KALU BELÂ
"Evet, dediler" anlamında bir akaid ve Kur'anî terim. Bu terkiple Yüce Allah'ın insanları rubûbiyet ve ulûhiyetini tanık kılarak onlardan buna dair söz almasıyla ilgili olay kastedilir.
Bu olayla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak; 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (demişti). 'Evet (buna) şahidiz,' dediler. Kıyamet günü: 'Biz bundan habersizdik' demeyesiniz." (el-A'râf, 7/172).
Allah'ın insanlardan bu şekilde söz alması, Arapça telaffuzuyla "Kalu belâ" şeklinde halk arasında yaygınlaşmıştır.
Kur'ân-ı Kerim'de olay, Yahudilerden "Allah'a karşı sadece gerçeği söyleyeceklerine dair Tevrat üzerine söz alındığı" ifadesinden sonra sözkonusu edilmektedir. Böylece Allah'ın ulûhiyyet ve rubûbiyetine dair bütün insanlardan söz alınmış olduğu da hatırlatılmış olmaktadır.
Allah Teâlâ'nın insanlardan söz almış olması ne anlama gelir? Başka bir ifadeyle olay temsîlî midir, yoksa vakit midir? Gerçekten Allah insanları toplayıp onlarla âyette zikredildiği gibi karşılıklı konuşmuş mudur?
Müfessirler bu konuda iki görüş ileri sürmüşlerdir. Halef dediğimiz hicrî üçüncü asırdan sonra gelen âlimler genelde olayın temsîlî olduğunu söylemişlerdir. Söyle ki:
Bu anlatılanlar temsilîdir. Yoksa, Allah ile ruhlar arasında böyle bir soru ve cevap olayı cereyan etmiş değildir. Ancak noksanlıklardan münezzeh yüce Allah, insanoğluna verdiği akıl ve idrak vasıtasıyla bütün kâinatın rabbı olduğunu, ayrıca birliğine delâlet eden tabiî deliller aracılığıyla yaratıklarına sanki: 'Benim sizin rabbiniz olduğuma ve benden başka ilah bulunmadığına şehadet edin' demiş, onlar da hal lisanıyla: "Evet sen bizim rabbimizsin ve senden başka ilah yoktur, " demişlerdir. İnsanların Allah tarafından mükemmel bir şekilde donatılarak bilgi ve marifet sahibi kılınmaları ve böylece Allah'ı rab olarak bilmeleri, şehâdet ve itiraf anlamındadır. Kur'ân ve Sünnette, Arapların dil üslûbunda bu şekilde sembolik anlatımlar çoktur. Meselâ Allah'ın yere hitabı, bir de onların cevap vermelerini anlatan şu âyet de böyledir: "İsteyerek veya istemeyerek (varlığa) gelin, dedi. 'İsteyerek geldik' dediler"(Fussilet, 41/11).
Bu görüşte olanlar, "Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar, sonra ebeveyni onu yahudileştirir veya hristiyanlaştırır veya mecûsileştirir" (Buhârî, Cenâiz, 92; Ebû Dâvud, Sünnet, 17) hadisinin de görüşlerini desteklediğini söylerler (Kurtubî, el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut 1965, VII, 314; Mahmut Hicâzî, Furkan Tefsiri, çev. M. Keskin, İstanbul 1988, II, 365).
Selefin görüşü ise, olayın sembolik değil, hakikat üzere olduğu şeklindedir. Allah, insanların hepsini babalarının sulblerinden çıkarıp onları amellerine göre kümelere ayırdı. Onlara insan suretini, konuşma ve düşünme kabiliyetini verdi. Sonra onlardan söz aldı ve kendilerini buna şahit tutarak -ki bazı görüşlere göre şahit tutulanlar meleklerdir-: "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" diye sordu. Onlar da: "Evet (sen bizim rabbimizsin)" dediler. Sonra Allah; "Hesap gününde bizim bilgimiz yoktu" diyerek mazeret ileri sürmeyesiniz diye yerleri, gökleri ve babanız Adem'i bu konuda şahitlik etmeğe çağırıyorum. Benden başka ibadete layık birinin bulunmadığını iyice belleyin. Bana herhangi bir şeyi ortak koşmayın. Verdiğiniz bu sözü size hatırlatacak peygamber ve kitap göndereceğim dedi. Buna bütün insanlar: "Şehadet ederiz ki, rabbimiz ve ilâhımız sadece sensin, senden başka rab ve ilah yoktur" diye cevap verdiler.
