. Falcılar da, oğlunun büyüyünce ya çok büyük bir hükümdar, ya da çok büyük bir din adamı olacağını söylerler. Oğlunun kendisi gibi bir kral olmasını isteyen Suddhodana da, onu dine yöneltebilecek her şeyden uzak tutmaya çalışır. Hükümdar, onun hayatın acı yönlerini görmesini engellemeye ve zevk içinde yaşatmaya çabalar. Gautama hayattan bekleyebileceği her şeye sahiptir. Hazineler, en iyi eğitim, cariyeler, her türlü eğlence ... 16 yaşındayken evlenen Gautama, 29 yaşına gelene dek bu zevk ve sefa içerisinde, saraylar dışındaki hayattan habersiz olarak yaşar. Bir gün, hizmetçisi ile birlikte bir saraydan diğerine giderken karşısına çok yaşlı, iki büklüm olmuş bir ihtiyar çıkar. Bir süre sonra hastalıktan eriyip tükenmiş bir adama rastlar. Daha sonrada bir cenazeye şahit olur. Ve son olarak da gezgin bir derviş görür. Gautama, bu yolculukta hayatın zevk ve eğlenceden ibaret olmadığını anlar. Artık hayatın üç acı yanını tanımıştır; yaşlılık, hastalık ve ölüm. Bir de tüm bunlardan uzakta gibi görünen ermiş... Gördükleri üzerine uzun süre düşünen ve çok derinden etkilenen Gautama sahte bir dünyada yaşadığını anlar. Gördüğü derviş gibi evini barkını bırakıp acılardan kurtuluşu ve bu yaşamın gerçeğini aramaya karar verir. Yeni doğmuş çocuğunu, karısını ve tüm zenginlik ve eğlenceyi geride bırakarak bir gece gizlice saraydan ayrılır.
İlk olarak Alara Kalama adında bir dervişe öğrenci olur. Meditasyonu ve Atman öğretisini ondan öğrenir. Fakat bir süre sonra bu kişiden öğrenecek daha fazla şeyi kalmadığına kanaat getirerek Uddaka adında başka birisinin öğrencisi olur. Buradan da öğrenecek bir şeyi kalmayınca buradan ayrılır. Daha sonraları tanıştığı beş çileci ile beraber, uzun müddet çileci bir yaşam yaşar. Çilecilikte ölümün eşiğine gelene dek kendisini zorlar. Buna rağmen aradığı gerçeği bulmaktan çok uzak olduğunu görünce hayal kırıklığına uğrar ve çileciliği bırakır. Ona göre , ne aşırı haz düşkünlüğü, ne de aşırı çilecilik gerçeğe eriştiremezdi. Ara bir yol olmalıydı. Çileci arkadaşlarını da terk eder. Bir gün, bir incir ağacının altına oturarak meditasyona başlar. Tam ve aşılmaz aydınlanmayı gerçekleştirmeden buradan kalkmamaya yemin eder. Çok sıkı bir mücadelenin ardından aydınlanmaya ulaşır ve Buda ( aydınlanmış kişi) olur. Bundan sonra öğretisini insanlara anlatmak ve kurtuluş yolunu göstermek üzere vaazlar vermeye başlar. Kendisine mürit olan kişilerce bir dervişlik örgütü kurulur ve böylelikle Budizm doğmuş olur.
Gerçekte efsaneleştirilmiş bir kişi olan Buda'nın hayat hikayesi, burada elenen abartmalar ve doğa üstü niteliklerle doludur. Örneğin; "Buda gerçekte babasız olarak dünyaya gelir. Hemen konuşmaya ve yürümeye başlar ve o gün tüm sakatlar, körler, sağırlar vs. iyileşir. ( Daha eski Hint mitolojisine göre insan olarak dünyaya gelen iki Tanrı Krişna ve Rama, babasız olarak doğmuşlardır. Buda'nın doğum hikayesinin kökeninin bunlara dayandığı açık. Aynı zamanda İsa'nın hikayesi de Hint kökenli olabilir. ) Buda her alanda sıra dışı yetenekli biridir. Savaş sanatlarında yenilmezdir, çok güzel bir yüzü vardır vs." Bu gibi abartmalar, bazı doğu bilimcilere Buda diye birisinin yaşamamış olabileceğini düşündürmüştür. Doğa üstü anlatımların nedeni ise muhtemelen, bu öğretiyi yaymaya çalışan budistlerin, Siddharta Gautama Buda'yı diğer ermişlerden üstün gösterme çabaları ve birtakım Budist ve Hindu tarikatların Buda'yı, insan bedeninde doğmuş bir Tanrı olarak kabul etmeleri olsa gerek.
1. Yüce Gerçek
YAŞAMIN ÜÇ ÖZELLİĞİ:
1- DUKKHA: Yaşamda ıstırap, üzüntü, tasa, keder, kötülük, bedensel ve ruhsal sağlıksızlık, uyumsuzluk, tedirginlik, doyumsuzluk vb. vardır.
