AHMET ÜNAL
alenidavet
ALENİ DAVET |
İslâmiyet'in İlk Açık Tebliği
Hazreti Peygamber (a.s.)'in, ilk aleni tebliği Beytullah'ta yaptığı anlaşılıyor. Gerçi tarihçiler ile siyer alimleri bu hususta kesin bir tesbitte bulunmamışlardır. Fakat, Kur'an-ı Kerim'de Alak sûresinin ilk beş ayetinden sonra 6'dan 19. ayetlerine kadar, birden bire anlatılan bir olay ve bazı hadis kitaplarında bu hususta yapılan açıklamalar konuyu iyice aydınlatmaktadır. Verilen bilgiye göre bir kişi, Allah'ın bir kulunu namaz kılmaktan alıkoymak istedi ve bu hususta çeşitli tehditler savurdu. Hadislere göre namaz kılan kişi, Rasûlullah (a.s.)'tı ve kendisine müdahalede bulunan kişi Ebû Cehil'di. Bu olayı inceleyecek olursak, Rasûl-i Ekrem İslâmiyet'in açık tebliğini, Beytullah'da namaz kılmak suretiyle başlattı. O zamana kadar müslümanlar gizli gizli namaz kılıyorlardı ve Beytullah'a (Harem'e) gelmeleri şöyle dursun, herhangi bir yerde bile alenen namaz kılmaya cesaret edemiyorlardı. Sadece bir defasında Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas ve bazı diğer müslümanlar Mekke'nin yakınlarındaki tenha tepelerden birinde namaz kılarken kâfirler tarafından görülmüş ve iş tartışma ve kavgaya kadar varmıştı. Bu olayı biz daha önce nakletmiştik. Fakat artık Cenab-ı Allah, İslâmiyet'in açıkça ilânını istiyordu ve ilâhi emre uyan Rasûlullah (a.s.) hiç çekinmeden ve korkmadan Harem'e gidip namazını kıldı; ki buna başka kimse kolay kolay cesaret edemezdi.
Hz. Peygamber (a.s.)'in bu jestiyle Kureyşliler ve diğer Araplar ilk defa, Hz. Muhammed (a.s.)'in dininin kendi dinlerinden farklı olduğunu anlamış oldular. Bu olay tabii ki, herkesin hayretini uyandırmıştı; ama Ebu Cehil'in cehaletini herkesten çok karşılaşmıştı. Dolayısıyla, kendisi Hz. Peygamber (a.s.)'e derhal müdahalede bulundu ve tehditler savurmaya başladı. Hz. Ebû Hureyre (r.a.)'nin rivâyetine göre Ebû Cehil, Kureyşlilere, "Muhammed (a.s.)'in yüzünü yere değdirdiğini gördünüz mü?" diye sordu. Orada hazır bulunanlar "evet" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Ebû Cehil şöyle dedi: "Lât ve Uzza ya yemin ederim, eğer Muhammed'in böyle namaz kıldığını görürsem boynuna ayağımı koyacağım ve yüzünü yere sürteceğim." Sonra Ebû Cehil Rasûlullah (a.s.)'ı namaz kılarken gördü ve boynuna ayağını koymak için ortaya atıldı. Fakat orada hazır bulunanlar Ebu Cehil'in birden bire geriye çekilerek yüzünü bir şeyden korumaya çalıştığını gördüler. Kendisine ne olduğu sorulduğu zaman dedi ki: "Benim ve O'nun (Muhammed, -a.s.-) arasında ateşle dolu bir hendek vardı, orada korkunç bir şey daha vardı ve bazı tüyler vardı." Rasûlullah (a.s.) buyurdular, "eğer Ebû Cehil bana daha fazla yaklaşsaydı melekler onu paramparça ederlerdi." (Ahmed, Müslim, Nesâî, İbn-i Cerir, İbn Ebi Hatim, İbn'ul-Münzir, İbn-i Merdûye, Ebû Naim, İsfahani ve Beyhakî)
İbn Abbas (r.a.)'ın rivâyeti ise şöyledir: Ebû Cehil dedi ki, "eğer Muhammed (a.s.)'i Kâ'be'nin etrafında namaz kılarken görürsem boynunu ayağımın altına alırım." Hz. Nebi-i Ekrem (a.s.)'e Ebu Cehil'in dedikleri iletilince buyurdular ki: "Eğer kendisi böyle yaparsa melekler gelip onu yakalayacaklardır." (Buhârî, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir Abdurrezzak Abd bin Hamid, İbn'ul-Münzir ve İbn Merdûye).
İbn Abbas (r.a.)'ın bir başka rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) Makam-ı İbrahim'de namaz kılıyordu. Ebu Cehil oradan geçerken, "Ey Muhammed (a.s.) ben sana bunu yapmayı yasaklamadım mı?" diye bir çıkışta bulundu ve bazı tehditler savurdu. Buna cevap olarak Rasûlullah (a.s.) kendisine sert çıkıştı ve sözlerini şiddetle reddetti. Ebu Cehil dedi ki, "ey Muhammed (a.s.), sen neye güvenerek bana kafa tutuyorsun. Allah için bu vadide en çok taraftar benimdir." (Ahmed, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, İbn'ul-Münzir, Taberânî, İbn Merdûye)
Bu hadiseden sonra da Kureyşliler gruplar halinde toplanarak Hz. Muhammed (a.s.)'in Harem'de namaz kılmasını önlemeye çalıştılar, fakat başaramadılar. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Allah’ın kulu O'na ibadet için kalktığı zaman nerdeyse cinler etrafında üst üste yığılıyorlardı." (Cin; 19)
Müfessirler burada da "Allah'ın kulu" tabirinden Hz. Peygamber (a.s.)'in kastedildiğinde ittifak etmişlerdir. Bu ayetten ayrıca, Ebu Cehil ve diğer kâfirlerin şiddetli muhalefet ve tehditlerine rağmen Rasûlullah (a.s.)'ın alenen namaz kılmayı bırakmadığı da anlaşılıyor.
Ailesinin En Yakın Fertlerini İslama Davet Etmesi.
