Kader Risâlesinde, kader ile cüz’î irâdenin, bir kulun irâdî fiillerinde nasıl birleştikleri sorusuna yedi vecihle cevap verilir. Bu vecihlerden altıncısında, îtikâdî mezheplerin cüz’î irâdeye bakışı ele alınır. Buna göre, cüz’î irâdenin özü “meyelân”dan ibarettir. Yani cüz’î irâde, fiillerimiz öncesinde bilincimizde meydana gelen bir ön meyildir. Biz bir şeye meylederiz; bizim meylimizden, niyet ve yönelişimizden hemen sonra Cenâb-ı Hak yöneldiğimiz fiili yaratır. Ancak meyil ve yöneliş bize ait olduğundan sorumluluk bize aittir; Yaratıcı sorumlu değildir.
Bu konuda Ehl-i Sünnet akaidinde ihtilâf yoktur. Fakat Mâtüridî ve Eş’ârîler kulun yönelişinin özünde yatan “meyelân”ın, yani ön meylin statüsünü ve kime ait olduğunu tartışmışlardır. Mâtüridîlere göre meyelân îtibârî bir emirdir, yani farazî bir varsayımdan ibârettir; kula verilebilir. Fakat bu meyelân Eş’ârî’lere göre farazî değil, mevcuttur. Dolayısıyla kula ait değildir. Bu meyelânı yaratan Cenâb-ı Hak’tır. Eş’ârî mezhebine göre farazî olduğu için kula ait olan ise, bu meyelandaki “tasarruf”tur.
Bedîüzzaman Hazretleri burada her iki mezhebi birleştirir. O’na göre ister meyelan olsun, ister meyelandaki tasarruf olsun; her ikisi de nisbî bir emirdir, yani farazî bir semboldür, yani varsayılan bir hattır; hakîkî bir vücudu yoktur. Yani bu meyelan veya bu meyelandaki tasarruf bir varsayımdan ibârettir. Varsayım ise, tam bir illet istemez. Dolayısıyla küllî irâde, yani Cenâb-ı Hakk’ın irâdesi kulun ihtiyârını ve irâdesini ortadan kaldırmaz.
Öyleyse, o farazî emir nasıl bir hareket yapar ki, hemen arkasından dilediği şey İlâhî kudret tarafından yaratılır ve sorumluluk kula ait olur?
Saîd Nursî Hazretlerine göre, meyelan denilen bu farazî emir içimizde binlerce tercihler içinden bir tercih olarak doğsa ve diğer tercihlere nazaran üstünlük kazansa, onu fiiliyâta geçirebiliriz. O anda onu terk edebilir veya yapabiliriz.
Tercih bilâ müreccih, sebepsiz tercih demektir ki, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre câiz ve vâkidir; her zaman uygulaya geldiğimiz bir tercih biçimidir. Yani irâdemiz iki şey arasında tercih yaparken illâ da bir sebep aramaz. Her tercihini sebebe bağlı yapmaz. Sebepsiz tercihler de yapar.
Şüphesiz irâdemiz genelde bir sebebe dayalı tercih yapar; fakat bu zorunlu bir tercih şekli değildir. Yani irâdemiz “sebep ve üstünlük” olmasa da tercih yapabilme gücüne, yetkisine ve ehliyetine sahiptir. Ve irâdemiz her gün, her dakika, her saniye—biz farkında olmasak da—birden çok şıkları bulunan değişik alternatifler arasından defalarca sebepsiz tercihler yapmaktadır. Daha doğrusu irâdemizin işi budur; sebepli veya sebepsiz, tüm tercihleri düzenlemek ve yapmaktır.
Tereccüh bilâ müreccih ise, sebepsiz üstünlük demektir ki, Üstad Hazretlerine göre muhâl olan, imkânsız olan, hiç vâki olmayan, olması da imkân dışı olan şey budur. Burada “tercih” masdarı, tef’îl babından tefe’uul babına geçmiş ve mânâ değiştirmiştir. Yani “rüchâniyet ve üstünlük” mânâsını kazanmıştır. Rüchaniyetin ve üstünlüğün ise sebepsiz olması imkân dışıdır.