2- ANİKKA: Bir araya gelmiş, birleşmiş, buluşmuş her şey, bir zaman sonra kaçınılmaz olarak ayrılacaktır.
3- ANATMAN:Hiçbir şeyin, öteki şeylerden ayrı bir kendiliği yoktur. İnsan açısından bakıldığında; "kişisel bir ruhun" varolmayışı anlamına gelir.
DUKKHA :
"Kardeşlerim! Yaşamdaki en temel gerçek ıstıraptır. Doğum ıstırapla olur; yaşlanma ıstıraptır; hastalık; ölüm ıstıraptır. İstemediğiniz, tiksindiğiniz şeylerden kurtulamamak, sevdiğiniz, istediğiniz şeylere sahip olamamak ya da onları yitirmek ıstıraptır." BUDA
İnsanların genel düşüncesi şudur: "Hayatta ıstırap, acı ve keder olduğu kadar haz ve mutluluk da vardır ve bunlar birbirini dengeler. Haz, başarı ve mutluluk peşinde koşarak hayattan zevk alınabilir ve acıdan uzak kalınabilir." Bu bakış açısı kısmen doğru olsa da gözden kaçırılan birtakım noktalar vardır:
- Elde etmeyi istediğimiz hazların, zevklerin peşinde koşarken çoğu zaman acı çekeriz, stres ve baskı altında yaşarız.
- İsteğimize asla kavuşamadan mutsuzluk içinde yaşayabiliriz.
- İstediğimizi elde etsek bile, umduğumuzu bulamayabilir, gerçekten istediğimizin bu olmadığını düşünerek hayal kırıklığına uğrayabiliriz.
- İsteğimiz gerçekleştiğinde bu kez başka bir isteğe yöneliriz ve yine baskı altına gireriz. Çünkü hiçbir zaman isteklerimizin sonu gelmez.
- Elde edilen haz ve zevk gerçekten aradığımız şey dahi olsa, bu kez de onu kaybetme korkusu içinde yaşamak zorundayızdır.
- Elde edilen haz ve zevk bir gün mutlaka değişime uğrayacak veya tamamen elimizden gidecektir (anikka). Bu durum kaçınılmazdır.
İsteklerinizi gerçekleştirmek için sıkıntı çekmediğinizi içtenlikle söyleyebilir misiniz. Eğer söyleyebiliyorsanız ne mutlu size. Fakat genellikle insanlar bir şeyi elde edebilmek için başka şeyleri feda etmek zorundadırlar. Bazen feda edilen şey ise mutluluk olabiliyor. Bu durum en ufak tefek, önemsiz isteklerinizden, en büyük hayallerinize dek geçerlidir. Buda'nın yukarıdaki sözleri, kuşkusuz kimsenin bilmediği bir şeyi söylemiyor. Fakat kimsenin dikkat etmediği bir noktaya işaret ediyor. Çektiğimiz ıstırapların asıl nedeni; bitmek tükenmek bilmeyen isteklerimizin peşinden koşmaktır. Yani bizzat mutlu olma isteği bizi mutsuz etmektedir.
ANiKKA :
"Sevdiğimiz, yanımızdan ayırmak istemediğimiz hiçbir şey yok ki, bir gün gelip ya onlar bizden, ya biz onlardan ayrılmayalım." BUDA
Evrendeki her şey değişime bağımlıdır. Nesneler, olaylar ve insanlar zamanla değişir. Bir araya gelmiş her şey, zamanı geldiğinde ayrılmaya mahkûmdur. Fakat biz, elde ettiğimiz şeylerin hiç değişmeden istediğimiz gibi kalmasını, sonsuza dek onlarla olmayı isteriz. Oysaki peşinde koştuklarımız bile, biz onlara henüz sahip olmadan değişirler ve elimize geçen, asıl istediğimizden farklı bir şey olup çıkar. Değişim doğanın en temel kanunlarından biridir ve insan bunu kabullenemediği sürece acı ve sıkıntı çekmeye mahkûmdur.
Bir gün Buda'nın ölüme çare bulduğunu duyan bir kadın, kucağında ölü yavrusuyla Buda'ya gelir ve ona can vermesini ister. Bunun üzerine Buda, bu kadının isteğini yerine getirebilmek için hiç ölüm acısı görmemiş bir aileden alınacak üç adet hardal tohumuna ihtiyacı olduğunu söyler. Kadıncağız bütün şehri dolaşmış durmuş fakat ölüm acısı tatmayan bir ev bulamadan geri dönmek zorunda kalmış. Bunun üzerine Buda demiş ki:
"Bacım! Kimsenin bulamadığını aratmakla acı bir ilaç verdim sana. Dün sevgili yavrun kucağında, ölüm uykusundayken, sen dayanılmaz bir acı içindeydin. Bugün öğrendin, tatmayan yok bu acıyı dünyada. Herkesle paylaşınca katlanması kolaylaşır acıya."