Bundan sonra Rasûlullah (a.s.), Cenab-ı Allah'ın "önce en yakın akrabanı korkut." (Şuara; 214) emrine uyarak Beni Abdülmuttalip Beni Hâşim, Beni Muttalib ve Beni Abd-i Menaf tan en yakın akrabalarını evine davet etti ve kendilerine İslâm'ın emirlerini açıkladı. Belazuri ve İbn Esir'in ifadelerine göre bu davete 45 kişi katıldı. Fakat Rasûlullah (a.s.) meramını anlatmadan Ebû Leheb kendisini şöyle uyardı: "Bak ey Muhammed, senin amca ve amcazadelerin burada toplanmış bulunuyorlar. Bunlara ne söylemek istersen söyle, ama sakın dinlerinden dönmelerini isteme. Ailenin bütün Araplarla savaşacak güce sahip olmadığını bilmelisin. Senin elini tutma ve seni durdurma hakkına en çok aile efradı sahiptir. Sen yaptığın işe devam edersen, Kureyşliler diğer Arapların da yardımıyla sana çullanmadan önce ailenin seni durdurması daha kolaydır. Ben, senin kadar, kendi ailesi ve sülâlesi için âfet ve belâ getiren başka kimseyi görmedim." Böylece, İslâmi tebliğ için Rasûlullah (a.s.)'ın yakın akrabalarıyla yaptığı ilk toplantı başlan bozulmuş oldu. İkinci gün Rasûlullah (a.s.) akrabalarını tekrar eve çağırdı ve onları İslâm'a davet etti. Toplantıda Ebu Tâlib şöyle konuştu: "Ben şahsen Abdulmuttalib'in dinini terk etmek istemiyorum. Fakat sana ne emir buyrulmuşsa onu yerine getir. Bu hususta bütün desteğim ve himayem senden yanadır." Ebû Leheb; "vallahi, bu çok berbâd bir şeydir, başkaları ona dur demeden sen onun elini tutuver (durdur)" dedi. Fakat Ebû Tâlib diretti: "Hayır, biz yaşadığımız sürece onu (Muhammed -a.s.-'i) koruyacağız." Bu olay, Belazuri ve İbn Esir tarafından, tanınmış ve güvenilir bir râvi olan Hz. Ca'fer bin Abdullah bin Ebi'l-Hakem'e dayanılarak naklolunmuştur. (Bk. "Ensâb'ul-Eşrâf: Belazuri), c.I, s. 118-119, "Tarih'ul Kâmil, İbn Esir, eli, s. 40-41)
Muteber hadislerde, Hz. Muhammed (a.s.)'in bu toplantıda yaptığı konuşma kaydedilmiş ve kendisinin şöyle dediği naklolunmuştur: "ey Abdulmuttalib'in evlâtları, ey Abbas, ey Rasûlullah'ın teyzesi Safiye, ey Muhammed'in kızı Fatma, kendinizi Cehennem ateşinden kurtarın, zira ben sizi Allah'ın cezasından kurtarmaya kabil değilim. Fakat malım ve mülküm ne istiyorsanız sizindir." Görüldüğü gibi, bu konuşmasıyla Rasûlullah (a.s.) kendi akrabalarını sadece İslâmiyet'e davet etmiyordu, ayrıca Allah'ın dinini, her türlü akrabalık ilişkilerinden üstün, her türlü maddi ve şahsi çıkarlardan uzak ve her türlü dünyevi hesaplardan arınmış olduğunu da vurguluyordu. Bu dinde Hz. Peygamber (a.s.) dahil en yakın akrabaları için herhangi bir imtiyaz söz konusu değildi. İman etmeyenin akıbeti hakkında Hz. Peygamber (a.s.) bile teminat veremezdi. Herkes kendi iman ve ameline göre ölçülecek, Hz. Peygamber (a.s.) ile yakınlık derecesine hiç bakılmayacaktı. imansızlık, dinsizlik ve sapıklığın cezası herkese eşit şekilde uygulanacaktı. Başkalarının sorguya çekilip cezalandırılması söz konusuyken peygamberin aile ve yakınlarının kurtulması diye bir şey yoktu. Hz. Peygamber (a.s .) işte bu noktaya parmak basmak için, konuşmasında öz kızı Hz. Fatma (r.a.)'nın adını da anmıştı, halbuki o sıralarda onun yaşı iki-iki buçuktan fazla değildi. O kadar küçük yaşta kendisi için günah veya sevap söz konusu değildi. Fakat konuşmanın gayesi, bir nebi ile ailesinin dinde herhangi bir imtiyaza sahip olmadıklarını vurgulamaktı. Bir şey kötü ve zararlıysa, herkes için tehlikeli ve zararlıdır. Bir nebiye düşen, bu tehlikeli şeyden önce kendisini, daha sonra da akraba ve yakınlarını kurtarmasıdır. Bir nebi, önce kendisi iman edip doğru yolu takip etmeli ve kendi aile ve yakınlarını yola getirmeye çalışmalıdır. Böylece herkes tebliğ ve telkinin herkese açık ve eşit olduğunu görme fırsatını bulmalıdır.
Kureyş Kabilelerinin Tümünü İslam'a Davet Etmesi.
Hz. Peygamber (a.s.) alenen tebliğin üçüncü aşamasında Kureyşlilerin tümünü İslam'a davet etti. Rasûlullah (a.s.) bir gün sabah Safa dağının en yüksek tepesine çıkarak avazı çıktığı kadar, "vah sabahın tehlikesi, ey Kureyşliler, ey Beni Ka'b bin Lüeyy, ey Beni Mürre, ey Kusayy oğulları, ey Beni Abd-i Menaf, ey Beni Abd-i Şems, ey Beni Hâşim ve ey Abdulmuttalib oğulları..." diye bağırmaya başladı. Hz. Peygamber (a.s.) Kureyş kabilesinin hemen hemen bütün kabile ve ailelerinin adını kullandı. Arabistan'da bir gelenek vardı: Sabahın erken saatlerinde bir tehlike sezildiği veya belirdiği zaman bir kişi dağa veya yüksek bir yere çıkıp herkesi çağırmaya başlardı. Bağırışları duyan herkes etrafında toplanır ve durumu öğrenirdi. Adet üzere Rasûlullah (a.s.)'in sesini duyan herkes Safa dağına koştu; gelmeyenler için de ulaklar yollandı ki oraya gelsinler. Herkes toplandıktan sonra Hz. Peygamber (a.s.) şunları söyledi: "Ey ahali, bu dağın arkasında size saldırmak üzere beklemekte olan büyük bir ordu var desem, sözlerime inanır mısınız?" Herkes, "evet, bizim bildiğimiz kadarıyla sen yalan söylemezsin" dedi. Bunun üzerine, Rasûlullah (a.s.) şunları buyurdu. "O halde ben sizi, Allah'ın büyük azabı gelmeden önce uyarmak istiyorum. Siz O'nun azabından canlarınızı kurtarmaya çalışın. Allah katında ben size yardımcı olamam. Kıyamette ancak Allah'tan korkanlar benim akrabam olacaklardır. Başkaları iyi amel ile gelirken, sizin dünyanın vebalini taşıyarak gelmeniz doğru olmayacaktır. Siz o zaman, "ya Muhammed" diye yalvaracaksınız, ama ben çaresizlik içinde sizden yüzümü çevireceğim. Fakat dünyada sizinle kan bağım vardır ve burada size her türlü merhamet ve şefkati göstereceğim. (Benzeri hadisler, Buhârî, Müslim, Müsned-i Ahmed, Tirmizî, Nesâî ve Tefsir-i İbn Cerir'de Hz. Ayşe, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Züheyr bin Amr ve Hz. Kabisa bin Muharık tarafından naklolunmuştur).
Hz. İbn Abbas'ın çeşitli kaynaklara dayanarak naklettiği ve çeşitli hadis kitaplarında yer alan rivayet şöyledir: Rasûlullah (a.s.)'a alenen tebliğ yapma ve en yakın akrabalarını "korkutma" emri geldikten sonra kendisi bir gün şafak sökerken Safa dağına çıkıp şöyle seslendi: "Aman Sabah'ın âfeti". Arabistan'da, bu şekildeki bir uyarı, sabahın ilk ışıklarıyla düşmanın kendi kabilesine saldırmak üzere, olduğunu gören bir kişi tarafından yapılırdı. Rasûlullah (a.s.)'ın seslenişini duyanlar birbirlerine sordular, "acaba kim sesleniyor?" diye. Bunun Hz. Muhammed (a.s.)'in sesi olduğu söylenince, bütün Kureyşliler Safa dağına koştular. Kendileri gelmeyenler de vekillerini gönderdiler. Herkes toplandıktan sonra Rasûlullah (a.s.) Kureyş'in bütün ailelerini tek tek isimleriyle çağırdı ve "ey Beni Hâşim, ey Beni Abdulmuttalib, ey Beni Fihr ve ey Beni Falan, filan". Sonra kendilerine şu soruyu yöneltti: "Ben size desem ki, bu dağın arkasında size saldırma hazırlığında olan bir ordu var, benim sözlerime inanır mısınız?" Toplananlar dedi ki: "Evet, biz senin hiçbir zaman yalan söylediğini görmedik." Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) şu sözleri söyledi: "O halde, ben sizi ikaz ediyorum. Size büyük bir azab gelecektir." Bunun üzerine başka kimse ağzını açmadan Ebu Leheb ortaya atıldı ve şöyle dedi: "Allah belânı versin, bizi bunun için mi buraya topladın?" Bir hadiste Ebu Leheb'in, eline taş alıp Hz. Peygamber (a.s.)'e atmak istediği ifade edilmiştir. (Müsned-i Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn-i Cerir vs.)
İbn Sa'd'ın, İbn Abbas'tan naklen kaydettiği hadisin sözleri şöyledir: Rasûlullah (a.s.) Safa dağından Kureyşlilere hitaben yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Cenabı Allah, benim en yakın akrabalarımı uyarmamı istemiştir. Siz Kureyşliler de benim akrabalarımsınız. Siz, Lâilahe illallah'ı kabul etmediğiniz sürece Ahiret'te Allah tarafından size bir şey verileceğine veya herhangi bir pay düşeceğine dair bir söz veremem. Fakat Lâilahe ilallah'ı kabul ettiğiniz takdirde Rabbiniz katında sizin için şahadette bulunacağım ve bu kelime-i şehâdet sayesinde Araplar size tabi ve Acemler (Arap olmayanlar) de sizin köleniz olacaklardır." Bunun üzerine Ebu Leheb bağırdı: "Allah kahretsin, bunun için mi bizi buraya topladın?"