Allah, insanlardan bu ahdi aldıktan sonra onları yok etti.
Bazıları, -ki halk arasında da yaygın olan budur- insanların Allah'a bu şekilde söz vermelerinin ruhlar âleminde gerçekleştiğini söylerler.
Alimler, olayın ne zaman meydana geldiği konusunda da ihtilaf etmişlerdir. Ancak temsilî olduğunu söylemeyenlerin tamamı, bu olayın Hz. Âdem hayattayken meydana geldiği konusunda ittifak etmişlerdir.
Müşriklerin çocuklarının, büluğ çağına ulaşmadan ölmeleri durumunda Cennete gireceklerini söyleyenler, "Kalu belâ" âyetini delil göstermişlerdir. Çünkü çocuklar, büluğ çağına erinceye kadar, geçmişte Allah'a verdikleri ahid üzerinedirler Ancak büluğ çağından sonra, bu ahdin artık bir etkisi kalmamaktadır (Kurtubî, a.g.e., VII, 317).
M.Sait ŞİMŞEK
Ahd-ü Misak
MİSAK: “Anlaşma. Sözleşme. Güçlendirme.”
MİSAK-I EZELÎ: “Cenâb-ı Hakk’ın ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ sorusuna, ruhların ‘evet, sen bizim Rabbimizsin’ diye cevap vermeleri.”
Misak; “güçlendirme, anlaşma, sözleşme,” gibi mânâlara geliyor. Ve “Misak-i Ezelî,” Cenab-ı Hakk’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, ruhların “evet, sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermeleriyle tahakkuk etmiş oluyor.
Misakla ilgili âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
“Hem de Rabbin, Ademoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp ta, onları kendi nefislerine şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?,’ (dedi). Onlar da, ’Evet Rabbimizsin, şahit olduk ‘ dediler.” A’raf Suresi, 172
Tefsir âlimleri, âyet-i kerimede geçen, “Âdemoğulları” ve “bellerindeki zürriyetleri” ifadelerinden hareketle, her fert için müstakil bir misakın söz konusu olduğunu beyan etmişlerdir.
Müfessirlerin bir kısmı, misakın başlangıcını “insanın baba sülbündeki ilk teşekkülü” olarak kabul ederler. Bir diğer gurup ise misak başlangıcının “büluğ çağına giriş” olduğunu söylerler. Her iki görüş sahipleri de azınlıkta kalırlar ve büyük çoğunluk, “misakın ana rahminde başladığını ve orada icra edilen İlâhî terbiyenin belli bir safhasında, bedene ruh ilka edildiğini, malûm soru ve cevabın işte bu safhada gerçekleştiğini” ifade ederler.
Allah’ın zamandan münezzeh olduğu dikkate alındığında bu mânâyı kavramak kolay olur. Değişik zamanlarda yaratılan insanlar, birbirlerine göre önce ve sonra gelmiş olsalar bile, Allah’ın ezelî ilminde hepsi hazırdırlar ve bu soruya birlikte muhatap olmuşlardır.
Ezel konusunda, Nur Külliyatından Kader Risalesinde yer alan, şu tespiti, bu vesileyle, aktarmak isterim:
“Ezel; mazi silsilesinin bir ucu değil.
Ezel; mazi ve hâl ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir.” Sözler
O halde misak-ı ezelî denilince, belli bir zaman diliminde yapılan anlaşma değil, ezelî olan Allah’a verilen söz anlaşılmalıdır.
Bazı müfessirler, misakın “temsil” ve “istiare” yoluyla bir İlâhî irşat olduğunu söyleyerek şöyle derler:
“Bu bir benzetmedir. İnsanların, Allah’ın Rububiyetini tanımaya muktedir bir kabiliyette yaratılmış olmaları, bir bakıma, şahit tutulmaları olarak değerlendirilmiştir.”