Değişimi veya ayrılmayı önleyemeyeceğimize göre ( ki aslında buna gerek de yoktur ) yapabileceğimiz tek şey bunu kabullenmektir. Unutulmamalıdır ki insanlar, olayları kabullenemediklerinde acı çekerler. Kabullenmeyi, olaylara boyun eğmek manasında pasif bir davranış olarak algılamak hatalıdır. Söz konusu olan aktif bir kabullenme durumudur.Hayata karşı koymamak, onunla uyumlu bir şekilde yaşayarak, onu yönlendirmektir. Tıpkı bir Judocunun rakibini yenebilmek için ona direnmemesi gibi, hayata direnmemektir.
ANATMAN
Buda'dan çok daha eski zamanlarda, eski Hindu ermişlerin yazmış oldukları Upanişatlar adı verilen yazılar vardır. Buda'nın öğrettikleri de aslen bu yazılarda hemen hemen aynen mevcuttur. Aradaki temel fark ise Anatman öğretisi gibi görünmektedir. Upanişatlar, evrenin özünü oluşturan ve onun var olmasını sağlayan öze Brahman adını verirler. Her varlığın içinde bu yüce özden mevcuttur. Brahman'ın insan içindeki şekline ise atman denir. Buna göre, gerçekte tüm evren Brahman'dır ve her şey onun bir parçasıdır, görünümüdür. Burada açık bir panteizm vardır. Meditasyon uygulaması ile atman ve Brahman arasındaki bütünlüğün farkına varılmaya çalışılır. Tasavvufi terimlerle açıklamaya çalışırsak; tüm yaratılmışlar Allah'ın birer parçasıdır ve ondan ayrı bir varlıkları yoktur. İnsan ruhu da bunun dışında değildir ( Allah'ın sıfatlarından biri olan Rahman'ın, Brahman kelimesiyle ilginç bir benzerliği var). Nitekim tasavvufta " Ene-l Hak" yani "Ben Allah'ım" diyen ermişler çıkmıştır.
Buda, atman anlayışının, aydınlanmaya erişmek açısından bazı zorluklara neden olduğunu düşünmüş ve karşı çıkmıştır. Çünkü insanın bir atmana (ruha) sahip olduğunu düşünmesi, kendini diğer şeylerden ayrı olarak görmesi ve bütünlüğü anlamasının zorlaşması demek olduğuna inanmıştır. Bu öğreti anatman ( atman yok ) olarak adlandırılmıştır.
Burada akıldan çıkarılmaması gereken çok önemli bir nokta var. Aslen her iki yaklaşım da aynı yere çıkmakta; birlik ve bütünlüğün varlığı. Aradaki fark bakış açısındadır. Yani atman inancı da, anatman öğretisi de farklı açılardan aynı noktaya bakmaktadırlar.
Buda'nın görüşü şu şekilde özetlenebilir:
Evrende varolan hiçbir şeyin, diğer varlıklardan ayrı bir kendiliği yoktur. Yani her şey, derin bir biçimde birbirine bağımlıdır ve insan mantığı onları birbirine göreceli olarak anlayabilir. Diğer bir değişle evren bir bütündür, fakat düşünce onu ancak parçalara bölerek, her şeyi birbirinden ayırarak aklına sığdırabilir. Bu durum insanın, evreni gerçekte olduğundan farklı şekilde yorumladığı anlamına gelir. Burada bir yanılgı söz konusudur. Çevresini, ancak nesneleri bütünden kopartarak anlayabilen insan mantığı, aynı davranışı kendisini anlayabilmek için de yapar. Yani kendisini, çevresinden soyutlayarak, yine kendi zihninde oluşturduğu birtakım yapay kavramlarla kendini tanımlamaya çalışır. Çevresini "BEN ve evrenin geri kalanı" şeklinde yorumlar. Böylelikle evrenle arasındaki bütünlüğün farkına varmadan, birtakım yanıltıcı düşünce alışkanlıkları ile yaşayıp gider. Dahası bu yanıltıcı benliğe öylesine bağlanır ki ölümle birlikte yok olma düşüncesi onu korkutur ve kendisini rahatlatmak için, ruhunun sonsuza dek var olmaya devam edeceğini hayal eder. Yanılgının farkına varmaksa ancak, yapay kavramlarla gerçeği gölgeleyen zihnin, söz konusu bu alışkanlıklardan arındırılmasıyla gerçekleşebilir. Arınma da meditasyonla olur.