Ebu Leheb'in Tavrı.
Ebu Leheb, Hazreti Peygamber (a.s.)'in müslümanların ve İslâm'ın en büyük düşmanlarından biriydi. Ebu Leheb, İslâmi Hareket başlar başlamaz Rasûlullah (a.s.)'a ve müslümanlara şiddetle muhalefet etmeye başladı ve ömrünün sonuna kadar bu tutumunu sürdürdü. Gerçi Beni Hâşim'den bir kişi daha, (Ebu Süfyan bin el-Haris bin Abdulmuttalib) Rasûlullah (a.s.)'a muhalefet etmeye başlamıştı. Fakat, onun muhalefeti o kadar şiddetli değildi. İkincisi kendisi daha İslâmiyeti kabul edip gerçek bir mü'min oluverdi. Ebu Süfyan 20 yıla kadar Hz. Peygamber (a.s.) ve Ashab-ı Kiram'ı hicveden şiirler yazmıştı. Fakat Mekke fethinden önce çocuklarıyla birlikte Ebva mevkiinde Rasûlullah (a.s.)'ın yanına gelip biat etti.
Ne var ki Ebû Leheb'in durumu bambaşka idi. Bu küstah kişi sadece insanlık dışı hareketlerde bulunmadı. Arabistan'ın tanınmış ahlâk kurallarını da çiğneyerek Rasûl-i Ekrem (a.s.) ve arkadaşlarına karşı en âdi, en alçakça muhalefette bulundu. Halbuki onun Hazreti Peygamber (a.s.) ile kan bağı vardı ve yakın bir akrabasıydı. Ebû Leheb'in muhalefet ve düşmanlığı diğer Araplara nisbetle İslâm'a ve müslümanlara daha çok engel ve zorluklar çıkardı
Bundan dolayıdır ki, Arabistan'da o sırada yüzlerce ve binlerce İslâm düşmanı bulunurken sadece Ebu Leheb'in adı Kur'an-ı Kerim'de anılarak ağır bir dille kınandı. Halbuki Mekke'de ve Hicretten sonra Medine'de de pek çok İslâm düşmanı vardı ve onlar da düşmanlığın en kötü örneklerini vermekten geri kalmadılar. Şimdi, neden sadece bu şahsın ismi Kur'an-ı Kerim'de geçmiştir? Bunu anlayabilmemiz için o zamanki Arap toplumuna ve bunda Ebu Leheb'in rolüne bakmalıyız.
Kur-an_ı Kerim'de Ebu Leheb'in Adının Anılarak Kınanmasının Sebebi.
Eski çağlardan beri tüm Arabistan'da huzursuzluk, anarşi, kavga ve savaşlar devam ettiği ve bir kişinin kendi aile, akraba ve kan kardeşlerini korumasının dışında can, mal ve namusunun emniyeti için başka bir yol bulunmadığı için, Arap toplumunun ahlâk kurallarında sılayı rahm (akrabalara iyi muamelede büyük önem verilirdi. Öz akrabalara merhamet göstermemek ve onlara iyi muamele etmemek ise aynı derecede kötü bir hareket ve büyük bir ayıp sayılırdı. Arabistan'ın işte bu gelenek ve göreneklerinden dolayıdır ki, Rasûlullah (a.s.), İslâmi daveti yaymaya başlayınca, Kureyş'in diğer kabile ve reisleri kendisine şiddetle karşı çıkarken, Beni Hâşim ile Beni Muttalib (Hâşim'in kardeşi, Muttalib'in evlatları) kendisine muhalefet etmemekle kalmadı, aynı zamanda kendisini ve davasını açıkça desteklediler. Halbuki bu ailelerden bazıları Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğine veya davasının hak olduğuna inanmıyorlardı. Kureyş'in diğer aile ve kabileleri de beni Hâşim ve Beni Muttalib'in bu tutumunu normal karşılıyor ve Arap geleneklerine uygun buluyorlardı. Bu sebepten dolayıdır ki muhalifler, hiçbir zaman Beni Hâşim ve Beni Muttalib'i, başka bir dinle ortaya çıkan adamı destekledikleri ve atalarının dinini terk ettikleri gerekçesiyle kınamadılar veya alaya almadılar. Muhalifler, onların, kendi aile ve sülâlesinden olan bir kişiyi himaye etmekten geri kalmayacaklarını ve düşmanlarına teslim etmeyeceklerini biliyorlardı
Cahiliyye devrinde herkesin kabul ettiği ve saygı gösterdiği bu ahlâk kuralını, İslâm'a düşmanlıkta gözü dönmüş sadece bir kişi çiğnedi ve o da Ebu Leheb'di. Abdulmuttalib oğlu Ebu Leheb, Rasûlullah (a.s.)'ın amcasıydı. Rasûlullah (a.s.)'ın babası Abdullah ve Ebu Leheb aynı babanın oğluydular; fakat anneleri başka idiler. Arabistan'da amcalara büyük hürmet gösterilirdi ve kendileri babaların yerinde sayılırlardı. Özellikle bir yeğenin babası vefat ettiği takdirde Arap geleneklerine göre amcasının onu elinden tutması gerekiyordu. Fakat Ebu Leheb, İslâma karşı duyduğu kin ve nefret ile küfrü ve Cahiliyye'ye olan sevgisi nedeniyle bütün bu Arap geleneklerine sırt çevirdi
Mekke'de, Ebu Leheb, Hz. Peygamber (a.s.)'in en yakın komşusuydu. İkisinin evini bir duvar ayırıyordu. Ayrıca, Hakem bin As (Mervan'ın babası), Ukbe bin Ebi Muayt, Adiyy bin Hamra-is-Sakafi ve İbn'ul-Esdâil Huzeli de Rasûlullah (a.s.)'ın komşusuydular. Bu adamlar, Hz. Peygamber (a.s.)'e evinde bile rahat nefes aldırmıyorlardı. Rasûlullah (a.s.) namaz kılarken bazen başına keçi işkembesi atarlardı; bazen da avlusunda yemek pişirilirken tencerelerin üstüne pislik atarlardı. Hazreti Peygamber (a.s.) dışarıya Çıkıp, "ey Abd-i Menaf, bu ne biçim komşuluktur" diye seslenirdi. Ebu Leheb'in karısı Ümmü Cemil (Ebu Süfyan'ın kardeşi) sabah Hz. Peygamber (a.s.)'in karısı veya çocukları kalkıp dışarı çıkınca ayaklarına dikenler batsın diye, gece Rasûlullah (a.s.)'ın evinin kapısına dikenli çalılar bırakmayı adet edinmişti. (Beyhâki, İbn Ebi Hâtim, İbn Cerir, İbn Asâkir, Belazuri, İbn Hişâm)
Ebu Leheb'in Gelinleri Olan Rasulullah'ın Kızlarının Boşanmalarını Sağlaması.
Peygamberlikten önce Rasûlullah (a.s.)'ın iki kızı, Ebu Leheb'in iki oğlu Utbe ve Uteybe ile evlenmişlerdi. Peygamberlikten sonra Rasûlullah (a.s.) herkesi İslâma davet etmeye başlayınca Ebu Leheb oğullarına rest çekti. "Muhammed'in kızlarını boşayıncaya kadar sizinle görüşmeyeceğim." bunun üzerine ikisi de kanlarını boşadılar. Uteybe ise cehâlet ve küstahlıkta bir adım daha ileriye giderek Rasûlullah (a.s.)'a küfretti ve mübarek yüzüne tükürdü. Rasûlullah (a.s.), Allah'a dua etti: "Ya Rabbi, köpeklerinden birini buna musallat et." Bu olaydan sonra Uteybe, babasıyla beraber Şam'a gitti. Yolculuk sırasında Ebu Leheb'in kafilesi vahşi hayvanların geldiği bildirilen bir yerde geceyi geçirdi. Ebu Leheb, kafiledekilerden oğlunu korumalarını istedi, çünkü Hz. Muhammed (a.s.)'in bedduasından korktuğunu söyledi. Bunun üzerine kafiledekiler Uteybe'nin etrafında develerini kümeleyip yattılar. Gece ise bir aslan oraya geldi ve develerin çemberini yarıp Uteybe'ye yetişti ve onu parçalayarak gitti. (Bu rivayetlerde biraz ihtilaf vardır. Bazı râviler, Uteybe'nin, Hz. Peygamber (a.s.)'in kızını peygamberliğinden sonra boşadığını belirtirken, bazıları da boşanmanın, Ebu Leheb sûresinden sonra meydana geldiğini ifade etmişlerdir. Bazı râviler hayvan tarafından parçalanan Ebu Leheb'in oğlunun Utbe olduğunu beyan etmişlerdir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki Mekke'nin fethinden sonra Rasûlullah (a.s .)'a biat eden Utbe idi. Bu bakımdan aslan tarafından parçalanan kişi Uteybe'dir.)