Tefsir âlimlerinin büyük çoğunluğu ise, hem İlâhî hitabın, hem de ruhun verdiği cevabın sembolik değil, hakiki olduğu görüşündedirler. Bu görüşü son asrın müfessirlerinden Mehmed Vehbi efendi şöyle dile getirir:
“Akıl ve hayat vermeksizin lisan-ı hâlle cevap vermek ihtimalleri varsa da, esah olan (daha doğru olanı), akıl, hayat ve nutuk verdi, halikiyetine ve rububiyetine delalet edecek delilleri gösterdi... Onlar da suali fehmedip (anlayıp), akılları idrak ederek lisanlarıyla söylemek suretiyle cevap verdiler.”
Konunun tahliline girmeden önce, bir noktayı önemle belirtmek isterim:
Misak hâdisesi âyetle sabittir. Bir insan, misakın gerçek mânâda tahakkuk ettiğine akıl erdiremiyorsa, azınlıkta kalan âlimlerin görüşünü benimseyerek, bunun bir teşbih ve temsil olduğunu kabul edebilir. Böylece kendisini şeytanın vesveselerinden kurtarmış ve nefsinin ileri-geri konuşmalarına fırsat vermemiş olur. Âyetin inkârı başka, tevil ve tefsirlerden birini uygun bularak, diğerini kabul etmemek daha başkadır.
Şekli ve mahiyeti ne olursa olsun, İlâhî Fermanın haber verdiği bu misaktan alacağımız en önemli ders şu olsa gerek:
“İnsanı Allah terbiye etmiştir. Bedenindeki her organı, her hücreyi ve ruhundaki her duyguyu, her hissi terbiye eden Odur. Ve insan, buna inanmakla ve bu inancını yaşamakla yükümlüdür.”
Gerçek şu ki, insan, böyle bir misaka muhatap olacak bir yaratılışa sahiptir; fıtratı, kabiliyeti, istidadı buna müsaittir.
Bu konuda, Nur Külliyatından birkaç tespiti takdim etmek isterim:
“Fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır.” Lem’alar
Böyle bir fıtratla dünyaya ayak basan insan, çevresinin sonsuz güzelliklerle, harika sanat mucizeleriyle ve nihayetsiz nimetlerle kuşatılmış olduğunu görür. İşte bu tablo, onun vicdanına iman yolunu gösterir.
“Kalbin ihtiyacat saikasıyla âlemin enva’ıyla, eczasıyla pek çok alâkaları vardır. Esma-i hüsnanın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları vardır. Ancak, Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakikî ile itminan edebilir.” Mesnevî-i Nuriye
“Her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm’in barigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.” Sözler
Her vicdan, insana, “sonsuz derecede aciz ve fakir olduğunu” durmadan hatırlatır. Gözünden güneşe, saçından meyveye kadar her şeye muhtaç olan ve bunların hiçbirini yapacak güce sahip bulunmayan insanoğluna, vicdanı şu dersi verir:
“Bütün bu işleri yapan sonsuz bir rahmet ve kudret sahibi var. Bütün ihtiyaçların için Ondan medet dilemeli ve güç yetiremediğin her hâdise için de ancak Ona sığınmalı, Ona güvenmelisin.”
Demek ki, insan için asıl ve önemli olan, misak-ı ezelîyi hatırlaması değil, yaratılışına bu kabiliyetin konulmuş bulunmasıdır.
Allah Resûlü(a.s.m.) şu hadis-i şerifleriyle bu gerçeği çok net biçimde ortaya koymuş bulunuyor:
“Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzere dünyaya gelir.”
İşte bu dünyaya o temiz fıtratla gelen insan, vicdanının sesine kulak vererek ve aklını doğru kullanarak İlâhî bir terbiyeden geçtiğinin şuuruna erer ve Rabbine ibadet eder.
Nur Külliyatından harika bir tespit:
“Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir.” Sözler
Bu cümlede misakın mânâsını ve hakikatini görür gibi oluruz. Demek ki, biz Rabbimizin Rububiyetine, yani bizi terbiye etmesine karşılık, Ona kulluk yapmakla görevliyiz. Bu kulluğun gereği, madde ve mânâ âlemimizin tümünü Rabbimizin razı olduğu biçimde şekillendirmemiz, Onun emir ve yasaklarına göre tanzim etmemizdir.