Ben yanılgısı, insanın çektiği sıkıntıların temelindeki yanılgıdır. Çünkü isteyen her zaman "ben"dir. Kim mutlu olmak istiyor? Kim başarı istiyor? Kim nirvanaya erişmek istiyor? Bu soruların yanıtı her zaman "ben" olacaktır. Ben istiyorum. Dolayısıyla isteklerden arınma "ben" yanılgısından arınmayı gerektirir. "Ben"in varolmadığını anlamak her ne kadar bir deneyim meselesi olsa da Buda'dan sonra gelen Budist dervişler, bu öğretiyi mantıksal açıdan da ispatlamaya çalışmışlardır. Buna göre insanı bir bütün olarak oluşturan beş özellik vardır:
1- Rupa: beden
2- Vedana: duygularımız, coşkularımız
3- Sanna: duyu organlarımızdan gelen algılar
4- Sankhara: önceki düşüncelerimiz, kararlarımız, eylemlerimizle biçim almış eğilimlerimiz,
karakter özelliklerimiz
5- Vicnana: bilincimiz
Bunların haricinde insanı oluşturan bir özellik var mı? Bunu anlayabilmek için şöyle bir düşünce deneyi yapalım: Öyle bir robot üretilmiş olsun ki, yukarıdaki beş özellik de bu robotta bulunsun. Bir bedeni (yapay kollar, bacaklar) ve duyuları (algılayıcıları) olsun. Aynı zamanda robotun duyguları ve bilinci olsun. Zamanla çeşitli yaşantılardan geçtikçe robotumuzun karakteri de oluşacaktır Bu durumdaki robotumuz artık kendisi hakkında "ben" diye düşünmeye başlar. Yani; "Ben bir robotum. Bunlar duygularım, düşüncelerim, bu benim karakterim, benim kolum, bacağım, benim ruhum vs." şeklinde düşünür. "Düşünüyorum öyleyse varım" der. İşlemcisinde "benim ruhum" diyeceği bir kavram oluşturacaktır. Oysaki biz robotumuza özellikle ayrı bir ruh vermemiştik, veremezdik de. Buna rağmen başka bir özellik eklemeye gerek kalmadan robotumuz tıpkı bir insan gibi oldu ( "Yapay Zeka" filmini hatırlayın). Demek ki insanın bu beş özellikten başka bir özelliği yoktur. Dolayısıyla bu beş özelliğe sahip bir canlıya, bedeni de bizimki gibi ise rahatlıkla insan deriz. Öyleyse bizim de kendimizi özdeşleştirdiğimiz ruh, "ben" dediğimiz şey bu beş özelliğin içerisinde bir yerlerde olmalı. Devam etmeden önce bunu iyice bir düşünün:
1- Ben, bu gövde olamam. Çünkü kolumu, bacağımı yitirsem bile ben eksilmem. Saçımı, tırnağımı kesiyorum ama ben hiç eksilmiyorum. Eksilen ise "bana ait" olan başka bir şey.
2- Ben, duygularım, coşkularım da olamam çünkü bunlar gelip geçici şeylerdir. Oysaki ben sürekliyim. Bir sevinir, bir üzülürüm. Fakat ben sevinç değilim. Üzüntü de değilim. Nefret de değilim. Duygular bana ait değişken içsel durumlardır sadece. Kökenleri de vücuttaki çeşitli salgılardır. Yapay ilaçlarla, uyuşturucu ve içki ile duygularda değişlimler meydana geliyor. Açıkça görülüyor ki duygular metafizik bir ruhtan değil, maddesel birtakım moleküllerin etkileşiminden doğmakta. Ben bir duygu da değilim.
3- Ben, duyu organlarımdan gelen algılar da olamam. Gördüğüm duyduğum şeyler de gelip geçicidir. Ben sürekliyim. Gördüğüm şey değiştiğinde ben değişmem. Olsa olsa duygularım, düşüncelerim değişir. Bunlarsa bana ait olan şeyler. Yani ben başka bir şeyim.
4- Ben, önceki düşüncelerim, kararlarım, eylemlerimle biçim almış eğilimlerim, karakterim de olamam. Çünkü bunlar da gelip geçici ve yaşadığım olaylara bağımlı şeylerdir. Aslında kendimi, farkında olmadan bunlarla özdeşleştirme eğilimindeyim. Hatalı bir ifade kullanarak "Ben değiştim" derim. Bu ifade tarzı beni yanıltmaktadır. Çünkü gerçekte kastettiğim "Benim karakterim, düşüncelerim değişti" dir. Karakter bana ait bir özelliktir. Ben değildir. Gurur değilim. İyimserlik değilim. Zeka değilim. Bunlar ancak bana ait nitelikler olabilir, ben onlar olamam.
5- Ben, bilincim de olamam. Bilincimi yitirdiğimde ben yok olmam. Bilinç, çevremin ve kendimin farkında olmamı sağlar. O, benim kullandığım bir araçtır, ben değil.