Hz. Muhammed'in (S.A.V) Oğlunun Vefatı Üzerine Ebu Leheb'in Memnun Olması.
Ebu Leheb öylesine kötü niyetli ve kötü huylu insandı ki, Hz. Muhammed (a.s.)'in oğlu, Kasım'dan sonra ikinci oğlu Abdullah'ın ebediyete intikali üzerine Ebu Leheb, yeğeninin acısını paylaşmak yerine sevincini belirtti ve ölüm haberini diğer Kureyşli kabile reislerine iletmek için koştu. Ebu Leheb, Kureyşli kabile reislerine, çocukların ölüm haberini "Muhammed'in soyu tükendi" şeklinde duyurdu.
Ebu Leheb'in İslami Daveti Engellemesi.
Hz. Muhammed (a.s.), İslâmiyet'i yaymak üzere nereye gidiyorsa Ebu Leheb de oraya giderdi ve halkı kendisi aleyhine kışkırtmaya ve sözlerini dinlememeleri için ikna etmeye çalışırdı. Rebi'a bin Abbâd (ya da İbad) Ed-Dili'nin ifadesine göre, kendisi delikanlıyken babasıyla birlikte Zülmecaz çarşısına gitti. Orada Rasûlullah (a.s.)'ın halka şöyle dediğini gördü: "Ey ahali, Allah'tan başka bir ilâh olmadığını söyleyin, o zaman felâh bulacaksınız." Rasûlullah (a.s.)'ın arkasında bir kişi halkı şöyle uyarıyordu: "Sakın onun sözlerini dinlemeyin, o yalancıdır, atalarının dininden dönmüştür." Kendisi bu adamın kim olduğunu sorunca, amcası Ebu Leheb olduğunu söylediler. (Bk. Müsned-i Ahmed, Taberânî, Beyhakî), ikinci rivayet de Hz. Rebia'nındır. Kendisi, bir defasında, Rasûlullah (a.s.)'ın, bir kabilenin konakladığı yere giderek şöyle dediğini duydu: "Ey İnsanlar, ben size gönderilen Allah’ın Rasûlüyüm. Size Allah'a ibadet etmeyi ve O'na kimseyi ortak koşmamayı emrediyorum. Siz söylediklerimi doğrulayın ve beni destekleyin ki Allah'ın beni görevlendirdiği işi başarıyla bitirebileyim." Rasûlullah (a.s.)'ın arkasından bir adam geliyordu. Bu adam şöyle diyordu: "Ey Beni Falan.... Bu adam sizi Lât ve Uzza'dan uzaklaştırıp bid'ate ve sapıklığa götürmek istiyor. Sözlerini hiç dinlemeyin ve O'na itaat etmeyin." Rebiye babasına bu adamın kim olduğunu sordu. Babası da bu adamın Rasûlullah (a.s.)'ın amcası Ebu Leheb olduğunu söyledi. (Müsned-i Ahmed, Taberânî, İbn Hişâm, Taberî). Târık bin Abdullah el-Muharibi'nin rivâyeti de buna benzemektedir. Kendisi, Rasûlullah (a.s.)'ın Zülmecaz çarşısında halka yüksek sesle şunları söylediğini duydu: "Ey İnsanlar, Lâilahe İllallah deyin, felahı bulacaksınız." Rasûlullah (a.s.)'ın arkasından da bir adam geliyordu. Bu adam Rasûlullah (a.s.)'a taş atıyordu; öyle ki topukları kanla dolmuştu. Bu adam, "bu yalancıdır, bunun sözlerini dinlemeyin" diye söyleniyordu. Etraftakiler bu adamın Rasûlullah (a.s.)’ın amcası Ebu Leheb olduğunu söyledi. (İbn Ebi Şeybe, Ebu Ya'la, İbn Hıbbân, Hâkim, Taberânî, Nesâî ve İbni Mace de bu olayı özetlemişlerdir).
Ebu Talib Muhasarısında Ebu leheb'in Davranışı.
Hz. Muhammed'in (s.a.v) peygamberliğe tayin olunmasının 7. senesinde Kureyş'in bütün kabile ve aileleri, Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib'e sosyal ve ekonomik boykot uyguladılar. Bu iki aile de Rasûlullah (a.s.)'ı himaye etmekten vazgeçmediler ve Şi'bi Ebi Tâlib'te muhasara altında kalmayı kabul ettiler. Bu zor günlerde de Beni Hâşim ve Beni Muttalib'den, kâfirlerden yana çıkan sadece Ebu Leheb'ti. Beni Hâşim ile Beni Muttalib'in sosyal ve ekonomik boykotu üç yıl sürdü ve bu müddet içinde her iki aile de çok zor günler yaşadı ve açlıkla karşı karşıya kaldı. Fakat Ebu Leheb kendi akrabalarına yardım etmek için parmağını bile oynatmadı. Hatta, acılarına acı katmaya çalıştı. Nitekim Mekke'ye herhangi bir ticaret kafilesi geldiğinde Şi'bi Ebi Tâlib'te mahsur kalanlar için bazı kimseler yiyecek ve diğer ihtiyaç maddelerini satın almaya çalışınca, Ebu Leheb bunlara mani olmak isterdi. Ebu Leheb diğer yandan, gelen tüccarları kışkırtırdı ve fahiş fiyat talep etmelerini söylerdi. Bu adamlar dediğini yaparlar ve Şi'bi Ebi Tâlib'de mahsur kalanlar için yiyecek ve eşya satın almak isteyenlerden dört-beş misli daha fazla fiyat isterlerdi. Böylece Şi'bi Ebi Tâlib'tekilere yiyecek ve eşya almak isteyenler elleri boş dönerlerdi. Şi'bi Ebi Tâlib'de de aileler ve minik çocuklar bir süre daha açlıkla başbaşa kalırlardı. Ebu Leheb daha sonra bu tüccarlardan yiyecek ve diğer eşyalarını normal fiyatla satın alırdı. (İbni Sa'd, İbni Hişâm).
Ebu Leheb'in Muhalefeti Müslümanlara Neye Mal Oluyordu. ?
Ebu Leheb'in muhalefeti İslâmi davete hayli zor anlar yaşattı. Hac mevsiminde Arabistan'ın çeşitli bölgelerinden Mekke'ye gelen kişi ve gruplar ya da normal günlerde ülkenin çeşitli çarşı ve pazarlarında toplanan İnsanlar Ebu Leheb'in zehirli propagandasından hayli etkileniyorlardı. Hz. Muhammed (a.s.)'in peşine amcasının takılıp herkesi aleyhinde uyardığını ve kışkırttığını gören millet tereddüde kapılıyordu. Arap geleneklerine aykırı olarak bir amcanın yeğenine şiddetle karşı çıkmasının mutlak bir anlamı olduğunu ve kendisinin sebepsiz muhalefet etmeyeceğini düşünüyordu. Yabancılar, ailesi ve akrabasının Hz. Peygamber (a.s.)'i daha iyi tanıdığını düşünerek İslam davetine itibar göstermiyorlardı.
Ebu Leheb'in Karısının Tutumu.