Konunun bir başka yönü:
Misakı hatırlasın veya hatırlaması, insanın fıtratı, istidat ve kabiliyeti onu sorumlu kılmaya yeter. Nitekim, itikat imamlarımızdan Maturudî Hazretleri, “ıssız bir yerde kendisine hiç tebliğ ulaşmamış bir insanın da Allah’a imanla mükellef olduğunu,” söylerken bu fıtratı esas alır. Diğer itikat imamımız Eşari Hazretleri de aynı görüştedir. Ancak buyururlar ki, “böyle bir insan, Rabbinin Allah olduğunu bilemeyebilir. Bir yaratıcısı olduğunu tasdik etse de herhangi bir varlığa tapsa yine ehl-i necattır, kurtulur.”
Üzerinde önemle durulması gereken bir başka husus:
Tefsir âlimlerimiz ruhlara yapılan bu hitabın “kelamî” olmadığında yani Kur’an ve diğer semavî kitaplarda olduğu gibi bir hitap olmadığında ittifak etmişlerdir. Elmalılı Hamdi Efendi, bunun, meleklere verilen emirler gibi olduğunu ve “kelam-ı lâfzi” ile olmadığını vurgular ve şöyle buyurur:
“Bunda (da) mânâ-yı marufiyle (bizim anladığımız mânâda) bir işhad (şahit tutmak) ve sual ü cevap, hakiki mânâsıyla bir mukavele düşünmek lazım değildir.”
Buna göre, ruhlara sorulan mezkûr soru, harfsiz ve kelimesiz bir hitaptır; ilham şeklindedir.
Cenab-ı Hak, Şems Suresinde, Güneşten başlayarak birtakım mahlûklarına kasem eder. Bunlardan birisi de “nefistir.” Ve âyette, mealen, şöyle buyurulur:
“Nefse (kişiye) ve onu şekillendirene, sonra da ona kötülüğü ve takvayı ilham edene (andolsun ki...)”
Bu âyette, insan vicdanına iyi ile kötüyü birbirinden ayırma kabiliyetinin konulduğu beyan buyurulmuş, ona bu kabiliyetin verilmesi ise “ilham” olarak ifade edilmiştir. İşte “ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusu da böyle bir ilham olarak tahakkuk etmiştir.
Nitekim, Nahl Suresinde de, şöyle buyrulur:
“Rabbin bal arısına da dağlardan, ağaçlardan ve kovanlardan evler edinmesini vahy etti ( ilham etti)” Nahl Suresi, 68
Akıl nimetinden mahrum olan arı ruhu, aldığı bu ilhama “fiilen” cevap vermiş ve evler edinmiştir. Akıl sahibi olan ve konuşma sıfatına mâlik bulunan insan ruhu ise kendisine, yine ilhamla sorulan mezkur soruya, “kelam” ile cevap vermiştir. Ama bu konuşma, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bizim anladığımız mânâda, sesli, harfli, heceli bir konuşma değildir. Zaten o anda, beden tam teşekkül etmiş de değildir. O halde, bu konuşmayı ruhun kelamı olarak anlamamız gerekir.
Biz bu hitabın ve cevabın mahiyetini bilmekten aciziz ve bundan sorumlu da değiliz. Ancak bazı itirazcı nefisler için şu kadarını söylemek isterim:
Sadık rüyada, bir müminin kalbine ulvî bir mânâ akıtılır. Ve rüyasında o mânâ istikametinde hareket etmeye karar verir. Sabahleyin uyandığında, Rabbinin onunla ilham yoluyla konuştuğunu anlar ve kalbine ilka edilen mânânın gereğini yerine getirmeye başlar. Rüyada Rabbinin onunla konuşması ve kendisinin de o ilhama göre hareket etmeye karar vermesi, uyanık âlemdeki konuşmalara ve kararlara hiç mi hiç benzemez.
Zaten, uyanık âlemle rüya arasındaki farklılık da bunu gerektirir. Öyle ise, bu dünyadaki konuşmaları ölçü tutarak, ana rahmine henüz ilka edilmiş bir ruha yapılan tebliği ve onun verdiği cevabı anlamaya kalkışmamız, bizi sadece yorar ve daha kötüsü, nice bâtıl hayallere götürür. Başta da belirttiğimiz gibi, bu misakta esas olan, insanın İlâhî bir terbiyeden geçtiğinin kendisine bildirilmiş olması, onun da bunu tasdik etmesidir.