(Eğer bir ruhun varolmayışını içinize sindiremiyorsanız altıncı özellik olarak bunu da eklemenin hiçbir sakıncası yok. Sonuçta o da bize ait olan bir şey olarak düşünülmekte. Tek başına "Ben buyum" diyebileceğimiz bir varlık değil. Çünkü ondan bahsederken "ben" değil, "benim ruhum" diyoruz. Dolayısıyla kişi rahatlıkla "ben sadece ruh değilim" diyebilir. Fakat genellikle Budacılıkta ruh düşüncesi, bizim yaşama doyumsuzluğumuzun sonucunda ortaya çıkmış bir hayal olarak görülür.)
"Ben" adını verebileceğim geriye hiçbir özellik kalmadığına göre acaba tüm bu özelliklerin bir araya gelmiş halimiyim ben. İçerisinde benim olmadığım özelliklerin bir araya gelmiş olması beni nasıl meydana getirebilir ki? Beni içermeyen özelliklerin bir araya gelişi beni içeremez. Geri kalan tek olasılık haricinde... Ben, bu beş özelliğin bir araya gelmiş şekline verdiğim isimim. Yani ben, bir düşünceyi belirten bir kelimedir. Kendimi çevremden ayırabilmek için kullandığım bir kavramdır. Zihnin oluşturduğu geri kalan tüm ayrımlar, kelimeler ve kavramlar gibi bir yanılgıdır.
Fakat insanın "Benin, ben diye düşünmek" olduğunu anlaması ona bir şey kazandırmaz. Çünkü bu kez de "Ben diye bir şey yok" gibi düşüncelere dalarak yine yanılgıya düşer. Yapay kavramlarla gölgelenmiş zihnin arınması gerçekleşmedikçe yanılgı, bağımlılık ve acıdan kurtulmak ve uyanmak mümkün değildir. Yani bu tamamen bir deneyim meselesidir. Tutkularla, isteklerle bağlanmış, gerçek olmayan hayallerle ve izlenimlerle yanıltılmış zihnin özgürleşmesi ve evrendeki birliğin ve tekliğin farkına varılması.İşte Budizm'in nihai hedefi budur.
2. Yüce Gerçek
KARMA : Nedensellik Yasası
Şu anda ne olduğumuzu belirleyen dünkü düşüncelerimizdir.
Bugün zihnimizden geçen düşünceler ise yarınki yaşamımı belirli yor.
Yaşamımız kesinlikle zihnimizin yaratısıdır.
( Dhammapada: çok eski bir Budist kitap )
Evrende gerçekleşen her bir olayın öncesinde, buna neden olan başka olaylar vardır. Şu anda gerçekleşen olayların da geçmişte birtakım nedenleri vardı ve gelecekte de bazı sonuçları olacaktır. Bu sonuçlar başka olayları tetikleyecektir ve bu böyle sürüp gidecektir. Yani her şeyin bir nedeni vardır. Doğacak sonuçlar da başka şeylerin nedenleri olacaklardır. Bu döngüye karma denir. Bir başlangıcı ve sonu yoktur. Öncesizden sonsuza gider.
İnsanın karakterini ve başına gelecek olayları da belirleyen şey karmadır. Kişinin düşünceleri, davranışlara neden olur. Bu davranışlar olayları tetikler. Olayların etkileri de yine kişiye çeşitli şekillerde geri dönecektir (atalarımızın dediği gibi; "Ne ekersen onu biçersin"). Bu etkilerin sonucunda kişi yeni düşüncelere yönelecektir. Ve bu böyle sürüp gider.
Karma yasası, Hinduizmde birtakım inançlarla karışık durumdadır. Özellikle de reenkarnasyon inancı ile birleşmiştir. Buna göre; insanın iyi şeyler yapması başına iyi şeyler gelmesine neden olur. Kötü olayların nedeni ise daha önceden yapılmış kötü davranışların, işlenmiş günahların geri dönüşüdür ( atalarımızın dediği gibi; "Eden bulur!"). Ölüm, bu nedenleri sonuçlardan kopartamaz. İnsan tekrar dünyaya gelerek geçmiş hayatında yapmış olduğu davranışların sonuçlarını yaşar. İyi şeyler yapmışsa iyi şartlarda doğar. Kötü şeyler yapmış ise kötü şartlarda yaşar. Bu döngü "samsara" , yani doğum-ölüm döngüsü olarak adlandırılır.
Buda'nın karma ve samsara konusundaki anlayışı, kendi zamanının kalıplaşmış, geleneksel inanışlarından farklıydı. Düşüncelerini insanlara anlatabilmek için yeni kavramlara ihtiyacı vardı. Fakat böyle bir şeyin, çevresindeki insanların kendisini anlamalarını güçleştireceğini düşündüğü için eski kavramları anlam kaydırmaları ile kullanmayı tercih etmiştir. Yani Budizm'de, özellikle de Zen Budizm'de karma, samsara vb. kavramlardan bahsedildiğinde bildiğimiz anlamda reenkarnasyon anlaşılmamalıdır.