Ebu Leheb'in karısı, -ki Ebu Leheb sûresinde kendisinden "odun hamalı" veya dedikodu yapan kadın olarak bahsedilmiştir- Beni Ümeyye'ye mensup olan Ebu Süfyan'ın kardeşiydi. Asıl ismi Arvâ ve künyesi Ümm-ü Cemil'di. Bu kadın Hz. Peygamber (a.s.)'e muhalefet ve düşmanlıkta kocasından geri kalmazdı. Hz. Ebu Bekr'in kızı Hz. Esma (r.a.)'nın ifadesine göre Ebu Leheb sûresinin indiğini duyan Ümm-ü Cemil, öfkeli öfkeli Rasûlullah (a.s.)'ı aramaya koyuldu. Avuçları taşlarla doluydu. Bunları Rasûlullah (a.s.)'a atmak isliyordu ve kendi hazırladığı hiciv şiirlerini okuyordu. Ümm-ü Cemil, Rasûlullah (a.s.)'ı Harem'de Hz. Ebu Bekr ile birlikte buldu. Hz. Ebu Bekr endişe içinde Rasûlullah (a.s.)'a dedi ki: "Ya Rasûlullah, bu kadın geliyor ve ben onun size hakaret edeceğinden ve kötü sözler söyleyeceğinden korkuyorum." Rasûlullah (a.s.) dedi ki, "o beni göremeyecektir." Gerçekten de Ümm-ü Cemil, Rasûlullah (a.s.)'ı orada olmasına rağmen göremedi ve Hz. Ebu Bekr'e dedi ki duyduğuma göre senin reisin beni hiciv etmiştir. Hz. Ebu Bekr (r.a.) dedi ki, "Bu evin Allah’ın yemin ederim, O seni hiciv etmemiştir." Bunun üzerine Ümm-ü Cemil oradan ayrıldı, (İbn Ebi Hatim, İbn Hişâm, Bezzâr ve benzeri bir olayı Hz. Abdullah bin Abbas'a dayanarak nakletmiştir).
Ebu Leheb'in Sonu
Ebu Leheb sûresinin inişi, Ebu Leheb'in karısı ve diğer yakınlarını fena kızdırdı, ama bu sûrede ne denilmişse doğruydu ve bunları kimse değiştiremezdi. Sûrede "Ebu Leheb'in elleri kurusun (kırılsın)" buyurulmuştu. Burada geçmiş zaman kullanılmıştı; zira Kur'an-ı Kerim bunu bir emrivaki olarak ortaya koyuyordu. Abu Leheb'in ellerinin kuruması veya kırılmasının anlamı, gerçekten onun ellerinin kırılması değildi. Anlatılmak istenen şey, Ebu Leheb'in bütün çabalarının boşa gitmesiydi; ki gerçekten de böyle oldu. İslam davetinin başlamasından sonra birkaç yılda Ebu Leheb üst üste ağır darbeler yedi. Onun başarısızlığı gerçekten ibret vericiydi. Bedir gazvesinde İslam düşmanlığıyla ün yapmış olan Kureyş'in büyük simaları öldüler. Bunlar Ebu Leheb'in ya yakın akrabaları ya da çok sevdiği dostlarıydılar. Bu hezimet ve facianın haberi Mekke'ye ulaşınca Ebu Leheb öylesine üzüntüye kapıldı ki, ancak yedi gün daha yaşayabildi ve Cehennem'e vasıl oldu. Ölümü de vebaya benzer öldürücü kabarcık "püstül" hastalığından oldu. Bulaşıcı bir hastalık olduğu için ailesi de onu tenha bir yerde ölüme terk etti. Öldükten sonra da üç güne kadar kimse cesedine yaklaşmadı. Bu süre içinde cesedi çürüdü ve kokmaya başladı. Nihayet, herkes Ebu Leheb'in çocuklarıyla alay etmeye başlayınca, bunlar bir rivayet» göre kendileri bir çukur kazıp odun ve sopalarla cesedi buna atıverdiler ve üstünü toprakla örttüler. Ebu Leheb'in başarısızlığının bir başka örneği de ömrü boyunca yıkmaya ve yok etmeye çalıştığı İslâm dinini, evlatlarının kabul etmesiydi. İlk önce kızı Dürre hicret edip Mekke'den Medine'ye geldi ve İslâmiyeti kabul etti. Daha sonra Mekke fethi sırasında iki oğlu Utbe ile Muattib (r.a.) Hz. Abbas vasıtasıyla Rasûlullah (a.s.)'ın huzuruna çıkıp İslâmiyet'i kabul ettiler.
Açıkça Tebliğ.
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) kendi ailesine ve kabilesine Allah'ın dinini tebliğ ettikten sonra, Mekke'nin diğer aile, kabile ve gruplarına ve bütün Arap halkına dinin esaslarını anlatmaya çalıştı. Hz. Muhammed (a.s.) tebliğin açık bırakılmasından sonra Mekke'de kaldığı 10 sene içinde her yerde ve her vesile ile halka Kur'an-ı Kerim'i okumaya ve onları Allah'ın dinine davet etmeye devam etti. Hazreti Peygamber bu tebliğ işini evde, çarşıda, pazarda, Beyt'ul Haram'da, özel sohbetlerde ve açık toplantılarda aralıksız yürüttü ve karşısında hiçbir engel tanımadı, hiçbir şeyden yılmadı. Rasûlullah (a.s.) dışardan Mekke'ye Hac, umre, seyahat veya ticaret, her ne sebeple olursa olsun, gelenlere de İslâm'ın öğretilerini anlatırdı. Ukâz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarına da gidip muhtelif kabileleri Hak dinine çağırırdı. Hac mevsiminde herkes Mina'da toplandığı zaman da her kabilenin çadırına gidip meramını anlatmaya çalışırdı. Kimse müsbet bir tepki göstersin ya da göstermesin, Rasûlullah (a.s.) tebliğ işini metanet ve ciddiyetle yapardı. Bazıları sert tepki gösterir, kötü sözler söyler, küfreder, hatta taş da atarlardı. Ama Hz. Peygamber (a.s.) metanetini kaybetmeden vazifesini yapardı.
İbni Cerir Taberî kendi tarih kitabında ve İbni Esir de kendi eserinde Kureyşlilerin Beni Hâşim ile Beni Muttalib'i sosyal ve ekonomik açıdan boykot edip Şi'bi Ebi Tâlib'de mahsur ettikleri zorlu günlerde bile, Hz. Peygamber (a.s.)'in tebliğ çalışmalarını sürdürdüğünü kaydetmişlerdir. Bu tebliğ bazen gizli bazen açık oluyordu; ama gece-gündüz devam ediyordu. Kur'an-ı Kerim'in sûre ve ayetleri bu devrede ard arda geliyor ve bunların halka duyurulması da gerekiyordu. Hz. Peygamber (a.s.) bu ayet ve sûreleri halka alenen duyuruyor, kâfirlerin itiraz ve ithamlarına cevap veriyor, onları hak yoluna getirmeye çalışıyor ve müslümanların şüphe ve tereddütlerini gidermeye çalışıyordu.
İbni Sa'd'ın ifadesine göre gizli davet ve tebliğ devri bittikten sonra Mekke'de geçen 10 yılda Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) sürekli olarak Minâ, Ukâz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarında her kabileye ve her çadıra gidip; şu sözleri söylerdi: "Ey millet, Lailahe ilallah deyin, felahı bulacaksınız ve bu Kelime-i şehâdet sayesinde Arabistan'ın hakimi olacaksınız. Acemler de size tabi olacaklardır. İman ettiğiniz takdirde Cennet'de her şeye sahip olacaksınız." Hz. Peygamber (a.s.)'in peşinden de Ebu Leheb gelip halkı kışkırtınca dinleyiciler derdi ki: "Ey Muhammed (a.s.) seni, senin aile ve kabilenin adamları daha iyi tanıyor ve biliyordur. Onlar sana tabi olmadılarsa, biz sana nasıl itaat edelim?" Bu soruyu duyunca Hz. Peygamber (a.s.) sadece şunları söylemekle yetinirdi: "Ey Allahım, sen isteseydin, bunlar böyle olmayacaktı."