Bakıyorum da, insanoğlu terbiyenin bir yönü üzerinde dikkatle duruyor, o konuda bir isyanı göze çarpmıyor.
Şöyle ki:
Göz, bir terbiyeden geçerek görür hale gelmiş. İnsan bunun farkında ve gözünü sadece görme işinde kullanıyor; başka şeylere sokup kör etmiyor.
El, tutacak biçimde terbiye görmüş, ayak da yürüyecek şekilde. İnsanoğlu da bu terbiyenin hakkını tam veriyor, ayağıyla tutmaya, eliyle yürümeye kalkışmıyor.
Bütün organlarını, aynı şekilde yerli yerince kullanıyor.
Ruhu hakkında da, belli bir ölçüde, aynı şeyi yapıyor. Bir şeyi anlamak istiyorsa aklını yoruyor, hatırlamak istiyorsa hafızasını kurcalıyor. Sevgi, korku, endişe, merak gibi binlerce hissini hep yerli yerince kullanıyor. Yani, severken korku hissini, endişe ederken de sevgi hissini kullanmıyor. Bu haliyle, misakın bir yönünü yerine getirmiş oluyor: “Beni ruhumla ve bedenimle en güzel şekilde terbiye eden sensin. Ben de senin terbiye ettiğin organlarımı ve duygularımı vazifelerinde kullanıyorum.”
Bunlar güzel şeyler ve bunlara bir dediğimiz yok. Şu var ki, bu kâinatı ve içindeki varlıkları bizim için ve bize göre yaratan Rabbimiz, ruhumuzun terakkisi ve ebedî saadete ermesi için de birtakım kanunlar koymuş ve bu kanunlara uyup uymamakta bizi serbest bırakmış.
İşte misak-i ezelî gereği, bu emir ve yasaklara da harfiyen uymak durumundayız. Bunları, “iman, salih amel, takva ve güzel ahlâk” şeklinde özetleyebiliriz.
Misak konusunda iki ayrı soruya muhatap oluyoruz. Birincisi “bu misakı niçin hatırlamıyoruz”, diğeri ise “bu hatırlamayış bizi sorumluluktan kurtarmaz mı?”
Önce, birinci soru üzerinde duralım:
İnsanoğlu ana rahmine dört aylıkken, bedenine ruh ilka ediliyor. O ruh, beş ay kadar misafir kalacağı bu beden hakkında hiç bir bilgiye sahip değil. Ondan öte, kendisinin ruh olduğundan, görme, işitme gibi nice hislerle, akıl, hafıza, hayal gibi manevî sermayelerle donatıldığından da habersiz. Dünyaya geldiğinde de dünyayı tanımıyor. Çocukluk devrini geçiyor, büyüyor, genç oluyor.
Aklını çalıştıran, kendini ve içinde yaşadığı âlemi değerlendiren, iç âleminde birtakım sorular üreten ve bunlara cevap arayan müstesna bir varlık haline geliyor. Bu haliyle bile, bebekliğini ve hele ana rahimde geçirdiği safhaları hatırlayamıyor. Sonra kalkıyor, “ben misak-ı ezelîyi niçin hatırlamıyorum,” diye soruyor.
Soruya iki yönden yaklaşmak istiyorum. Birincisi:
Rabbimiz, bu dünyada, bizi çok şeylerle sınırlamış ve bunların tamamından fayda görüyoruz. Meselâ, görmemizi sınırlamış, bu yüzden her şeyi göremiyoruz. Eşyaya baktığımızda atomların o baş döndüren hareketlerini görebilseydik dengemizi kaybederdik, belki de dünyada yaşamamız mümkün olmazdı. Bastığımız topraktaki bütün bakterileri görebilseydik rahatça yürüyemezdik.
İşitme duygumuzda öyle. Kırda otururken bütün böceklerin ayak seslerini işitseydik, dinlenemezdik. Çok yüksek sesleri duyabilseydik rahatsız olur, belki de işitme duygumuzu kaybederdik. Biz sadece belli frekanslar arasını işitiyoruz ve bizim için en faydalı olanı da böylesi.