Budizm'deki reenkarnasyon anlayışında, elbise değiştirir gibi vücut değiştiren bir ruha yer yoktur. Yeniden doğmuş olan aslında, geçmiş hayatta yapılmış eylemlerin sonucu olarak dünyaya gelmiştir ve nedenlerin sonuçlarından etkilenmeye de devam edecektir. Tıpkı iki bilardo topunun hareketi gibi. Toplardan biri başka bir topa çarpar ve durur. Fakat bu kez ikinci top hareketi devam ettirir. Toplar değişmiştir. Fakat devinim devam eder. Burada birtakım sorular akla gelebilir. Geçmiş hayatta eylemlerde bulunarak bazı olaylara neden olan kişi kimdir? Yeni hayatta sonuçları yaşayan kimdir? Reenkarnasyonla yine aynı kişi mi doğar yoksa bunlar ayrı kişiler mi? ... Bu soruların kökeninde bir yanılgı yatmaktadır. Dolayısıyla soruların cevapları ne olursa olsun yanıltıcı olacaktır. Tıpkı " Bu evreni kim yarattı, kim yaptı?" şeklindeki soru gibi. "Kim yaptı?" sorusunda cevap aslında yarı yarıya verilmiştir. İlk önce, olan olayı bir kimsenin yaptığı kabul edilmiş ardından da kim olduğu sorulmuştur. Oysaki olayın nedeni başka bir olay da olabilir. Bu yüzden ilk önce "Bu neden oldu, nasıl odu?" sorusu sorulmalı. Ancak bundan sonra olayın nedeninin bir insan olduğu anlaşılırsa kim olduğu sorulabilir? Fakat Budizm'de kişilik düşüncesi bir yanılsama, aldanma olarak görülür ( bkz: anatman). Dolayısıyla kişilik, benlik, konusunda söylenen her kelime de yanıltıcıdır. Budist yaklaşımı anlayabilmek için "Kim?" sorusu değil, daha çok "Ne?" veya "Neden?" sorusu sorulmalıdır.
Karma yasası, kişilik,özgür irade ve karar verme yöntemlerimiz konusunda çok ciddi birtakım anlamlar içerir. Verdiğimiz kararlarda her zaman özgür olduğumuzu zannederiz. Oysaki kararlarımız eski yaşantılarımızdan ciddi şekilde etkilenir, yani tecrübelerimize göre şekillenirler. Tecrübe sonucu verilen kararlar ise özgür değildirler, geçmişte başımıza gelen olayların sonuçlarına bağlıdırlar. Bir olayın nedeni bizim ondan önceki kararımız, olayın sonucu da bizim başka bir kararımız olmakta. Biz özgürce karar verdiğimizi zannederken, bir döngüye kapılıp gitmişizdir ve aslında hangi kararı vereceğimiz önceden bellidir. Biz bile, uzun yıllar tanıdığınız birisinin belirli bir durumda nasıl davranacağını az çok tahmin edebiliriz. Tecrübe sonucu verilen kararlar elbette ki yararlıdır, fakat bazen şartlar değişir, yeni fikirler ve yeni davranışlar gerektirir. Bu tür durumlarda, koşullandırılmamış, işe yeni başlayan bir kişinin zihni gereklidir. Acemi şansı denilen olgu koşullandırılmamış zihin ile yakından ilişkilidir. Aslında buna acemi zihni demek daha doğru olurdu. Ayrıca bazı zamanlar derin bilgi gerektiren bir sorunun çözümünde, bir aceminin basit bir fikri çok etkili olduğu görülür. Tecrübeli ve bilgili bir kişinin orijinal fikirler üretmesi ise birtakım zihinsel şartlar gerektirir.
Budizm bütün insanlara karşı, düşünceleri, davranışları, geçmişleri her ne olursa olsun, anlayış ve sevgi ile yaklaşmayı gerektirir. Çünkü insan, davranışlarında özgür değilse, hatalarından ve düşüncelerinden dolayı hor görülüp aşağılanamaz. Sonuçta azılı bir katil bile karmanın etkisi altındadır. Bu tip insanlar çoğu kez çocukluk döneminde, nefret ve şiddet içinde büyümüşlerdir. İşledikleri suçlar, onları toplumdan yalıtmayı ve cezalandırmayı gerektirebilir. Fakat buna rağmen bir Budist açısından hor görme ve nefret söz konusu olamaz. Çünkü hiç kimse, kendi seçimi olmayan şiddet dolu bir ortamda büyüdüğü için suçlanamaz.