Taberânî, Hz. Haris bin el-Hars ve Hz. Münbit el-Ezdi'ye istinaden hemen hemen aynı ifadeleri taşıyan hadisleri kaydetmiştir. Bu hadislerde, adı geçen sahabeler şunları anlatmışlardır: "Biz bir defasında Rasûlullah (a.s.)'ın halkı Tevhid'e davet ettiğini ve şunları söylediğini gördük: "Ey İnsanlar, Lâilahe illallah deyin, felahı bulacaksınız!" Bu sözleri dinleyen halk kendisine eziyet etti. Bazıları tükürdü küfür etti ve bazıları toz toprak attı. Nihayet öğle vakti geldi ve herkes dağıldı. Daha sonra bir kız bir kapta su ve mendil ile kendisine yaklaştı. Onun boynu açıktı. Hz. peygamber (a.s.) su içti ve abdest aldı. Daha sonra o genç kıza, "Kızım, boynunu ört" dedi. Biz sorduğumuzda, onun Rasûlullah (a.s.)'ın kızı Hz. Zeyneb (r.a.) olduğunu öğrendik."İbni Hişâm, İbni İshâk'a atfen Rasûlullah (a.s.)'ın küçük-büyük her toplantıya ve özellikle fuar ve panayırlara gidip herkesi İslâm'a davet ettiğini ifade etmiştir. Aynı şekilde Hz. Peygamber (a.s.), Arabistan'ın neresinden olursa olsun, Mekke'ye gelen herkese tebliğ ve telkinde bulunurdu.İbni Kesir'in "el-Bidaye ven-Nihaye"de anlattığına göre Hz. Peygamber (a.s.) gece gündüz, ister açık, ister kapalı olsun tebliğ, vaaz ve telkinini yapardı ve kimseden korkmazdı. Özel sohbetlere ve toplantılara gider kendilerine Allah’ın mesajını sunardı. Panayırlarda ve hac mevsiminde toplanan cemaatlere gider ve onlara tebliğde bulunurdu. Rasûlullah (a.s.) zengin, fakir, köle, hizmetçi, tüccar, esnaf, işçi, genç, yaşlı, kadın, erkek kısacası herkese İslam'ın esaslarını anlatırdı. Bu tarihi kayıtlar, Kur'an-ı Kerim'in Mekke döneminde inen süreleriyle doğrulanmış oluyor. Bu ayet ve sûrelerde Kureyş'in saçma sapan itirazları ve bunlara verilen cevaplar yer almaktadır. Belli ki, Kur'an-ı Kerim Mekkeliler, Kureyşliler ve diğer Araplara açıkça duyurulmamış ve Hz. Muhammed (a.s.) kendi peygamberliğinin kabul edilmesini istememiş olsaydı, Kureyşliler kendisine, Kur'an-ı Kerim'e, Ahiret'e ve İslâmiyet'in diğer emir ve talimatına itiraz ve ithamlarda bulunmazlardı ve Kur'an-ı Kerim'de bunlara gereken cevabı vermezdi.
Hz. Peygamber (A.S)'ın İtibarı ve Ahlaki Ağırlığı.
Bu noktada şöyle bir soru aklımıza geliyor: Kureyşliler ve diğer kâfirler neden Hz. Muhammed (a.s.)'i Beytullah'ta namaz kılmaktan ve Kur'an-ı Kerim'i alenen halka duyurmaktan alıkoymadılar? Bu, her iki hareket de Kureyş'in öfke ve nefretinin uyanmasına sebep oluyordu ve Hz. Muhammed (a.s.)'den başka kimse bunları yapmaya cesaret edemezdi. Bunun sebebi, Hz. Muhammed (a.s.)'in sadece Beni Hâşim ve Beni Muttalib tarafından kuvvetle desteklenmesi ve bu ailelerden Kureyşin korkması değildi. Bir başka sebep, Hz. Muhammed (a.s.)'in Kureyş ve diğer kabileler arasında korkunç itibar ve ahlâki ağırlığa sahip olmasıydı. Kureyşliler öfkeden kuduruyor. Rasûlullah (a.s.)'ı ve diğer müslümanları dövüyor, sövüyor, küfrediyor ve taş atıyorlardı, ama yanında tir tir titriyorlardı. Onun manevî gücünden ödleri kopuyor, itibarı ve nüfuzuna karşı çaresiz kalıyorlardı.Hz. Peygamber (a.s.)'in bu manevî ve ahlâki gücünün çeşitli sebepleri vardı. Birincisi, doğuşundan beri Hz. Muhammed (a.s.) ile ilgili olarak öyle bazı olaylar meydana gelmişti ki, Kureyşliler ve Mekkeliler kendisinin istikbal vaadeden büyük bir şahsiyet olduğuna inanmışlardı. Nitekim, peygamberlikten önce de Hz. Muhammed (a.s.) büyük bir sevgi ve saygıya sahipti.
İkincisi, Hz. Muhammed (a.s.)'in ağzından hiçbir zaman yanlış ve kötü sözler duyulmamıştı. Söylediği her söz gerçekleşiyordu. Bedduaları ve istikbale ait haberleri aynen gerekleşiyordu. Bu sebeple Kureyşli kâfirler ağzından menfi bir sözün çıkmasından korkuyorlardı. Biraz yukarıda gördüğümüz gibi, Ebu Leheb gibi bir İslâm düşmanı bile, Hz. Peygamber (a.s.), oğlu Uteybe hakkında ağır söz söyledikten ve beddua ettikten sonra hayli korkmuştu. Ebu Leheb Suriye'ye yaptığı seyahat sırasında oğlunun emniyetinden korkuyordu ve arkadaşlarının kendisine yardımcı olmalarını istiyordu. Fakat onun bütün tedbirleri boşa çıktı ve Rasûlullah (a.s.)'ın dua ettiği gibi vahşi bir hayvan Uteybe'yi parçaladı.
Üçüncüsünü, Rasûlullah (a.s.)'ın şahsiyeti ve karakteri tertemiz ve lekesizdi. Kimse ne kadar çabalarsa çabalasın, kendisine dil uzatamaz ve hakkında kötü bir şey söyleyemezdi. Güzel ahlâkına herkes hayrandı. Doğru sözleri ve iyi muameleleri, Mekke ve çevredeki bütün bölge halkını kendisine hayran bırakmıştı. Hz. Peygamber (a.s.)'in doğru sözlülüğü, dürüstlüğü ve temiz karakteri ile güvenilirliğini düşmanları bile kabul ediyorlardı. Herkes emanetini Rasûlullah (a.s.)'a vermek temayülünde idi. Nitekim, İbn Cerir'in dediği gibi, Medine'ye hicret sırasında bile Mekkelilerin tümü kendisine emanetlerini koymaya hazırdılar. Bu sebepten dolayıdır ki, Hicret'ten önce kendisine yatırılan para ve kıymetli eşya sonradan sahiplerine iade edildi. Rasûlullah (a.s.)’ın bu manevî ve ahlâki ağırlığı ve ihtişamı karşısında en büyük düşmanları bile donup kalırlardı. Bunu Ebu Cehil'in başına gelen birkaç vak'a ile ispatlamaya çalışalım.
Ebu Cehil'in Şaşkın ve Çaresiz Kalışıyla ilgili bir Olay.
İbni İshâk diyor ki bir defasında Iraş'tan bir kişi bazı develerle Mekke'ye geldi. Ebu Cehil bu develeri satın aldı, ama paralarını ödemedi. Iraş'lı tüccar bir gün Ka'be'de Kureyşli kabile reislerine gidip feryad etmeye başladı. Harem'in bir köşesinde Hz. Muhammed (a.s.) de vardı. Iraş'lının feryadları boşa gitti ve kabile reisleri şaka olsun diye kendisine şunu söylediler: "Biz bir şey yapamayız. Ama orada oturan bey var ya, ona git. O senin paranı geri aldırır." Iraşlı, Hz. Muhammed (a.s.)'e yöneldi. O sırada kabile reisleri, aralarında "bugün iyi bir eğlence olacak" dediler. Iraşlı, Rasûlullah (a.s.)'a gidip derdini anlattı. Rasûlullah (a.s.) hemen o an onunla beraber kalktı ve Ebu Cehl'in evine yürüdü. Kureyşli kabile reisleri ise arkalarından bir adam taktılar ki, olup bitenleri kendilerine anlatsın. Hz. Muhammed (a.s.) Ebu Cehl'in evine gidip kapısını çaldı. Ebu Cehl, "kim o?" diye seslendi. Hz. Peygamber (a.s.), "Muhammed" diye kendisine cevap verdi. Ebu Cehl, şaşkınlık içinde dışarıya çıktı. Hz. Peygamber (a.s.) "bu adamın hakkını ver" dedi. Ebu Cehl, herhangi bir ses çıkarmadan hemen evin içine dönüp paraları getirdi ve develerin sahibine verdi. Kureyşli kabile reislerinin gönderdiği adam bu vak'ayı görünce şaşkınlık içinde Harem'e koştu ve reislere olup bitenleri şöyle anlattı: "Vallahi bugün hiçbir zaman göremediğim bir şey gördüm. Hakem bin Hişâm (Ebu Cehl) evden çıkıp Muhammed'i görünce donup kaldı ve Muhammed, 'bu adamın hakkını ver' dediğinde sanki o (Ebu Cehl) cansız bir cesede dönmüştü". İbni Hişâm, CII, s. 29-30. Belazuri de bu vak'ayı, "Ensâb'ul Eşraf' C.I, s. 128-129'da anlatmıştır.)