Demek, sebepsiz tercih olur, fakat sebepsiz üstünlük olmaz.
İşte tercih ettiğimiz şey kötü bir fiilse, yani meylettiğimiz ve yöneldiğimiz şey çirkin bir iş ise, Kur’ân o anda insana diyor ki: “Yapma! Şerdir! Haramdır!” Mu’tezile’nin dediği gibi eğer kul fiillerinin yaratıcısı olsaydı ve îcada iktidarı bulunsaydı, o vakit ihtiyârı ve irâdesi ortadan kalkardı. Çünkü bir şey vâcip olmazsa vücuda gelmez. Yani tam bir illet olmalı ki, bir şey vücuda gelebilsin. Tam illet ise, illet ile elde edilen şeyi zorunlu ve vâcip olarak gerektiriyor. Bu defa da beşerin ihtiyâr ve irâdesi kalmıyor. Oysa irâdemiz her saniye başı defalarca tercihler yapıyor ve hepsinde de bağımsız hareket ediyor. Öyleyse irâdemiz, yaptığı tercihlerden ve tasarrufta bulunduğu meyillerden sorumludur.
Burada Bedîüzzaman Hazretleri: “Madem katli yaratan Cenâb-ı Hak’tır; niçin bana kâtil denilir?” sorusunu sorar ve cevaplar: Sarf ilmi kâidesince ism-i fâil, nisbî bir emir olan masdardan doğmaktadır. Yani kâtil ismi, “katl” mastarından doğmaktadır. Halbuki katli yaratmak hâsıl-ı bilmasdardır, yani yaratma fiili görünüşte mastara terettüp etmektedir ve fakat masdardan kaynaklanmamaktadır. Yani katl ayrıdır, katli yaratmak ayrıdır. Öyleyse kâtil ayrıdır, Hâlık ayrıdır. Katlin, yani ölümün Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı bir mahlûk olması, kâtili sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü masdar, yani katl işi, yani öldürme fiili bizim kisbimizdir. Yani katli biz yaparız. Kâtil unvânını da biz alırız.
Bu durumda biz içimizdeki öldürme meylini iptal etmemekten, bunu yürürlüğe koymaktan ve bir ölüme neden olmaktan dolayı sorumluyuz. Bizim tetiği sıkmamıza bağlı olarak, Cenâb-ı Hakk’ın ölümü yaratmış olması bizi sorumluluktan kurtarmaz. Öldürme isteği ile harekete geçen ve öldürme fiilini işleyen bizden başkası değildir. O halde kâtil de bizden başkası değildir.1
2- Genelde kader, baht ve tâlih olarak kullanılan felek, kadere ve İlâhî programa bağlı gök yüzü, gök tabakaları ve göğün son katları mânâsında da kullanıla gelmiştir.
Gökyüzü burçlarının ve yıldızların insan karakterini şekillendirdiği ve insan yaşayışını yönlendirdiği inancı, esasen şirk unsurunun etkisiyle kader inancının saptırılmış bir görüntüsüdür. Bu mânâda felek, bazan doğrudan kader için, bazan da insanın davranışları üzerinde yoğun etkileri bulunan ve kaderin tercihini yansıttığına inanılan yıldızlar ve gök cisimleri için kullanılmıştır.
İslâm büyükleri feleğe mecâzî olarak kader mânâsı yüklemişler ve bu mânâdaki felek için naz makamında sözler sarf etmişlerdir. İslâm büyüklerinin nazları mecâzîdir, felekle ilgili sözleri de, itirazları da mecâzîdir.
DİPNOTLAR:
1- Bediüzzaman, Sözler, s. 431;
Kaynak-http://fikih.info
|