Peki karma yasasının etkinliğini yitirdiği bir durum var mıdır? Bilim adamlarına göre, fiziksel evrenimizde maddenin derinliklerine inildikçe, yani atom altı düzeylerde (kuantum kuramı) nedensellik yasası geçerliliğini kaybetmekte. Buna benzer olarak da insan maneviyatının derinlerine inildikçe, karmanın zorladığı sonuçlardan bağımsızlaşma, özgürleşme meydana gelmekte. Yani karma, insan üzerindeki etkisini kaybetmektedir.
Peki biz günlük yaşamımızda nasıl özgür bir şekilde kararlarımızı verebilir ve özgürce hareket edebiliriz? Budistlerin değişi ile "bizi, belirli kararları vermeye mahkûm eden karmanın zincirini nasıl kopartabiliriz"? Bunun için öncelikle zihnimizin ve dolayısıyla kararlarımızın nasıl kontrolümüzün dışına çıktığını anlamamız gerekir. Bunu anlamanın da en basit yolu meditasyondur. Oturup konsantre olmuş bir şekilde nefesinizi saymayı deneyin. Muhtemelen daha ilk saniyelerde zihninizde çeşitli düşünceler, hayaller belirmeye başlar ve bunlara kendinizi kaptırdığınızda saymayı unutuverirsiniz. Düşüncelerinizin ne kadar başına buyruk ve denetimsiz olduklarını böylelikle bizzat görürsünüz.
Nedensellik Çemberi:
Buda, özgürlüğümüzü ortadan kaldıran nedenleri ve sonuçları on iki olguyla açıklamıştır. Bunların her birine nidana denir. Mahkum edici özelliklerinden dolayı on iki halkalı bir zincir ile veya döngüselliklerinden dolayı on iki çubuklu tekerlekle sembolize edilirler. Her bir olgu, diğerlerinin sonucu ve nedenidir. Belli bir düzende verilmesine karşın bu sıralama değişmez değildir.
1- Avidya: Yanılgı içerisindeki insan, bunun sonucu olarak yanlış düşüncelere sahip olur.
2- Sankhara: Bu yanlış düşünceler, birtakım güdülenmelere, şartlanmalara, karakter özelliklerinin gelişmesine neden olur.
3- Vicnana: Hatalı şartlandırmalar sonucunda bilinç oluşur. Yani kişi "ben" bilincine sahip olur.
4- Nama-Rupa: Bu bilinç durumundan dolayı özne-nesne, ad-beden ikililiği ortaya çıkar. Düşünce, her şeyi birbirinden ayırmaya başlar ve kelimelerin, gerçek nesneler olmadığını unutur.
5- Shadayatana: Nesneleri birbirinden ayrı algılayabilmek için duyularımız koşullandırılır.
6- Sparsa: Koşullandırılmış duyularımız nesneleri algılar. Fakat zihin, düşünceler yardımıyla, olayları ve nesneleri mantıki bir şekilde algılayabilmek için duyulardan gelen verileri süzgeçten geçirmeye başlar.
7- Vedana: Bu algıların hoşa gidip gitmemesine göre duygular, coşkular oluşur.
8- Trishna: Bu duygular, isteklere ve tutkulara dönüşür.
9- Upadana: İstekler ise bağımlılığa neden olur. İnsan, tutkularının tutsağı haline gelir.
10- Bhava: Tutsaklık, oluşumu doğurur. Yani olayların gelişimini, isteklerimiz doğrultusunda zorlama olgusu ortaya çıkar.
11- Cati: Bu oluşum doğuşa, yani yeni durumların ortaya çıkışına neden olur.
12- Cara-Marana: Doğuş ise ihtiyarlık ve ölüme yol açar. Ortaya çıkan durumlar zamanla değişirler ve yok olurlar. Fakat insan, bitmiş olan hoş yaşantıları arzulamaya devam eder ve bunları elde ettiğinde mutlu alacağına inanır. Buradan yine yanılgı ortaya çıkar.
Maya:
Batı medeniyeti, düşünceyi ölçülebilir terimlere dönüştüren eski Yunan kültürünün patlamasıdır. Onlar açısından matematik, mantık, felsefe ölçünün sonuçlarıdırlar, yani düşüncedirler. Oysaki eski Doğu medeniyeti ölçümün bir yanılsama olduğunu, çünkü bir şeyi ölçtüğümüzde onu sınırladığımızı ve bütünden kopardığımızı söyler. Eğer siz bütün yapınızı, bütün var oluşunuzu, bütün ahlakınızı ölçmeye dayandırırsanız hiçbir zaman özgür olamazsınız. Bundan dolayı eski Hintliler ölçüye gelmeyen şeyin gerçek olduğunu, ölçülen şeyin ise gerçek olmadığını söylerler. Gerçek olmayan bu şeye "maya" denir. Yani maya ölçme ve sınıflandırma sonucu oluşan yanılgıdır.