Ebu Cehil'in Başına Gelen İkinci Olay.
Ebu Cehl'in, Hz. Peygamber (a.s.) karşısında etkisiz ve çaresiz kalışının ikinci olayı, Kadı Ebu'l-Hasen el-Maverdi tarafından "Alâmün Nübüvvetle anlatılmıştır. Olay şuydu: Ebu Cehl bir yetimin velisiydi. Bu çocuk bir gün perişan bir vaziyette Ebu Cehl'e geldi. Üzerinde doğru dürüst bir elbise bile yoktu. Ebu Cehl'den, babasının kendisi için bıraktığı mirastan bir kısmını istedi. Fakat Ebu Cehl, bu zavallı çocuğun sözlerine kulak asmadı. Çocuk, bir süre bekledikten sonra ümitsizlik içinde geldiği yere döndü. Kureyşli kabile reisleri olayı duyunca çocuğu kışkırtmak istediler ve kendisinin Hz. Muhammed (a.s.)'e gidip şikâyette bulunmasını istediler. Çocuk, Hz. Muhammed (a.s.) ile Ebu Cehl arasındaki gergin ilişkiyi bilmiyordu. Reislerin demesi üzerine Hz. Muhammed (a.s.)'e gitti ve derdini anlattı. Hz. Muhammed (a.s.) o an yerinden kalkarak çocukla beraber Ebu Cehl'e gitti. Ebu Cehl, Hz. Muhammed (a.s.)'i güler yüzle karşıladı ve ne için geldiğini sordu. Hz. Muhammed (a.s.) çocuğun hakkının kendisine verilmesini istedi. Ebu Cehl, bu sözler üzerine derhal evine gitti ve çocuğa payını verdi. Kureyşli kabile reisleri tetikte idi ve iyi bir kavganın patlak vereceğini umuyorlardı. Ama olup bitenleri görünce ne yapacaklarını şaşırdılar. Ebu Cehl'e gelip niçin böyle tuhaf davrandığını sordular. Ebu Cehl dedi ki: "Vallahi ben dinimi terk etmedim. Fakat bana öyle geldi ki, Muhammed'in her iki tarafında birer öldürücü silah vardır ve sözlerinin dışına çıkarsam bunların bana saplanacağını sandım."
Ebu Cehil'in Başına Gelen Üçüncü Olay.
Belâzuri'nin dediği gibi, bir gün Rasûlullah (a.s.) Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas (r.a.) ile beraber Mescid-i Harem'de oturuyordu. Derken, Beni Zübeyd'in bir ferdi gelip, "Ey Kureyşliler size kim ticari mallar getirebilir ki, çünkü siz dışardan gelenlerin mallarını çalıyorsunuz." Rasûlullah (a.s.) kendisine kimin zulüm ve haksızlık ettiğini sordu. O adam, Ebu'l-Hakem (Ebu Cehl)'in adını verdi; ve şöyle dedi: "Ebu Cehl benim en iyi üç devemi almak istedi ve bunlara en düşük fiyat biçti. Şimdi kimse onun verdiği fiyatın üstüne çıkamıyor. Bu fiyatla develerimi satarsam zarar ederim." Rasûlullah (a.s.) ondan bu üç devesini satın aldı. Ebu Cehl uzaktan bunları görüyordu. Rasûlullah (a.s.) ona gidip "sakın ha, bundan sonra bu Bedevi'ye yaptığın hareketi tekrarlarsan fena yaparım" dedi. Ebu Cehl de gayet sakin bir şekilde, bir daha böyle bir hareket yapmayacağını bildirdi. Orada hazır bulunan Ümeyye bin Halef ve diğer müşrikler, Ebu Cehl'i gayrete getirmeye çalıştılar ve "Sen Muhammed'in yanında öyle kuzu kesildin ki biz senin de müslüman olacağını sandık" dediler. Ebu Cehl, "vallahi ben hiçbir zaman Muhammed'e tabi olmayacağım. Fakat ben onun her iki tarafında birkaç mızraklıyı gördüm. Bana öyle geldi ki Muhammed'in sözlerini dinlemezsem o mızraklılar bana çullanacaklardır." (Ensâb'ul-Eşrâf: c.1, s. 130)
Muhalifler Hz Muhammed (S.A.V)' in Haklılığına İnanıyorlardı.
Hazreti Peygamber (a.s.)'in ahlâki üstünlüğünün bir başka sebebi davasının haklılığıydı. Kâfirler Hz. Muhammed (a.s.)'in Hak yolunda olduğunu ve kendilerinin Batıl'ı temsil ettiklerini çok iyi biliyorlardı. Hem kendilerinin, hem savundukları davanın yalan olduğunun farkındaydılar. Ama cehalet, atalarını körü körüne taklit etme, taassup, boş yere şeref ve namuslarını koruma ve menfaatlerini sürdürme kaygısı gibi sebeplerden dolayı Hz. Muhammed (a.s.)'e muhalefet ediyorlardı. Kendi içlerindeki zaaf ve suçluluk duygularını saklamak için Hz. Muhammed (a.s.)'i mutlaka durdurmaları gerektiğine inanıyorlardı. Medeni cesaretleri yoktu. Bu sebeple, Hz. Muhammed (a.s.)'in haklı ve kendilerinin haksız olduğunu ilân etmekten çekiniyorlardı. Bunun bazı misallerini biz daha sonra vereceğiz. Biz, burada sadece şunu söylemek istiyoruz ki; Rasûlullah (a.s.)'ın Ben büyük düşmanı bir defa değil, bir kaç defa Hz. Muhammed (a.s.)'in haklılığına inanmış ve yanında çaresiz kalmıştı. Ayrıca, Hz. Muhammed (a.s.)'e muhalefet etmek için de çok sudan ve abes sebepler ileri sürüyordu.
Beyhakî, Zeyd bin Eslem'e dayanarak, Hz. Muğire bin Şu'be'nin şu hadisini nakletmiştir: "Ben henüz müslüman olmadığım sırada bir gün Ebu Cehl ile birlikte Mekke'de bir yoldan geçiyordum. O sırada Rasûlullah (a.s.) ile karşılaştık. Rasûlullah (a.s.), Ebu Cehl'e hitap ederek, "ey Ebu'l-Hakem, Allah'a ve Rasûlüne gel. Ben seni Allah'a çağırıyorum." Ebu Cehl, "ey Muhammed, sen mabûdlarımızı kötülemekten vazgeçer misin? Sen bize Allah'ın emrinin getirildiğinin şahitliğini mi istiyorsun? biz bu şahitliği yapmaya hazırız. Fakat, inan ki, senin Hak üzerinde olduğuna gerçekten inansaydım sana iman ederdim." Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) yoluna devam etti. Daha sonra Ebu Cehl bana dönerek, "vallahi, bu adamın dediklerinin doğru olduğunu biliyorum. Fakat bir şey bana mani oluyor. Kusayy'ın evlatları 'hicabe' (hacılara yemek yedirme) bizde kalsın dediler, bizde evet dedik. Onlar "sikaye" (hacılara su içirme) de bizde kalsın dediler. Biz buna da evet dedik. Onlar "nedve" (toplantı ve hazırlık çalışmaları bizde kalsın) dediler. Biz buna da evet dedik. Daha sonra, "liva" (hac sırasında bayrak taşımanın da kendilerinde kalmalarını istediler. Buna da ses çıkarmadık. Daha sonra onlar da (hacılara) yemek yedirdiler ve biz de yemek yedirdik. O kadar ki, dizlerimiz onların dizlerine değdi. Şimdi de diyorlar ki peygamber de bizden olsun. İşte buna izin veremeyiz. Vallahi, billahi, buna izin veremem."