Bu sınırlamaları yapan Rabbimiz, hafızamıza da sınırlar koymuş. Bebekliğimizi, o safhada başımıza gelenleri ve daha öncesini, yani rahimde geçen devreleri hiç hatırlamıyoruz. İşte, rahim safhasında muhatap olduğumuz, ama sonradan hatırlayamadığımız hâdiselerden biri de “misak meselesi”. Misakı hatırlayabilseydik, bu dünyada herkes Allah’a iman ederdi ve imtihan olmamızın da bir mânâsı kalmazdı.
Diğer yönü ise şöyle:
Peygamber mucizelerinde çokça okuruz: Bir hayvan, mucize olarak konuşur ve Allah Resûlünün(a.s.m.) peygamberliğini tasdik eder. Daha sona yine eski hâline döner, hiç bir şeyden habersiz, sürdürür hayatını.
Ağaçların konuşmasıyla ilgili mucizeler de öyle.
Cenab-ı Hak, elma ağacına biran için şuur verse ve ona “seni elma verecek şekilde terbiye eden ben değil miyim?” deseydi, yahut bal arısına, “seni bal verecek şekilde terbiye eden ben değil miyim?” diye sorsaydı, bütün bu ve benzeri soruların cevabı, “evet bizi terbiye eden sensin” şeklinde olacaktı.
Aynı soru insan ruhuna da sorulabilir:
“Seni, insan ruhu olarak terbiye eden, maddî ve manevî sermayelerle donatarak nice ilimlere ve marifetlere kabiliyetli kılan ve ben değil miyim?”
İnsan ruhu da bu sorunun cevabını, “evet beni terbiye eden sensin,” diye verecektir.
Nitekim, ruhlara bu soru sorulmuş, onlar da bu İlâhî hitaba, “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermişlerdir.
“Misakı hatırlamayışımız bizi sorumluluktan kurtarır mı?” sorusuna gelince, bu soruya İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri şöyle cevap veriyor:
“Allah, peygamberleri gönderdiğinde onlara bu ahdi haber verdi. Onlar (insanlar) hatırlamasalar bile peygamberlerin sözü, aleyhlerinde delil olmuştur. Çünkü, bilirsin ki,bir insan namazından bir rekât terk etse ve bunu unutsa, ardından güvenilir kimseler bunu kendisine hatırlatsalar, onların sözü aleyhinde delil olur.”
Dünyaya geldikten sonra, nefis ve şeytana uyarak misak-ı ezelînin aksine hareket eden ruhlar, kendilerini tabiata, maddeye, evrime yahut putlara isnat ederek tatmin olmaya çalışıyorlar ve yaratılış konusundaki bütün tartışmalar da, bir bakıma, misak üzerinde merkezleşiyor.
O halde, “misak-ı ezelîyi niçin hatırlamıyoruz,” diye vakit geçireceğimize, gerek kendi nefsimizde, gerek dış âlemde icra edilen terbiye fiillerine ibretle nazar edelim.
Manevî kurtuluşumuz bana bağlı.
Bir mümin, namazın her rekatında, “âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd” etmekle bir bakıma, misakını yeniler. Çevresini kuşatan ve onun yardımına koşan bütün varlıkların, İlâhî bir terbiyeden geçtiklerini düşünerek Rabbine şükreder. Sonra bu kâinatın bir küçük misâli olan kendi varlığına nazar eder. Ondaki bütün terbiye fiillerinin de yine onun menfaatine en uygun şekilde icra edildiğini görür.
İşte insanın, kendisini içten ve dıştan kuşatan bu terbiye fiillerini düşünmesi, onu ibadete sevk eder.
Surenin devamında, “ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek misakını yenilemiş olur. “Rabbimiz sensin, ibadetimiz ancak sanadır ve senden başkasından da yardım dilemeyiz” der ve “sırat-ı müstakim” üzere yürür. “Mağdup” ve “dallîn” denilen şer cephelerinin her ikisinden de uzak kalarak, hayır üzere yaşar ve kendini ebedî saadet mahalli olan cennete hazırlar.
Geliniz, misakı hatırlayacağız diye hayalen maziye gidip oyalanacağımıza, namazın hakikatine nazar edelim ve kula yaraşır bir ömür sürelim.
Prof. Dr. Alaaddin Başar.
|