Maya kelimesi Sanskritçe'de (eski Hindu'ca) ölçmek, kurmak, inşa etmek, bir plan yapmak anlamlarına gelen "matr" fiilinden gelir. Bildiğiniz gibi günümüzün Avrupa ve Hint dilleri aynı kökene dayanır, bu yüzden de Hint-Avrupa diller ailesi olarak adlandırılmışlardır. Bugün bizim de kullandığımız metre, matris, material, matter gibi İngilizce kelimeler de matr kökünden gelmektedir. Ölçü aletlerinin metre soneki ile bittiğine dikkat ettiniz mi; voltmetre, termometre, barometre vs.
Maya yanılgısı psikolojik açıdan ele alındığında, dünyayı yorumlayış şeklimizi çok derinden etkiler. Yukarıda da gördüğümüz gibi biz, algılarımızdan gelen verileri, önceden koşullandırılmış düşünsel filtrelerden geçirmekteyiz. Dolayısıyla düşüncelerimizde oluşturduğumuz dünya gerçek dünya değildir. Biz düşüncelerimizle, içerisinde yaşadığımız çevrenin sembolik bir haritasını çizeriz. Fakat "harita vatan değildir".
"21 Günde NLP" adlı kitaptan konu ile ilgili bir bölümü burada aynen aktarıyorum:
" Kişisel haritanız hayatınız boyunca elektro-kimyasal olarak biçimlendirilmiş olan beyin sinir ağını da içerir. Bu sebeple her insanın haritası farklıdır. Kendinize özel olan kişisel tarihiniz an bean karşılaştığınız binlerce duyumsal deneyim üzerinde bir filtre gibi hareket eder. Ve bütün bunlar otomatik olarak veya bilinçsizce gerçekleşir. Bir süre sonra zihinsel filtrelerinize bir şeyler ekleyebilir veya değiştirebilirsiniz. Yani zihninizi gerçekten değiştirebilirsiniz. NLP size bu değişiklikleri bilinçli olarak, istediğiniz sonucu elde etmek için yapma şansı verir.
Peki "vatan"? Çünkü hepimiz dünyayı kendi algı filtrelerimizden görürüz; hiçbirimiz etrafımızdaki şeyleri gerçekte oldukları gibi görmeyiz. Bunun için "Harita (bizim subjektif, sınırlı algımız) vatan (gerçeklik) değildir". Bazı insanlar bu fikri oldukça şaşırtıcı bulabilir. Diğer insanların deneyimini keşfettiğinizde ve dünyayı farklı yorumladığınızda bu görüş öğrenme sürecinizi zenginleştirecektir. Bu bilinç düzeyinde aksiyona geçmek bir insanın tüm hayatını zenginleştirecektir. "
Olumsuz düşünceler kötü sonuçları doğurması, olumlu düşüncelerin iyi sonuçlara neden olması karma yasasının bir sonucudur. Yanılgı da (maya veya avidya) nedenseliğin (karma) sonucu olduğuna göre; Olumsuz düşünmek kendimizi olumsuz yönde kandırmaktır. Aynı şekilde olumlu düşünmek de , olayların iyi olduğuna veya olacağına dair kendimizi kandırmaktır aslında. Hedeflere ulaşabilmemiz için yararlı olsalar da kendimizi olumlu düşüncelere yönlendirmemiz bizi yanılgının dışına çıkaramamaktadır. Bu noktada Budizm bir adım daha ileriye gitmekte ve kötü karmadan bağımsızlaşmak kadar iyi karmadan bağımsızlaşmayı da gerekli görmektedir. Ancak bu şekilde çevremizi gerçek böyle selliği ile algılayabileceğimizi savunmaktadır. Nesnelerin, bizim öznel koşullandırılmış düşüncelerimizle çarpıtılmamış şekline tathata denmektedir. Yani nesnenin gerçek, objektif ve kişiden kişiye değişmeyen öz doğası. Bilindiği gibi bazı meditasyon tekniklerinde, uzun bir süre boyunca birtakım nesnelere bakılır veya çeşitli seslere konsantre olunur. Bu algıların bizde oluşturdukları düşünceler gözlemlenir, bu düşüncelerin kaynakları ve nedenleri anlaşılır. Sonuçta düşüncenin var olmadığı bir zihinsel boşluk durumunda dış dünya, filtrelerden geçmeksizin gerçek böylesilikleri ile algılanır.
Koşullandırılmış düşüncelerin var olmadığı bu boşluk durumunda yanılgı da yok olur. Yanılgı, nedensellik zincirinin en zayıf halkasıdır. Kişinin yanılgıdan kurtulması demek; hem iyi hem de kötü karmanın bağlarının yok edilmesi, zincirin kopartılması, özgürlüğün kazanılması demek olur, ki bu da "Nirvana"dır.
Bugün 287 ziyaretçi (372 klik) kişi buradaydı.