İbni Ebi Hâtim, Ebu Yezid Medeni'ye dayanarak şu olayı kaydetmiştir: Bir defasında Ebu Cehl, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) ile karşı karşıya geldi ve kendisiyle el sıkıştı. Bir kişi lâf attı: "Bu da ne gözlerim neler görüyor? Sen dininden dönen bu adamla el mi sıkışıyorsun?" Ebu Cehl onu biraz uzağa götürüp kulağına fısıldadı: "Vallahi onun peygamber olduğunu biliyorum. Ama bizim Abd-i Menaf a tabi olduğumuzu hiç gördün mü?"
İmam Süfyân-ı Sevri, Tirmizî ve Hâkim, Hz. Ali (r.a.)'ye ait olan şu hadisi nakletmişlerdir: Ebu Cehl bir defasında Rasûlullah (a.s.)'a şöyle dedi: "Biz seni değil senin getirdiğin şeyi yalanlıyoruz."
Beyhakî ve İbn Hişâm, İbn İshâk'a dayanarak ve İbn İshâk da İmam Zührî'ye dayanarak şu ilginç olayı nakletmişlerdir: Bir gece Ebu Cehl, Ebu Süfyân ve Ahnes bin Şerik ayrı ayrı evlerinden çıkıp Rasûlullah (a.s.)'ın namazda okuduğu Kur'an'ı dinlemeye çalıştılar. Her üçü de birbirlerinden habersizdi. Sabahleyin üçü de birbirini gördü ve utandılar ve bundan sonra bu gibi bir harekette bulunmayacaklarına karar verdiler. Zira onlara göre halk kendilerinin böyle gizli gizli Hz. Muhammed (a.s.)'in okuduğu Kur'an'ı dinlediklerini duyunca onlara karşı duydukları güveni kaybedecekti. Ama ikinci gün yine aynı olay meydana geldi ve sabah yine birbirlerini görüp ileri için sözleştiler. Tesadüf bu ya, üçüncü gece de aynı olay tekrarlandı. Bu sefer Ahnes bin Şerik dayanamadı ve Ebu Süfyan'a gidip sordu. "Ey Ebu Hanzala, bana doğruyu söyle, Muhammed (a.s.)'in okuduğu şeyler hakkında ne düşünüyorsun? Ebu Süfyan dedi ki: "Ebu Sa'lebe, vallahi ben duyduklarımı anladım ve bunların ne demek olduğunu da biliyorum. Fakat bazı şeyler var ki onların manasını ve gayesini bilmem." Ahnes, "ben de aynı fikirdeyim" dedi. Sonra Ahnes, Ebu Cehl'e gitti ve "Ebu'l-Hakem, Muhammed'den duydukların hakkında ne diyorsun?" diye sordu. Ebu Cehl dedi ki: "Duymak ne demek? Bizim ile Abd-i Menaf arasında büyüklük kavgası var. Onlar da (hacılara) yemek yedirdiler, biz de. Onlar da bazı mes'uliyetler taşıdılar, biz de. Onlar da mal ve mülk verdiler, biz de. Nihayet biz şimdi aynı hizaya gelince diyorlar ki kendilerinde bir peygamber vardır. Bu peygambere Allah'tan vahiy geliyormuş. Şimdi bana söyler misin, biz böyle bir peygamberi nereden bulalım. Allah'a yemin ederim biz onu kabul etmeyeceğiz ve onu tasdik etmeyeceğiz." Hemen hemen aynı şeyleri Ebu Cehl, Ahnes bin Şerik'e Bedir savaşı sırasında da tenha bir yerde söylemişti. İbni Cerir Taberî kendi tefsirinde Süddi'ye dayanarak şu olayı anlatmıştır: Ahnes, Ebu Cehl'e, "şu anda burada sen ve benden başka kimse yoktur. Bana doğruyu söyle, Muhammed sâdık (gerçek bir peygamber) midir". Ebu Cehl dedi ki: "Vallahi Muhammed doğru sözlü bir insandır. O hiçbir zaman yalan söylememiştir. Fakat Beni Kusayy, Kâ'be'nin bayraktarlığı ile hacılara yemek yedirme ve su içirme vazifelerinin yanı sıra peygamberliği de alıp götürürlerse diğer Kureyşliler ne yapsın?"
Ebu Cehl gibi ezeli bir düşmanın tutumu böyle olduktan sonra diğer İslam düşmanlarının durumunu siz kendiniz kıyaslayınız.
Hz. Peygamber (A.S) ile İlgili Kureyş'in Tutumu.
Burada şunu da unutmayalım ki, Hz. Peygamber (a.s.)'e şiddetle muhalefet eden Kureyşliler aslında O'nun kişiliği, karakteri ve meziyetlerini kabul ediyorlardı. Nitekim, müslümanlar ile kâfirler arasında ihtilâf ve kavga en çetin safhasında iken Mekke'de büyük bir açlık ve kıtlık baş gösterdi. Herkes çaresizlik içinde kıvranıyordu ve bu âfetten kurtulmanın yollarını arıyordu. Nihayet Kureyşli kabile reisleri bir araya gelip Hz. Peygamber (a.s.)'in yanına geldiler ve âfetin önlenmesi için Allah'a dua etmesini istediler. Bu olayı İmam Buhârî ile Beyhakî az bir ifade değişikliğiyle Mesrûk ve Hz. Abdullah bin Mes'ud'a dayanarak nakletmişlerdir. Olay şöyle cereyan etmişti: Kureyşliler azıp muhalefet kampanyasını büyütünce ve isyankâr tutumunu katılaştırınca Rasûlullah (a.s.) Allah'a "ya Rabbi, Hz. Yusuf zamanında 7 yıllık kıtlık ve açlık yarattığın gibi, bu adamlara karşı bana yardımcı olmak üzere burada da 7 yıllık bir açlık ve kıtlık yarat" diye dua etti. Bunun üzerine öyle korkunç bir kıtlık başladı ki, adamlar ölüleri, kemikleri ve hayvan derilerini yemeye başladılar. Nihayet, Ebu Süfyan ile Mekke'nin diğer kabile reisleri Hz. Peygamber (a.s.)'in huzuruna geldiler ve kendisine şöyle dediler: "Ya Muhammed, siz kendinizin dünyaya rahmet olarak gönderildiğinizi söylersiniz. Ama görüyorsunuz ki, kavminiz kıtlık ve açlıktan helâk oluyor. Lütfen kavminiz için dua ediniz." Hz. Peygamber (a.s.) de Allah'a dua etti. Bunun üzerine bardaktan boşalırcasına yağmur yağdı. O kadar ki, herkes yağmurdan şikayet etmeye başladı. Hz. Peygamber tekrar Allah'a, "Allah'ım, yağmur etrafımıza yağsın, bize değil" diye dua etti. Bu dua üzerine bulutlar dağıldı. İmam Buhârî'nin İbni Abbas'a dayanarak naklettiği bir başka hadisi vardır. Buna göre, Ebu Süfyân, Hz. Peygamber (a.s.)'e gelip yalvardı ve dedi ki adamlar açlıktan ölüyorlar. Yiyecek hiçbir şey bulamadıkları için kemikleri bile yiyorlar. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) dua etti ve Allah da kıtlık ile açlığa son verdi.
Bu olaylar gösteriyor ki Kureyşli kabile reisleri Rasûlullah (a.s.) ile doğrudan kavgaya girmeye veya tebliğini duyurmaya cesaret edemiyorlardı. Fakat bunun yanı sıra, tebliğin devam etmesini ve kendi atalarının din, inanç ve geleneklerinin de bir anda yok olmasını hazmedemiyorlardı. Onların alıştıkları bir hayat düzeninin yerine başka bir hayat düzeninin kurulmasına ve Arap halkının yavaş yavaş İslâm'ın dairesine gitmesine de razı değillerdi. Bu sebeple, İslâmi davetin ne pahasına olursa olsun durdurulmasından yana idiler. Aynı sebepten dolayı, ilerde anlatacağımız gibi, Hz. Peygamber (a.s.)'e sözle ve fiilen saldırmaktan da geri kalmıyorlardı.
Bugün 266 ziyaretçi (342 klik) kişi buradaydı.